8 Kasım 2025 Cumartesi

Köpek Dişi vs. Saflığın Kalesi

Bir zamandır yönetmenler hakkında kitaplar okuyup çektikleri filmleri sıradan izliyorum. Daha önce de yazmıştım [1] eski filmleri bulup izlemek oldukça zahmetli bir iş. Bir yönetmenin yıllar içinde katettiği yolu takip edebilmek büyük bir şans olduğu kadar çokça okuma da gerektiriyor. Almodóvar filmlerini izlerken o tarihlerde İspanya ne durumdaymış, sinema üzerinde nasıl sansürler varmış diye bakmadan izlediğimde deli saçması gibi görünen filmler, özellikle ilk dönem filmleri, dönemden haberdar olunca bambaşka bir şekilde izlenebilir hale geldi benim için [anlatmak istediğinin bunlar olmadığından o kadar eminim ki!]. Elbette hayat her izlediğimiz filmin yönetmeninin bütün filmlerini izleyecek kadar uzun değil (iyi ki değil), bazılarını seçmek gerekiyor. Bu konuda da diğer hemen her şeyde olduğu gibi batı dünyası neyi beğenip önümüze çıkartıyorsa ona mahkum oluyoruz maalesef. Zaten sinema diğer sanat dallarından çok pahalı bir üretim alanı, hele filmlerin dağıtımı, sinemalara gösterime girebilmesi gibi konulara da bakınca para kazanamayan/kazandıramayan yönetmenlerden haberdar olmak imkanı bile yok. Benzer şeyler diğer alanlar için de geçerli değil diyemem aslında [kendine karşı durmadan yapamadığını anladık artık]; Arnavutlukta kitapları çok satmadığından hiç adını duymadığımız şairler yok mudur? Eminim vardır.

Doksanların başında Ankara'da Ömer'le [sonunda hatırladın Ömer'i] sinemada günde birkaç film izlediğimiz çok olurdu (hayır öyle filmler değil). Şimdi evde izlerken ikinci filme geçmemeye çalışıyorum, öyle yapınca başka bir şeye vaktim kalmıyor [sanki geri kalan zamanda protonları çarpıştırıyorsun]. Günde bir film izlemek bile öncesinde sonrasında yapılan okumalarla çok vaktimi alıyor. YouTube'da çok fazla sayıda kanalda yönetmen ve film değerlendirmesi var biliyorum ama onları da izlersem ne şiire, ne de romana vakit kalıyor.

Yorgos Lanthimos filmlerini daha önce hiç izlememiştim. Hakkında biraz okuyup [2] izlemeye başlayınca 2009'da çektiği Dogtooth filminin Arturo Ripstein'ın 1972 tarihli El castillo de la pureza isimli filmden çalıntı olduğunun konuşulduğunu okudum (okumalar, izlemeler iç içe geçiyor farkındayım ama böyle oluyor). Sanatta, edebiyatta çalıntı diye bir şeyin olmadığına inanıyorum [sanki konuya geliyoruz gibi]. Bir felaketin ardından dünyada (en azından kahramanın ulaşabildiği dünyada) tek başına kalan birini/birilerini anlatan herkesi Robinson Crusoe'yu çalmakla suçlamıyorsak başkalarına da bu muameleyi yapmamalıyız bence. Biraz uğraşınca Kafka'yı bile Dostoyevski'nin heybesinden çıkarmak mümkün olur. Michael Haneke'nin kendi filmi Funny Games'i sahne sahne yeniden çekmesi gibi bir durum yoksa (kim böyle bir şey yapar, yapsa ne zararı var, bunu kim izler, bambaşka sorular bunlar) bir fikrin çalınması diye bir şey olamaz. Kimsenin aklına gelmemiş bir fikir bulunabileceğine inancım da sıfır (olacağını aklımdan bile geçirmediğim o kadar çok şey oldu/oluyor ki bu düşüncemin de bir değeri yok aslında).

Bir adam bir kadını ikna edip evleniyor, üç çocuğunu evden hiç dışarı çıkartmadan büyütüyorlar. Sadece fikirle film mi olur arkadaşlar? Böyle distopik bir senaryoda yönetmenden geri kalan her şeyi kendi içinde tutarlı bir şekilde anlatmasını beklemek bana haksızlık gibi geliyor. İçinde yaşadığımız dünyayı bile kendi içinde tutarlı değerler silsilesiyle kavramak, anlatmak kaç felsefecinin yapabildiği bir şey? Her yönetmenden yeni bir Spinoza olmasını beklemeyelim. Olaylar nasıl başladı konusunu açıklamıyor diye film eleştirisi olmamalı, zaten açıklanamaz bir şeyin, bir kısmını anlatıyor yönetmen.

Aynı olayı anlatan iki filmden Ripstein'ın çektiğini daha çok beğendim ben. Emreden baba fiilen ortadan kalktığında bile ailenin ölüm korkusu yaşadığı eve geri dönüşü, kızın köpek dişini kırıp evden kaçmak için yine babasının bagajına saklanmasından daha çarpıcı geldi bana. Lanthimos'un kadrajlarda insanların kafalarını göstermemesini onların aslında birer birey olamamaları gibi okumak mümkün elbette ama sinema seyirlik bir şeyse Ripstein çok daha iyi bir iş çıkartmış. Belki Lanthimos'un diğer filmlerini de izledikten sonra fikrim değişir ve yeni bir yazı yazarım bilmiyorum [yazmayacağına bahse varım].

[1] https://www.nyucel.com/2025/09/platformlar-sanata-erisimi-zorlastrd.html 

[2] https://www.goodreads.com/book/show/57986227-cinema-of-yorgos-lanthimos-the

yapay zeka ve müzik

Çok uzun yıllardır müziği ciddiye alarak dinliyorum. Evde kitap okumuyor veya film izlemiyorsam mutlaka müzik açıktır ama kast ettiğim dinleme başka bir şey yapmadan sadece şarkıya odaklanıp onu anlamaya çalışmak süreci benim için. Çalan bütün enstrümanları ayrı ayrı duymaya ve şarkıyı da bir bütün olarak dinlemeye çalışmak (aktif dinlemek) çok zaman ve çaba isteyen bir iş, en azından benim için. Ankara'da Uğur'la yaptığımız gibi [ne Uğur'muş arkadaş] bir albümü baştan sona neredeyse hiçbir şeyle uğraşmadan bu şekilde dinlemeye kalkınca ne kadar çok zaman ayırsanız da çok fazla grup bilmeye vakti olmuyor insanın. Tabi bir de hayatın geri kalanı var. Derrida'ya ev dolusu kütüphanesi için bunların hepsini okudunuz mu diye sorulduğunda "üç ya da dört tanesini okudum. ama o dördünü çok iyi okudum" demesi gibi ben de az grup biliyorum ama bildiklerimi yapabildiğim kadar iyi anladığımı düşünüyorum. Keşke bir enstrüman çalmayı öğrenmiş olsaydım, eminim ufkumu çok açardı ama başka hayata artık.

Bir müzisyeni, besteciyi veya grubu hayatıma almak çok fazla mesai gerektirdiğinden genellikle yeni grupları hiç bilmiyorum (yeni dediğim bir grup 20. yılını kutluyordu). Bazı müzik türlerini de neredeyse hiç bilmiyorum. Uçan Hollandalı'yı AKM'de izledikten sonra Wagner'i biraz öğreneyim diyerek hakkında yazılmış ve Türkçeye çevrilmiş her şeyi alıp okumuştum. Tabi kendi yazdığı Geleceğin Sanat Eseri'ni ve bütün librettoları da. Nibelung Yüzüğü serisinin 15-16 saat süren temsillerini YouTube'dan izleyip hakkında belki birkaç cümle konuşmuşumdur birisiyle, o kadar. Böyle bakınca aylar süren bu kadar emek neye yarıyor bilemiyorum doğrusu. İnsan ne izledikleri, ne okudukları, ne de dinlediklerinden ibaret, ben de biliyorum ama bunlardan hiç mi iz kalmıyor? Umarım kalıyordur [kocaman rahatsız edici bir sessizlik olmayacak, telaşlanma. sanki konuşamadığın bir zaman mı oldu bugüne kadar?].

Müziği eğer canlı ve akustik dinlemiyorsak çalındığı halini duymadığımız bir gerçek. Aslında aynı salonda farklı bölgelerde oturanlar bile aynı şeyi duymuyor. Söz konusu bir kayıt olunca araya giren ses mühendisleri ve prodüktörler bazen müzisyenleri bile şaşırtan değişiklikler yapıyorlar. Ben hiç dinlemesem bile elektronik müzik diye geniş bir dinleyici kitlesi olan bir tür bile var. Elektro gitarlardaki pedalları çoktan hepimiz kabul etmiş durumdayız ve böyle müzik mi olur demiyoruz.

İnsanlığın geliştirdiği en çok kaynak tüketen araç olan yapay zeka bir zamandır müzik alanına da el atmış durumda. Biz bir derde deva olacak diye beklerken zaten yeterince iyi yapabildiğimiz alanlarda kullanıyoruz yapay zekayı. İklim değişikliği konusu artık kapıdan içeri girmişken komikli vidyolara bu kadar elektrik harcamayı sürdüremeyeceğiz bence. Harcanan bu korkunç derecede enerjiyi görmezden gelirsek (nasıl olacaksa artık) çok güzel işler çıkartılıyor yapay zeka kullanarak. Kendi özgür irademle hiç Zeki Müren dinlememişken aşağıdaki cover'ı çok beğendim örneğin. Bu tarzdaki bir parçada mutlaka olması gereken bas gitar da eklense gümbür gümbür bir şarkı olabilirmiş ama bu hali bile yeterince güzel. Vokaller dahil parçanın tamamı yapay zekayla hazırlanmış diye not düşeyim de öyle dinleyin.

Dinlediğimiz şarkılardaki at seslerine, tren seslerine nasıl tepki göstermiyorsak yapay zekayla oluşturulan parçalara da mesafeli olmayalım derim ben. Arada teknik olarak pek bir fark yok. Sanatta yazılımların kullanılmasına hepten karşı değilseniz (sinema izliyorsanız örneğin) yapay zekalı eserlere de bir şans verin.

7 Kasım 2025 Cuma

Bu kontenjanlarla bir üniversite eğitimi mümkün mü?

Önce mevcut duruma bakalım: 208 üniversitede toplam yedi milyondan fazla öğrencimiz var. Ülkede yaşayan neredeyse 13 kişiden biri üniversite öğrencisi. Seksenlerde halk eğitim merkezlerinde okuma yazma kurslarının açıldığı zamanları hatırlayan biri için hayal etmesi bile çok zor olan bir durum bu. Bu kadar çok insanı meslek öğrensinler diye değil de bilim insanı olsun diye okutmadığımız herkes için açık olmalı. Üniversite mezunlarının sayısını da düşününce bu kadar bilim insanına ihtiyacımız olmadığı gibi istihdam da sağlayamayız onlara. Aradan bilim insanı çıkabilir ama bunu temel hedef değil tesadüfen gerçekleşebilecek bir şey olarak görmek daha mantıklı değil mi? Yok hepsini bilim insanı yapmalıyız diyorsanız yazının gerisini okumayın bence.

Bu gençlere mesleklerinde kullanacakları şeyleri öğretmeyi hedefliyorsak ve bu eğitimin önemli bir kısmını yüz yüze eğitimle yapacaksak sınıfları bu kadar doldurmamalıyız. Öğretim elemanlarına kendisinden daha yararlı taşların kesilmesi için kullanılmak üzere cilalanması gereken önemsiz bir taş parçası olarak bakıyorsak bile (pratikte öyle yapıyoruz, kabul edelim bunu) onlara bu işi yapabilmeleri için daha uygun imkanlar sunmalıyız. Öğretmenliğin bana en çarpıcı gelen yanı birine iade edemeyeceği bir şey verebilme ayrıcalığı. Bir kişi karşısındaki 100 kişiyle ilgilenemez, ilgilenemiyor. Çoğu derslik derslerin öğrenci kapasitelerini karşılayacak durumda bile değil. Zaten bu kadar kalabalık sınıflarda ders dinlemekle youtube'dan ders dinlemek arasında bir fark varsa bu olumlu bir fark değil. Online platformlarda en azından yayını durdurup, çay içip devam edebiliyor öğrenciler.

Ben sınıfların 30 kişi olduğu zamanlarda iki hafta derse gelmeyen öğrenciyi arkadaşlarına sorabiliyordum bir şeyi mi var diye. Şimdilerde mevcutlar 120'lere gelince değil öğrenciyi derste tanımak, onunla bir ilişki kurabilmek, sınavda gördüğümde bizim bölümde mi okuyor ondan bile emin olamıyorum. Eğer öğrencilerle usta-çırak ilişkisi kurulsun istiyorsak (laf öyle olduğu için usta diyorum, yoksa bir ustalık yok elbette) bir hocanın en çok 5-6 kişiyle ilgilenebileceğine ikna olmamız lazım. Kimsenin el kaldırıp soru sormadığı, sorulan soruya cevap vermediği hayalet bir topluluğun önünde konuşmak kadar motivasyon kırıcı, ben burada ne yapıyorum sorusunu sorduran bir ortam düşünemiyorum.

Başka bir düşünme disiplinini kazandırmaya çalıştığımız algoritma ve programlama dersini uzun yıllar anlattım. Dönem başında 100 üzerinden 5'lik zorlukta problemlerle başlayıp sınıfın seviyesi arttıkça problemlerin seviyesini de arttırmayı hedefliyoruz. Kendi özel gayretiyle 100'lük sorular çözebilen çok öğrenci görmüş olsam da sınıf seviyesinin asla 50'ye gelemediğini tecrübe ettim. Dersin sorumlusu olmayı bıraktıktan sonra bir defalığına sadece dört öğrenciye tekrar, bu sefer online, anlattım bu dersi. İlk oturumda 5'lik sorular karşısında hiçbir şey yazamadılar ama dönem bitmeden her biri 85 zorluğundaki, o derste duydukları bir problemi çözdü. Sınıf kontenjanlarını dörde düşürelim demiyorum ama 120 olmuyor arkadaşlar.

Üniversite tercih kataloglarında gördüğünüz sayılar sizi yanıltmasın. O sayıların üzerine yatay geçiş, dikey geçiş ve yurtdışından gelen öğrenciler eklendiğinde 90 görünen mevcutlar 120-130'lara çıkıyor.

Biliyorum insanın üniversiteden alacağı tek şey ders dinlemek değil. Tek başına yaşamayı, insanları tanımayı, birini sevmeyi de akranlarıyla birlikte olunca öğreniyor gençler ama bu ihtiyaçların cevabı aşırı kalabalık sınıflarla dolu üniversiteler değil. Yüksek eğitimin laboratuvar eksikliği, hoca sayısının/kalitesinin yetersizliği, sosyal imkanların azlığı gibi çok sorunu var ama öncelikle sınıfları makul kalabalıklara getirmemiz lazım. Bunun için ya hoca sayısını arttırmamız (bu çok uzun vadeli bir plan) ya da kontenjanları düşürmemiz lazım.

Yazının başlığındaki soruya gelirsek; bence hayır! 

6 Kasım 2025 Perşembe

Theseus'un Gemisi'ne başka taraflardan bakmak

Bir müzik grubunu dinlerken en kolay ayırt edilen enstrüman lead gitar olsa gerek. Cin içerken en kolay anlaşılan tadın ardıç olması gibi [yapma, buraya girme]. Aslında grupların bizden böyle bir talebi yok. Hotel California'yı dinlerken vokalleri davulcunun yaptığına dikkat etmesek parçadan aldığımız keyif azalıyor mu? Böyle bilmemeye övgüye başladığımızda Caravaggio'nun kırmızısından alınacak keyiften vazgeçiyormuşuz gibi geliyor bana. Elbette kahvenin moleküler seviyede özünün nasıl çıktığını bilmeden de espresso içip ne güzel kahve demek mümkün ama neden bilmemeyi seçelim? Öğrenilecek şeylerin bir sınırı olmadığından bir konuyu öğrenmeyi seçince sayısız diğer şeyden de vazgeçmiş oluyoruz [hadi müziğe geri dönelim].

Neredeyse tamamen hard rock, heavy metal dinlediğim dönemde bir gün Uğur'la dinlediğimiz parçadaki bas gitarın sesini ayırt etmiştik. Bu ikimiz için de bir aydınlanma anı oldu. O zamana kadar dinlediğimiz ve bildiğimizi sandığımız albümleri tekrar tekrar dinledik. Artık şarkılarda başka bir sesi de duyabilmek, hem de aynı kayıtları dinlerken, inanılmaz bir mutluluk verdi bize. İnsan hayal edemediği bir şeyin eksikliğini de hissetmiyor ama bir kez o güzelliği görünce eksikliği aklından çıkmıyor [yapma n'olur].

Bir süredir YouTube'da Drumeo kanalını [1] takip ediyorum. Kanal bateristlerle ilgili ama bana çok öğretici ve düşündürücü geliyor.  Yaptıkları serilerden birinde çok ünlü davulculara daha önce dinlemedikleri çok meşhur bir şarkının davul kısmını çıkarıp dinletip, eksik kısmı kendisinin tamamlamasını bekliyorlar. Kanalı ilk izlediğim zamanlar bu parçayı nasıl duymamış olabilirler diye düşünüyordum ama zamanla profesyonel olarak bu işi yapan birinin (eğer grup sürekli cover çalmıyorsa) bizim kadar değişik şeyleri dinlemiyor olması o kadar da beklenmedik bir şey değil gibi gelmeye başladı. Bülent Ortaçgil hayatında hiç Ahmet Kaya dinlememiş mesela. Hem o kadar beğendiğim müzisyenlerin yalan söylediklerine inanmak da istemiyorum. Bazı davulcular ilk defa duydukları parçanın davul kısmını aslına (yani bizim bildiğimiz haline) o kadar yakın çalıyorlar ki izleyicide bu parça sanki sadece bu şekilde çalınabilirmiş hissi oluyor. Belki hassas ayar argümanında bahsedilecek konulardan biri bile olabilir. Newton ve Leibniz'in birbirinden habersiz türev ve integrali neredeyse aynı şekilde icat etmeleri gibi iyi müzik de doğanın içinde ve biz onu olduğu yerden çıkartıyoruz gibi geliyor bana (bazen tabi).

Bazı şarkılarda parçayı hiç duymamış davulcular çok farklı ve yine de parçaya uyan bir performans sergileyebiliyorlar. Theseus'un Gemisi'nde olduğu gibi grubun bir elemanını değiştirince geminin bambaşka bir gemi olduğunu söyleyenlere destek veren bir argüman gibi [konuya gelmeyeceksin sanmıştım]. Bu denemeyi bir adım daha ileri taşıyıp yeni davulcudan sonra bu sefer bas gitarı çıkartıp yeni bir basçıya aynı şarkıyı çaldırıp devam edilse; yani gitarlar ve vokaller de yeni müzisyenlere yaptırılsa hala başlangıçtaki şarkıyı tanıyabilir miyiz sorusu cevaplanmaya değer bir soru olmaz mı? Bütün şarkılar için bunun olmayacağı açık ama yine de öyle şarkılar var ki bu soruya evet cevabını verebiliriz gibi geliyor bana.

İlk defa duyduğun bir parçanın hemen üzerine çalmak bir yanıyla biraz da bizim konuşmamız gibi; bir sonraki notanın ne olacağını bilmeden, hatta bir sonraki nota olup olmayacağını bilmeden yazışmamız gibi.  

Konu müzik grupları olunca grubun bir elemanı değişince hâlâ aynı grup olmaya devam eder mi cevabından kolayca emin olamadığım bir soru benim için. Doğrusu Bonzo'nun ölümünün ardından Led Zeppelin gibi yapıp grubu dağıtmak mı yoksa AC-DC'nin Bon Scott'ın yerine Brian Johnson'u koyup yoluna devam etmesi mi? Dio Ozzy'li dönemden bir parçayı seslendirince sahnedeki grup hala Black Sabbath olmaya devam ediyor mu? Bunları düşünmek yerine dinle geç denilebilir, öyle diyene elbette bir şey demiyorum. Bu kadarına razıysan yaşa gitsin.

The Doors'un tarihi bu soruya yeni bir bakış getiriyor bence. Geminin parçalarından biri eksildiğinde gemi yine aynı gemi olmaya devam eder mi? Gemiden bir kürek denize düşünce artık başka bir gemi mi olur? Morrison 27 yaşında öldükten sonra grup onun yerine bir solist almadan üç kişi olarak albümler çıkarttı. Zaten o hayattayken de vokal yapan Manzarek söyledi şarkıları. Sonuçta eski albümlerinin yanına yaklaşabilen şeyler çıkmadı ortaya. 

Sözlerini Bertolt Brecht'in 1927'de yazdığı ve bir yakın arkadaşının bestelediği ve The Doors'un meşhur ettiği Alabama Song ile bağlayayım bu yazıyı. Zaten bir blog yazısı nereye bağlanabilir ki?

[1] https://www.youtube.com/@DrumeoOfficial

ölçme takıntısı

İlk çıktığı zamandan beri etkileşimli saatleri ve cep telefonlarını günlük faaliyetleri ölçmek, kaydetmek ve sonrasında değerlendirmek için kullanıyorum. Aslında saatleri daha eskiden de severdim. Bir çocuk için saat nasıl tam bir saniyede bir saniye ileri gidiyor sorusu oldukça meraklandırıcı bir konu. Benim için (belki de onlara yetecek param olmadığından) saatlerin markaları, görünüşleri değil de aynı anda birkaç saat dilimindeki zamanları göstermeleri, radyosunun olması gibi özellikleri çekici gelirdi. Ben büyüdükçe saatlerin özellikleri de arttı ve artık kaç adım attım, kaç saat uyudum gibi verileri sürekli takip eder oldum.

Kendime bir hedef koyup onu gerçekleştirmeye çalışmak bana hep motive edici geliyor [eminim bunu başka bir yere bağlayacaksın]. Günde 8000 adım atmalıyım, 8 saat uyumalıyım, iki günde bir kitap hesabıyla yılda 183 kitap okumalıyım, 52 defa sinemaya, 80 defa konsere/tiyatroya gitmeliyim, yılda 500 albüm dinlemeliyim gibi hedefler olunca kedi vidyolarıyla saatler geçirmemiş oluyorum (yine de hiç kedi vidyosu izlemiyorum demiş de olmayayım). İşin doğrusu öyle art arda yazınca bana da ciddi bir disiplinle yaşıyormuşum gibi geldi ama hayatım askeri bir planla geçmiyor aslında. Hedefler yıllık olunca bir müşahhas azim olmaya ihtiyaç duyulmuyor [bu kelimeyi ilk defa cümle içinde kullanıyorsun]. Bazen otobüste, uçakta uyuyorum, okuyorum, daha çok müzik dinliyorum ve planlarda aksayan yerleri kapatmaya çalışıyorum. Hayatım her zaman berrak ve tatsız bir su gibi akmıyor, bir hafta boyunca herhangi bir plan için artı koyabileceğim tek bir şey yapmamış oluyorum örneğin. Çok uzun yıllardır böyle planlar yaptığımdan ne kadar açığı ne kadar zamanda kapatabileceğimi biliyorum ve tedirginliğim hiç olmuyor. Hem benden başka kimseyi etkilemeyen şeyler bunlar; hedefler tutmasa ne olacak sanki? Sonundaki mutluluk da, kısacık hüzün de sadece bende kalıyor. Belki bir psikiyatrist olsam bunlara hayata anlam katma çabası, boşa yaşamıyorum diye atılan bir çığlık belki de diye bakabilirdim bilemiyorum.

Hedef koymaya bu kadar güzelleme yaptıktan sonra yaklaşık bir yıldır saat kullanmayı bıraktığımı da söyleyeyim [bir kere kendine ters düşmesen, itiraz etmesen dişimi kıracağım]. Yürüme ve uyku konusunda topladığım veriyi artık değerlendiremediğime karar verdim. Her iki işlemin de sonradan telafisinin veya önceden stoklanmasının anlamı çok az olduğundan artık olduğu kadar diyorum. Telefon bildirimlerini saatten görmek de çok sevdiğim bir şeydi ama telefonun sesini açarak bu derde de derman buldum. Hem sevdiğim şeylerden illa vazgeçmem gereken zamanlar gelmiyor mu? Saatle kıyaslanmaz ne büyük mutluluklara artık ulaşamıyorum. Saatin artık pek kullanmadığım zamanı gösterme özelliğine ise neredeyse hiç ihtiyacım kalmadı. Örneğin şimdi saatin yaklaşık 03 civarında olduğunu tahmin ediyorum ve bilgisayarın saatine bakınca 03:26 olduğunu görüyorum. Bu kesinlikle ne yapabilirim? 03:42 olsa bir şey değişecek miydi? Benim için hayır! Çok gerekirse telefonda saat var ona bakıyorum. Evdeki fırın gibi aletlerin üzerindeki saatlerin tamamı hatalı ve birbirinden farklı. Hiçbirine güvenerek bakamıyorum bu yüzden.

Belki de çocukluğunda bir otorite görmemiş bir çocuğun kendine bir otorite yaratma hatta kendi kendinin babası olma çabasıdır kendine hedefler koyup onları denetlemesi.

5 Kasım 2025 Çarşamba

"asıl yolculuk geri dönüştür"

Geçen bin yılın sonları. Bir kelebeğin kanadıyla gelen mutlulukların örtülere sarılı bir bedenin güverteden karanlık bir denize kayışı gibi sessizce yok olup gittiği zamanlar [Yazıya buradan başlıyorsan ben artık karışmıyorum]. Başarısızlıklar, en iyisini yapmalar hep peşpeşe. Ya bir koşuşturmanın içindeyim ya da bir sessiz sinema piyanisti gibi hayata dokunmadan eşlik ediyorum. Birkaç yıl neredeyse sadece okuyorum. Hemen hemen her gün il halk kütüphanesindeyim. İki yıl sonra sistem odasında 2000 yılı problemiyle uğraşacağım aklımın ucundan geçmiyor. Bir daha çalışma alanını değiştirmemeye kararlıyım. Halbuki bir değil iki defa değiştireceğim.

Erken seçim öncesi kamuya personel alımının durdurulmasının ardından K. şehrine öğretmen olarak atanıyorum [karışmayayım dedim ama Rus romanlarındaki gibi olsun diye böyle yazınca buranın Kırşehir olduğu anlaşılmıyor mu?]. H. ile tanışıyorum kısacık [bak böyle oldu işte]. Almodóvar'ın filmde söylettiği gibi başına bir mucize gelebilir ve bunu fark etmeyebilirsin gibi bir şey. Görevlendirildiğim köyde yok bile yok. Fotoğraftaki okul binası hala yerinde duruyor. Ben çalışırken ne gece aydınlatması var ne de kaldırım. Dışarıda gürül gürül akan bir dünya varken ben altı ortaokul öğrencisine bozkırın ortasında, bir ev odası için bile küçük sayılacak bir sınıfta matematik anlatıyorum.

Ufak tefek bir kız çocuğunu hatırlıyorum o sınıftan. İlgilenebilsem eminim çok başarılı olacak harika bir öğrenciydi. Ne anlatsam gözlerinden ateşler çıkararak dinlerdi. Üniversitede araştırma görevlisi olarak çalışmaya başlıyorum ve onunla irtibatım da kesiliyor. Değil internet, telefon numarası bile yok ona ulaşacak. Yüz hafızam pek zayıf ama bugün gözümü kapatınca adını bile hatırlamadığım o çocuğun yüzü gözümün önünde. Hayattaki bir büyük pişmanlık benim için.

Bu yıl bir veda turnesi gibi geçmişi yeniden ziyaret ediyorum. Geçen ay 26 yıl aranın ardından İbrahim'le bu köye yeniden gittik. Yol üstü bir yer olmadığından geçerken görülecek bir köy değil ama sağolsun İbrahim çekti kahrımı yine. Zamanla benim öğretmenlik yaptığım okul kantine çevrilmiş ve karşısına yeni ve çok daha büyük bir okul binası yapılmış.

Çok az insan yaşadığından elbette bu okulu dolduramamışlar ve çocuklar ilçeye taşımalı sistemle taşınır olmuş. Öğle arasında evine gidip yemeğini yiyebilecek çocuklar şimdi kim bilir nasıl besleniyor, o yolda nasıl yoruluyorlar. Tabi o dağ köyünde bir okula yetecek kadar öğretmeni çalıştırmak da kolay değil biliyorum. Kimse oralarda çalışmak istemiyor. Haklılar da. Yine de çaresi olmayan işler değil elbette.

Köyde yeni ve büyük bir cami daha yapılmış. Her evin bahçesine beton duvarlar çekilmiş. Kim hangi duvardan atlayıp geçemiyor, bir avuç insan bu duvarlarla kimi kimden koruyor anlamak mümkün değil.

Le Guin'in kast ettiği geri dönüş böyle bir yolculuk değil biliyorum ama herkesin yolculuğu kendine önemli geliyor. Bazen de bir mucize tekrarlıyor.

16 Ekim 2025 Perşembe

neden bir kurbağayı yavaşça ısıtmıyoruz?

Aristoteles'in kadınların erkeklerden daha az dişi olduğunu söylemesi ve yüzlerce yıl kimsenin bunun doğruluğunu kontrol etmeye kalkmaması insana ilk okuduğunda çok saçma bir şey gibi geliyor. Gerçek bir dakikada öğrenilebilecek kadar uzakta olmasına rağmen insanın duyduğunu sınamaması ancak çok eski çağlarda olur, şimdi böyle bir önerme olsa her şeyi test ettiğimiz gibi onu da test ederiz diyor insan. Bu şüphecilik çağında en azından bu kadar göz önünde olan şeylere sadece duyarak inanılmaz gibi gelse de geniş kitleler için durumun hala değişmediğini düşünüyorum. Birkaç örnekten bahsedip bir yere bağlayabilecek miyim bakalım.

Kurbağa yavaş yavaş ısıtılırsa sıcaklığın arttığını fark edemeden ölür: Bununla anlatılmak istenen çok açık; değişiklikler yavaş yavaş yapılınca her şeye alışırız. Peki bunun bir sonu yok mu? Biri de çıkıp ben kurbağayı yavaşça ısıtmayı denedim, bir zaman sonra çok sıcak oldu diye kaçtı neden demiyor? Ben eminim kurbağanın ölmeden önce kaçacağına. Yıllar önce küvette sıcak suyun içindeyken uyuyakalmıştım, su yavaş yavaş soğudu elbette ve ben de üşüyerek uyandım. Bu kadar işte! Kurbağalar da bu kadar sıcaklık fazla diyerek kaçarlar o kazandan. Bu, metaforun kullanıldığı anlamı tam tersine çeviren bir tezat değil mi aslında? Toplumsal değişimler yavaş yavaş da yapılsa kabul edilemeyecek bir eşik seviyesi vardır denebilecekken nasıl tam tersine ikna olunabiliyor?

Mehter takımı gibi iki ileri bir geri gitmek: Mehter takımının nasıl yürüdüğünü görmek en az bir kadının dişlerini saymak kadar kolay olmasına rağmen ilerlemenin çok yavaş olduğunu ifade etmek için kullanılıyor bu ifade. Halbuki değil mehter bölüğü, hiçbir birlik geriye doğru adım atmaz. Mehter bölüğü iki adım attıktan sonra bir seferinde sağa, diğer iki adımdan sonra ise sola dönerek etrafı selamlar. Bunun sadece törenlerde yapılan bir şey olduğu herkesin malumu olması gerekirken ve bir tıklamayla nasıl yürüdükleri görülebilirken niye bu zırva metafor hala kullanılıyor? Daha vahimi neden böyle yürüdükleri yönünde bir inanç var? Mehter bölüğünü yürürken görenlere bile sorulsa eminim önemli bir kısmı iki ileri bir geri gittiklerini söyleyeceklerdir.

İğne yapraklılar yaprak dökmez: Herdem yeşil (evergreen) çam, ardıç, sedir gibi ağaçların özelliklerini tarif etmek için kullanılan bir şey onların yaprak dökmedikleri. Hatta sözlüğe bakınca evergreen'in karşılığı olarak yaprak dökmeyen'i görmek mümkün. Eminim öğrenci olduğum yıllarda sorulduysa ben de bunu yazmışımdır sınav kağıdına. Halbuki bahçemizde 4 tane kocaman çam vardı çocukken ve ben sararmış iğne yaprakların yerleri nasıl kapladığını hep görürdüm. Okula bile gitmeden önce gördüğüm, bildiğim bu gerçeği nasıl ezip yaprak dökmediklerine ikna olduğuma yıllardır şaşarım. Çocukluğumdaki bütün arkadaşlarım da aynı durumdaydılar; hepimiz dökülen pürleri (çamların iğne yapraklarını) görüp derste söylenenlere itiraz etmiyorduk.

Yarin yanağından gayrı her şeyde her yerde hep beraber!: Bu da Nazım'ın bizi ikna ettiği kadınların diş sayısı mevzusu. Şiirde (destanda) şöyle bir bölüm var:

"Torlak Kemalle Mustafa
öptüler
şeyhlerinin elini.
Al atların kolanını sıktılar.
Ve İznik kapısından
dizlerinde çırıl çıplak bir kılıç
heybelerinde al yazma bir kitapla çıktilar...

Kitaplarının adı:
"Varidat"dı.
"

Bahsi geçen kitap Şeyh Bedreddin'in Varidat adlı eseri. Varidat öyle efsanevi bir kitap değil, her yerde satılıyor. Ben dahi kelebeğin kanadında uçuyormuş gibi mutlu olduğum bir gün almıştım bir kopyasını. O zamanın dilini okumak zor, kabul ediyorum ama bir sürü dipnotlarla basımları var. Ben büyük bir hevesle okumama rağmen devrimci bir metinle karşılaşmadığımı söylemek zorundayım. Yarım yüzyıldan fazla zamandır Bedreddin'in kendi eserine değil de Nazım'ın onunla ilgili yazdığı şiire inanmak akıl alır şey değil.

Elbette yukarıda yazdıklarımı kimse düşünmemiş, hakkında yazmamış demiyorum ama genel kanaatin gözümüzün önünde olan değil de duyduklarımız olmasında da gören gözler için nice ibretler yok mu? Her seferinde J.F. Kennedy'nin kardeşine yapıldığı gibi kafatasının içini açalım demiyorum ama herkesin dilinde olan, gün gibi aşikar görünen şeyler belki de öyle değildir diye şüpheyle yaklaşmakta fayda var gibi geliyor bana.

14 Ekim 2025 Salı

Saç Örgüsü, Uçurtma - Laetitia Colombani

Okumak sadece bireysel bir etkinlik olsa da birisiyle/birileriyle yakın zamanlarda okuyup üzerinde kısacık da olsa konuşabilmek hayatın büyük keyiflerinden biri benim için. Okunan metnin kendisinde anlaşılmayan bir şey olmasa da kitabın çağrıştırdığı şeyleri duymak, onlar üzerine konuşmak insanın başka türlü elde etmesi mümkün olmayan bir deneyim. Benzer şeyleri okumaktan hoşlanan birini / birilerini bulmak nadirattan bir durum olduğu kadar bunu sürdürebilmek belki daha da az bulunan bir şeydir.

Hakkında konuş(a)masam bile tanıdığım biriyle yakın zamanlarda aynı kitabı okumayı da severim. Belki bu da karşıdakinin arzusunun nesnesi olmayı arzulamanın bir tezahürüdür [bu laflar nereden çıkıyor bugün anlamadım ama neyse]. Velhasıl her kitabının kapağında Fransa'da şu kadar sattı diye yazan (elbette bunda yazarın bir kabahati yok ama) Laetitia Colombani'nin kitaplarının benzer bir saikle [yok artık] okudum. Yan Pasaj Yayınları her iki kitabı da büyük bir özenle hazırlamış. Çevirmen Gülşah Ercenk okurken rahatsız eden bir cümle bile kurmamış. Aslında sadece Saç Örgüsünü okumayı planlıyordum ama yazarın onun devamı niteliğinde bir romanı olduğunu görünce onu da okuyayım dedim [sanki niye okudun diye soran var].

Saç Örgüsü

Yazarın aynı zamanda yönetmen ve senaryo yazarı olması romanın kurgusuna çok olumlu katkıda bulunmuş. Hindistan, İtalya ve Kanada'dan üç kadının hikayeleri bir saç örgüsü gibi kıvrıla kıvrıla uçları bir araya gelecek şekilde anlatılıyor. Romana başladığımda bu kadar alakasız yerlerdeki kadınların hikayeleri neden her bölümde birinin olduğu şekilde yazılmış anlamadım ve birbirlerini görmelerinin kurgunun çok zorlanmasını gerektireceğinden keşke birini bitirip diğerine geçseymiş dedim ama yarıyı geçince neden böyle bir izlek takip edildiğini anladım.

Kitabın arka kapağında yazdığı gibi üç kadının ortak taleplerinin özgürlük olduğundan da şüpheliyim. Tamam üçünün de hayatlarında kontrol edemedikleri şeyler var, bazı şeyleri değiştirmek için fedakarlıklar yapmaları gerekiyor ama istedikleri şeyleri özgürlük şemsiyesinin altında toplamak bence çok basitleştirmek olur. Kızını Hindistandaki berbat ötesi hayattan çıkarmak isteyen annenin talebine özgürlük denebilir mi? Kanadalı avukatın hastalığını öğrendiğinde ailesine daha çok vakit ayırmayı istemesi bir özgürlük talebi mi? İtalyan genç kız zaten aile şirketinin batmaması, sevmediği biriyle evlenmek zorunda kalmamak gibi hedefler peşinde. Bu özgürlük meselesini geride bırakınca romanı genel olarak beğendiğimi söylemek isterim.

Fransız yazarın hiç bilmediği kültürlerden üç kadını bir biriyle aynı yoğunlukta, aynı kültürün kavramlarıyla konuşturması ve düşündürmesi anlatılanlara inanmayı zorlaştırdı benim için. Kast sisteminin dışında kalacak kadar perişan durumdaki bir kadın hakkında şöyle deniyor ama aynı ifade İtalyan veya Kanadalı kadın için de söylenebilirdi. Ülkelerin kültürlerinin, insanların yaşadıklarının düşünceleri üzerinde hiç mi etkisi yok?

Smita kocasıyla birlikte gitmeyi çok istemişti ama savaşmayı reddettiği an Nagarajan'a olan bütün sevgisi de bitmişti. Sevgi kuş misaliydi; bazen bir kanat çırpışıyla geldiği gibi, yine bir kanat çırpışıyla gidiyordu. 

Dünyanın üç köşesindeki kadınların aynı kavramlarla anlatılmaları bende Stanley Kubrick'in Paths of Glory'de Fransız ordusunu İngilizce konuşturması gibi bir etki bıraktı. Yazar bunun için ne yapabilirdi bilemiyorum ama o yazarın sorunu değil mi zaten?

Uçurtma

Devam niteliğinde olduğunu okuyunca yazar Saç Örgüsü'ndeki üç kadını bir şekilde karşılaştıracak diye düşünmüştüm ama öyle olmadı. Smita'nın kızı ile bir Fransız kadın karşılaşıyor Uçurtma'da. Birbirinden çok uzak kültürlerden kadınların dayanışması anlatılıyor gibi görünse de tarihin gerçeklerinden bu kadar habersizmiş gibi nasıl roman yazılabiliyor doğrusu hiç anlamıyorum. Metin Altıok'un "Ben eğilmem gündüzleri ama geceleri kanatırım kendimi" dediği gibi bir kahraman olan Preeti, ilk kitapta saçları önce İtalya'ya, oradan Kanada'ya uçan Lalita ve Fransa'dan bir kurtarıcı gibi gelen Lena bu kitabı bir roman yapmaya yetmemiş maalesef.

Lena Hindistan halkının bir kısmının berbat durumunu görünce "acaba bunda Avrupa'nın hiç sorumluluğu var mı?" diye düşünmüyor. Ailelere Fransa'da öğrencilere el kaldırılmadığını anlatırken kolonize edildiği dönemde Hintlilere neler yapıldığı da hiç aklından geçmiyor. İki defa alıntıladığı "Çocuklar her şeye sahipler, ellerinden aldıklarımız dışında" cümlesinde "Çocuklar" yerine "Hintliler" yazsam ne olur diye veya Hindistan'da neden çocuklara İngilizce öğretiyorum diye düşünemiyor bile. Sanki Avrupa içinde bulunduğu refahı kendi kaynaklarıyla sağlamış ve Hindistan'ın eşit şartlarda olmamasının tek sorumlusu adetleriymiş gibi anlatılması insanın sabrını zorlayan bir masal olmaktan öteye gidemiyor.

Saç Örgüsü hadi neyse ama Uçurtma bence vakit kaybı. 

9 Ekim 2025 Perşembe

plakaların hatırlattıkları

Geçenlerde lise arkadaşımın tavsiyesiyle (Bülent selamlar) Prime Target [1] dizisini izledim. Matematikçi genç bir adamı bir dizide görmek hep heyecanlandığım bir şey benim için. Diziyi genel olarak beğenmesem de açılışındaki sahne beni etkilediğinden onun çağrıştırdıkları hakkında kısaca yazayım istiyorum.

Cambridge'de bir öğrencinin hocasının odasına girip, geldiğim arabanın plakası 204'tü ne kadar ilginç bir sayı dediği sahnede aa ben bu sahneyi bambaşka bir şekilde biliyorum diyip durdurdum. Elbette her sayı için bir güzellik, ilginçlik bulunabilir ama benim sayılarla ilgili en etkileyici bulduğum sahne Thomas Hardy'nin Hintli genç ve büyüleciyi matematikçi Ramanujan'ın yattığı hastanede lafı nasıl açacağını bilemediği için geldiği taksinin plakasının 1729 olduğunu ve sayının hiçbir özelliği olmadığını söylediği sahnedir. Ramanujan ölüm döşeğindeyken [2] iki farklı pozitif sayının küplerinin toplamı olarak, iki farklı şekilde yazılabilen sayıların (1^3+12^3=9^3+10^3) en küçüğü diyor 1729 için. Hangimiz söze nasıl başlayacağımızı bilemediğimizden böyle deli şeyler söylemiyoruz? Bu plan filmde [3] bambaşka bir anda geçiyor ama zaten sanat gerçeğin bozulup yeniden üretilmesi değil mi? Henüz yeterince sıkılmadıysanız 204'ün de üç ardışık sayının (23, 24, 25) küplerinin toplamının karekökü olduğunu söyleyeyim. Ramanujan hakkında bir kitap daha okuyayım diyenler için bunu [4] da bırakmış olayım.

Plakalar diyince Ahmet Hamdi Tanpınar'ı da anmadan geçmek olmaz diyerek Abdullah Efendinin Rüyaları öyküsünden [5] bir alıntı yapmamı mazur görün isterim:

"Gelirken bindiği otomobilin numarasını hatırladı: 1873. Rakamları mutlak kıymetleriyle tekrar topladı. Hepsi 19 ediyordu. 1+9 = 10. Sıfırı atıyordu. Elde kalan birdi; 1 onun çok iyi bir rakamıydı, evvela tekti ve sonra vahdetin ve vahdaniyetin rakamıydı."

Tanpınar yazdıklarını okumaya doyamadığım, Türk edebiyatında neredeyse herkesi etkilemiş bir büyük yazar olduğundan onu yeterince övecek (sanki böyle bir şeye ihtiyacı varmış gibi) bir şey yazmak çok zor benim için.

Bu akşam eve geldiğim taksinin plakası 183'tü. O da benim çok sevdiğim sayılardandır. Buraya kadar okuduysanız sayı nasıl seviliyor demiyor olmalısınız ama ben yine de 183'ün içindeki güzelliklerden birini yazayım [lütfen yaz ne yazacaksan artık]. 183'ten küçük ve onunla arasında asal olan sayılar 120 tane. Şimdi 120 için bakalım ve sonuç 32. 32'den küçük ve 32 ile arasında asal sayıların sayısı da kolayca 16 olarak bulunur. Aradığımız sonuçlar 16 için 8, 8 için 4, 4 için 2 ve 2 için 1 olur. Şimdi bunları toplayalım

120+32+16+8+4+2+1 = 183

İlk bakışta bu büyülü özelliği sağlayan çok sayı olabilir gibi görünse de 10^11'den küçük sadece 57 sayı var [6] bu harika durumda olan.

Bazen aya bakar hüzünlenirsin, bazen de kıytırık bir taksinin plakasında güzellik bulursun.

 

26 Eylül 2025 Cuma

platformlar sanata erişimi zorlaştırdı

Kitapları ekitap okuyuculardan çevrimiçi satın alıp okumak, müziği aylık abonelikle spotify ve youtube'dan dinlemek, filmleri netflix gibi platformlardan izlemek hayatımıza bir miktar kolaylık getirdi bunu inkar etmiyorum. Bunların en önemlisi beklemenin ortadan kalkması oldu bence. Black Sabbath'ın Seventh Star albümünün siparişini verip günü geldiğinde dükkanın açılmasını merdivenlerde beklediğimiz günler çok gerilerde kaldı artık (o günleri büyük bir mutlulukla hatırlıyorum ama bunun müzikle mi yoksa seni bulmuş (birbirimizi bulmuş) olmamızla mı ilgili olduğundan çok emin değilim). Kitapları kargo yolu gözlemeden anında alıp okuyabilmek de hayal edilemeyecek bir konfordu benim gençliğimde. Evden çıkmadan film izleyebiliyor olmak gerçek anlamda bir lüks mü emin değilim ama gösterimde olmayan filmleri izlemenin eskiden de başka yolu yoktu doğrusu.

Ekitaplar aradan geçen bunca zamanda en az yol katedebilen sanat ürünleri oldu maalesef. Amazon'un 16 yıl önce bütün Kindle kullanıcılarından Orwell'in 1984 romanını (tam da romanı çağrıştırır şekilde) silmesi gibi garabetlerin yanında çok az sayıda kitabın ekitap hali ulaşılabilir durumda ve satın aldığınız sitenin uygulamasını kullanmak gibi delice karmaşaları da beraberinde taşıyorlar. Ayrıca ciddi bir maliyet avantajları da yok ekitapların. Elbette gayri resmi tam sürümlerini internetten bulmak mümkün ama konumuz bu değil bu yazıda.

Müzik dinlemek için çok fazla platform var ama hiçbiri kasetten, cd'den, plaktan dinlemenin bütün olanaklarını henüz sunabilir durumda değiller. Ses kalitesini eskisinden çok yüksek bulmak mümkün olsa da aradığın bütün albümlerin bir platformda olması çoğunlukla mümkün olmuyor. Tabi bir de mahkeme kararıyla veya telif haklarındaki anlaşmazlıklar yüzünden sanatçıların/albümlerin engellenmesi durumu var ki beni en çok deli eden şey bu. Grup Yorum'un youtube ve spotify'da hiç olmamış gibi olmaları aslında tehlikenin ne kadar büyük olduğunu göstermeli hepimize. Eskiden de mahkeme kararıyla bir albümün satışı engellenebiliyordu ama evimize gelip plakları toplamıyorlardı. Yarın sadece izin verilen albümleri dinlemekle yetinmek zorunda kalınacak gibi geliyor bana.

Film konusu bana en kafa karıştırıcı gelen şey bu aralar. Eskiden film ya sinemada ya da vhs, cd falan kiralayıp/satın alıp evde izlenebilen bir şeydi. Şimdi gösterimde olmayan bir filmi izleyebilmek için platformlara mecburuz. Sorunum onlara para vermek değil (sanki çok param varmış gibi de olmasın) filmleri bulamamak. Bir sanat ürününün, özellikle sinemanın büyük emek ve masrafla hazırlandığını ve sanatçıların bundan her zaman yeterli geliri elde edemediklerini okuyoruz/biliyoruz. Madem bir film izleyeceğim telif hakkı ödenmiş bir yerden izleyeyim ve onlar da kazansın istiyorum ama sinemalarda gösterimde olmayan (gösterimde olanları zaten sinemada izliyorum) o kadar az film bu platformlarda bulunabiliyor ki inanamıyorum. Filmcehennemi sitelerine gitmeden izleyemediğimiz filmlerin oranı muazzam derecede büyük.

Toplumsal cinsiyet rolü hakkında konuşuruz diyerek Pedro Almodóvar hakkında kitaplar alıp okumuştum, şimdi de baştan izleyeyim bütün filmlerini dedim ama ne mümkün (film birlikte izlenebilir bir şey mi konusunda da yazdım ama çok uzun oldu, yayına almaya değer mi emin değilim). Bütün Almodóvar aramalarında mubi ilk sırada çıktığından dedim alayım buradan da bir abonelik ama bütün filmleri var görünmesine rağmen sadece ilk filmi izlenebiliyor. Diğer filmleri için hep aynı uyarı var: şimdi izleyemezsiniz.

Velhasıl parasını verseniz bile bir kitabı okuyamamak, bir albümü dinleyememek, bir filmi izleyememek üzerinde üzerinde düşünmemiz gereken konulardan biri bence (yine söylemek istediğim şey haricinde başka şeylerden bahsetmiş oldum ama olsun).

5 Eylül 2025 Cuma

Yazan, Yöneten ve Oynayan aynı kişiyse o tiyatroya gitmeyin

Elbette her genelleme gibi bunun da bazı istisnaları var ama istisna olmadan genelleme zaten yapılamaz.  

Oldukça uzun zamandır yerli ve yabancı, özel ve devlet tiyatrolarından oyunlar izliyorum. İzlediklerim arasında en kötülerini sınıflandırdığımda açık ara en kalabalık grubun tek kişilik oyunlar olduğunu söyleyebilirim. Bunların da önemli bir kısmı aynı kişinin oyunu yazdığı, yönettiği ve sahnelediği oyunlar. Çemberi biraz daha genişletince yönetmenin sahneye indiği oyunların, sahnede kaç kişi olursa olsun genel olarak kötü (hatta berbat) olduğunu söylemek mümkün (Okan Bayülgen'in Otelde oyunu tam bir hayal kırıklılığı örneğin). Meslek olarak bu işi yapmadığımdan teorik altyapısını bilemiyorum ama yönetmen (en kaba ifadesiyle) sahnedekilere "bu olmadı" diyecek tek kişi gibi görünüyor. Bu önemli görevdeki kişiyi sahneye çıkartınca onu uyaracak kimse kalmıyor dışarıda. Kendilerini kaydedip izlemiyorlar mı, izliyorlarsa bu saçmalıkları nasıl karşımıza çıkartıyorlar bilemiyorum doğrusu.

Bir diğer gözlemim de tek kişilik oyunların çoğunun tiyatro bile olmadığı yönünde (stand-uplar zaten tek kişilik olduğundan onlardan bahsetmiyorum). Özel tiyatroların oyunların hazırlık süreçlerine zaman ve para ayırmalarının zor olduğunu anlıyorum. Bilet fiyatlarını yüksek tutsalar zaten sınırlı olan seyirciyi salona çekmekte zorlanacaklar kabul. Sisteme dahil olmak istemeyen sanatçıların zaten düşük olan bilet gelirlerini bölüştüklerinde ellerinde yaşamaya yetecek para da kalmıyor olabilir. Ama ortaya çıkan şeyin çoğunlukla tiyatroyla ancak çok uzaktan bir ilgisi oluyor. Gerçekten iyi bir oyun seyretmemiş olan izleyiciler maalesef tiyatro buymuş diye düşünüyor. Örneğin Sertaç Yekeboğa'dan izlediğim Macbeth ödüller almış bir oyun olmasına rağmen hayatta izlediğim en kötü şeylerden biriydi. Yine yakınlarda izlediğim Özgür Özgülgün'ün yazıp oynadığı (tanıtımda yönetmen kelimesi bile geçmiyor öyle düşünün) Hayatı Hikâye Olan Adam Sait Faik isimli seyirlik gösteri asla bir tiyatro oyunu değildi. Son olarak Serkan Atar'ın oynadığı Tutunamayanlar oyunundan çıkınca sahneye koyanların ya romanı okumadıklarını ya da anlamadıklarını düşündüm. Oğuz Atay ve Tutunamayanlar hakkında o kadar çok değerlendirme yazılmış ki izlediğim halini sahneye koymak bence çok ayıp bir iş olmuş. Kumbaracı 50'de Yiğit Sertdemir'in performansıyla izlediğim Demiryolu Hikayecileri ne kadar güzel bir oyundu halbuki. Genco Erkal'dan Bir Delinin Hatıra Defterini, Uğur Yücel'den Hiç'i izleyip büyülendiğimi, Zerrin Tekindor'un oynadığı Toz'da ise hayal kırıklılığına uğradığımı da yazmış olayım. 

Sahneyi sise boğmak, seyircinin düşündüğünü bile duyamayacağı kadar yüksek desibelli müzikle, nereye geldim ben dedirtecek ışıklarla sahneye bakamaz hale getirmek oyunlardaki eksiklikleri elbette kapatmıyor.  Bunu söylerken elbette tiyatro 2500 sene önceki gibi oynanmalı iddiasında değilim. Bütün sanatlarda olduğu gibi tiyatroda da yenilikler denemek istiyordur sanatçılar, ya ne yapacaklardı? Oyuna eşlik eden müzikler, ışıklar, hareketli dekorlar ve hatta arka planda vidyolar gösteriyi zenginleştiren unsurlar olabiliyor. Serkan Keskin'in tek başına oynadığı Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde bu bahsettiğim her unsur vardı ve bence tiyatro olarak çok başarılıydı (ben romanı bambaşka anladığımdan oyunu çok sevmedim ama o ilgisiz bir konu). Moda Sahnesindeki Onur Ünsal'ın hem oynadığı hem de yönetmeni olduğu Babamı Kim Öldürdü? oyununda neredeyse hiçbiri yoktu ama o da harika bir oyundu. Yani demem o ki bir tiyatroyu iyi veya kötü yapan şey kullanılan materyal değil oyunculuk, yönetmenlik ve senaryo.

9 Ağustos 2025 Cumartesi

zor zamanlarda birlikte yaşamak

Dün gibi, önceki gün gibi başladı bugün de. Bunaltıcı bir sıcak, sabah ilaçları, sabah kahvesi, mesajların e-postaların kontrolü, sabah müziği, gece başlanmış ama henüz bitmemiş kitaba devam. İstisnai derecede güzel günler haricinde hayatımın her yazındaki sıradan günlerden biri daha [her konuya gaz ve toz bulutundan başlamasak olmaz mı?]. Öğlen iki gibi balkon kapısından çok yakında mangal yakılıyormuş gibi bir koku gelince bu sıcakta kimde bu cesaret var diyerek çıkıyorum ve gördüğüm manzara şu:

İki yıl önce de benzer bir orman yangını yine çok yakınıma gelmişti. Kitaba nasıl dalmışsam balkona çıkınca itfaiye araçlarının sirenlerini duymaya başlıyorum balkonda. Birileri benim birkaç yüz metre öteden balkonda sıcağına, kokusuna ve dumanına dayanamadığım yangını söndürmeye gidiyor. Belki bazıları geri dönemeyecek. Biliyorum ki itfaiyecilik de üniversite hocalığı, eczacılık, garsonluk gibi bir meslek. Onların da ödenecek kiraları, faturaları var. Büyük risk alıyor olmalarına rağmen dünyaları kazanmadıklarını da biliyorum. İşsizliğin bu kadar yüksek olduğu bir dönemde katlanamıyorlarsa başka meslek seçsinler demenin ahmakça olduğunu da biliyorum (çok şey biliyorum evet).

Genel bir prensip olarak işleyemeyeceğim gündelik bilgilerle ilgilenmiyor olmama rağmen bir tahliye uyarısı var mı diye internete bakıyorum. Belki Kepez Belediyesi değerli eşyalarınızı alıp evlerinizi boşaltın demiş olabilir (Covid döneminde pazar nerede kuruluyor gibi bilgileri SMS olarak göndermeyip twitter'dan yazıyordu belediye başkanı. Böyle saçmalık olur mu dediğim için belediye başkanı beni bloklamıştı. Halkımız bunu olumlu bir tavır olarak görüp kendisini yeniden seçti. 17:30 gibi yangının olası etkilerine karşı tedbirli olmamızı önemle rica ettiğini SMS ile gönderdi sağolsun). Çanakkale misminik ve çok yeşil bir kent. Bir büyük yangının burasını etkilemez denebileceği bir yer yok. Hem evden hangi değerli eşyamı alıp gerisini umursamayabilirim. Aslında evde umursadığım bir eşyam da yok (severek kullandığım şeyler var elbette ama olmasalar unuturum onları hızlıca). Sadece yarın içmem gereken (zaman zaman neden içtiğimi bile düşünmediğim (yanımdakilerin de sormadığı)) ilaçlarımı alsam herhangi bir yerde devam edebilirim hayatıma. Neredeyse on yıldır benimle olan çiçeklerim ne olacak peki? İstanbul'dan, Selanik'ten, Bursa'dan aldığım yavrucakları, tohumdan yetiştirdiğim ve nasıl açacaklar diye merak ettiğim (evet ikincisi de çıktı aynı saksıdan) çiçekleri taşıyamayacağımı biliyorum.

Yangını duyan, benden öğrenen herkes gel bende kal diyor, arıyor. Aramayanlar eminim kocaman adam, ona bir şey olmaz diye düşünüyor. Oğlum çok uzakta, tedirgin. Akşam planladığım online etkinliği son anda iptal edersem ayıp olur diyerek erteliyorum. Gelip seni alalım diyen çok arkadaşım (seviyorum sizi) olmasına rağmen ilaçlarımı alıp çıkmaya karar veriyorum. Evden çıkınca daha iyi fark ediyorum ki dışarıda nefes almak hem kolay değil hem de çok sağlıksız. Bir paket makarnayı üç günde bitirebildiğimden yiyecek bir şey almam gerekmiyor ama madem dışarı çıktım zencefilli gazoz alıp eve öyle döneyim diyorum (acil durum ihtiyacın bu mu derseniz verecek bir cevabım yok).

Ben belki geri dönemem diyerek evdeki her şeyimi (sanki çok şeyim varmış gibi yapmayayım) geride bırakıp çıkmışken, sevdiğim herkesin (en azından büyük çoğunluğunun diyeyim) güvende olduğunu biliyorken marketlerin açık olduğundan hiç şüphem yok [konuya hiç gelmeyeceğini düşünüyordum, şaşırttın beni]. Sanki market çalışanlarının, elektrikçilerin, internet bağlantısında arıza olduğunda telefona cevap verenlerin, akşam çöpleri alacakların, yolda bir çiviye bassam veya köpek ısırsa benimle ilgilenecek sağlık personelinin, kredi kartımda bir sorun olsa arayacağım bankacılık personelinin merak ettiği, yanında olmaları gereken aileleri, arkadaşları yokmuş gibi görev başında olduklarından hiç şüphem yok. Gerçekten markete girdiğimde hiç de orman yangını birkaç yüz metre ötemizde gibi değil. Hoşgeldiniz, poşet ister misiniz, iyi günler dilerim. Kimsede bir tedirginlik yok (sanki bende var gibi konuşmayayım, zencefilli gazoz alıp çıkıyorum sonuçta).

Toplumsal iş bölümünü en zor zamanlarda bile bozmayacak şekilde içselleştirmiş olmamız bana hep şaşırtıcı geliyor. 

6 Ağustos 2025 Çarşamba

bilgi sistemleri için çözüm önerisi

Diğer kurumlar gibi üniversiteler de neredeyse bütün idari işlemlerini çok uzun zamandır elektronik ortamda yürütüyorlar. İşlemleri hızlandırması, mekana bağlı olmadan işlem yapabilme gibi pek çok avantajı getiren dijitalleşme beraberinde bazı sorunları da getiriyor elbette. Bunlar çözülemeyecek şeyler olmamalarına rağmen çoğu üniversite bu sorunlar üzerinde durmuyor bile maalesef. Önce sorunu tarif edip ardından nasıl basitçe çözülebileceklerini yazayım istiyorum.

Sorun 

Her bilgi sisteminde olduğu gibi üniversite bilgi sistemlerinde de farklı yetkilere sahip kullanıcılar var. Öğrenciler ders seçimi ve notlarını görüntüleyebilen kullanıcılara sahipken öğretim elemanları ders içeriklerini, sınav sonuçlarını girebilen, idari yazışmaları yapabilen yetkilere sahip kullanıcılar oluyorlar. Her bölümün başkanı, her fakültenin (meslek yüksekokulu/yüksek okul/enstitü gibi başka birimler de var ama konuyu dağıtmamak için bunlardan ayrıca bahsetmeye gerek yok ve konunun özünü de değiştirmiyorlar) dekanı, üniversite rektörü kendi yönettikleri birimlerin işlerini yapmak için ayrıca yetkilendirilmiş oluyor. Bir de öğrenci işleri birimi var ki onların yetkileri çok geniş. Böyle yetkilere sahip kullanıcılara bazen ihtiyaç oluyor sistemde. Örneğin bir öğretim elemanı sınav notlarını sisteme girdikten sonra öğrencinin itiraz etmesiyle sınav evrakını yeniden değerlendirmiş ve notun farklı olduğuna karar vermişse (veya bir komisyon buna karar vermişse) bu notun sistemde değiştirilmesi gerekiyor ama hocanın bunu yapabilmesi için zaman geçmiş olabiliyor. Bu durumda yazılı bir karar öğrenci işlerine gönderildiğinde onlar not değişikliğini kendi ekranlarından yapabiliyorlar. Öğrencinin mağdur olmaması için birkaç başka senaryoda daha böyle yetkili kullanıcılara ihtiyaç oluyor ama bunların çoğu bilgi sistemlerinin tasarımlarının çok kötü olmasından kaynaklanıyor aslında.

İşin sorunlu tarafı buradan sonra başlıyor. Öğretim elemanından daha yetkili kullanıcılar sistemde bir değişiklik yaptığında bununla ilgili ne dersin sorumlusuna, ne de öğrencinin danışmanına bir bildirim gönderilmiyor. Ben hep çok fedakarca çalışan öğrenci işleri personeliyle çalıştım ama hepsinin evliyalar olduğunu kabul ederek bir sistemi çalıştırmak olmayacak bir şey. Bu üst yetkili kullanıcılar dersinize kayıtlı olmayan bir öğrenciyi ekleyebilir, notunu girebilir, girilmiş notu değiştirebilir ve bundan haberi olması gereken kimsenin haberi olmaz. Bu değişiklikler elbette sql loglarına bakınca görülebilir ama elli bin öğrencisi, iki bin hocası olan bir sistemin veritabanı kayıtlarına bakıp bir anormalliği (ki yukarıda söylediğim gibi bu her zaman anormallik olmuyor) görebilmek pratikte mümkün değil. Durum böyle olunca mezuniyetinize engel olan her şeyin üstesinden gelebilmek için daha yetkili bir kullanıcıyı (onlardan yetkili kullanıcılar da var ama konumuz bu değil) ikna etmeye ihtiyacınız oluyor.

Çözümler

  • Yukarıda sorunu tarif ederken mutlaka yapılması gereken bir konuyu da yazmış oldum aslında. Sistemde her yapılan değişiklik mutlaka öğrenciye, dersin sorumlusuna, öğrencinin danışmanına ve bölüm başkanına bildirim olarak gönderilmeli ve sistem bunu bir seçenek olarak sunmamalı. Sadece bunu sisteme dahil ettiğinizde öğrenciyle ilgili bir değişiklik için öğrenci işleri sorumlusunu, dersin hocasını, danışmanı ve bölüm başkanını, yani dört kişiyi ikna etmeniz gerekir. Bunun mevcut durumdan çok daha zor olacağı herkes için açıktır sanırım. İçinde bulunulan dönem haricindeki bir eğitim öğretim dönemi için değişiklik yapılıyorsa ilgili dekana, öğrenci işleri daire başkanına da bir bildirim gönderilmesi gerekir. Bu bildirimlerin sayısının kontrol edilemeyecek kadar çok olacağını düşünmeyin çünkü böyle bir işlem ancak çok istisnai durumlarda yapılacağından bildirimlere boğulma gibi bir durum olmayacaktır. Bu tip bir değişiklik için neredeyse bütün yetkililerin ikna olması gerektiğinden sahtecilik veya hata yapılması ihtimali neredeyse sıfır olacaktır. Olası küçük ihtimal için de bir çözümümüz iki sonraki maddede mevcut.
  • Sistemde bütün işlemlerin elektronik imzayla yapılması zorunlu olmalı ama değil maalesef. Elektronik imza ile sisteme giriş yapıldığında imzanın sahibine bir bildirim gönderimi de yapılmıyor. Noterde adınıza işlem yapılırken nasıl benzer bir bildirim telefonunuza gönderiliyorsa üniversite sistemlerinde de gönderilmeli. Elektronik imzaların işletim sisteminden bağımsız çalışmıyor veya çok sorunlu çalışıyor olmaları ayrıca üzerinde konuşulacak bir konu. Çok eski java sürümleri kurmayı zorunlu tutan, sadece belli işletim sistemlerinde çalışan e-imzalar kabul edilebilir şeyler değil.
  •  Çok zayıf bir olasılık olmasına rağmen üniversitedeki bütün yetkililerin yapılmaması gereken bir şeyin yapılması konusunda anlaştıklarını varsayalım. Bu kadar olmaz bir şey olduysa, yapılmaya çalışılan şey de çok istisnai olmalı yoksa sadece bir ders notu için böyle büyük bir anlaşmaya ihtiyaç olmadığını yukarıda gördük. Birinin kaydolmaya hak kazanmadığı bir bölüme kaydedilmesi, bir diplomadaki ismin değiştirilmesi gibi bir çırpıda aklımıza gelmeyen işlemlerin kontrolü için bilişim dünyası 1970'lerin ortasından bu yana hazırlıklı. Üniversite kayıt ve diploma bilgileri bir Merkle Ağacı uygulamasında (blockchain veya git) tutulabilir ve bu uygulamalar isteyen herkesin erişimine salt okunur bir biçimde açılabilir. Böyle yapıldığında geçmişe yönelik bir değişiklik yapılmak istendiğinde bunu uygulamalara erişen herkes hemen fark edecektir. Üniversiteye kayıt yaptıran ve diploma alanların bilgilerini kamuya açmak kişisel verilerin korunması kanununa aykırı bulunursa bile bu bilgilere YÖK ve diğer üniversiteler erişebildiğinden yine saklanması imkanı olmayacaktır. Bütün bu birimlerin yöneticilerinin ikna olması durumunda dert edilecek çok başka şeyler var demektir zaten.

Meslekten bilişimci olmayanlar için bu işin mantığını çok yüzeysel bir şekilde anlatayım: Sisteme kaydedilen her veri kendinden önceki verinin özeti adı verilen bir bilgiyi de içerir. Böylece eski bir veride değişiklik yapıldığında sistemin tamamı tutarsız hale gelir ve bunu kontrol etmek çok kolaydır. Konuyu böyle iki cümlede anlatınca özet ne demek, tutarsızlık nasıl fark edilir, git bir blockchain sayılır mı gibi teknik konulara girmek mümkün değil ama bunlar zaten her bilişimcinin bildiği (bilmek zorunda olduğu) kavramlar olduğundan anlamadıysanız da dert etmeyin, kolayca çözülebileceğine inanmanız yeterli.

Velhasıl bilişim dünyası elektronik ortamda yapılan her işlemin bütünlüğünün korunması ve kontrol edilmesi konularında yeterli teorik alt yapıya ve yetişmiş insan kaynağına sahip. Danışmak isteyenler yüzlerce üniversite hocasına ve yüz binlerce bilişim profesyoneline kolayca ulaşabilir.

3 Mayıs 2025 Cumartesi

Çanakkale Gezi Rehberi

Geçen bin yıldan beri Çanakkale'de yaşayan biri olarak kısa bir ziyaret için buraya geleceklere gezip görülecek yerler hakkında kısa bir fikir vereyim istiyorum. Dönem dönem böyle şeyler soranlar olmuş olsa da bu sefer Mesutcan sorunca bunu yazıya dökeyim dedim (çok geç oldu Mesutcan kusura bakma). Önce kısa şunu söyleyeyim: insan yaşadığı şehirdeki otelleri pek az biliyor. Her gece gelip yattığın evin olunca konaklama için bir tecrübe edinmek çok zor. İstanbul'da yaşasam belki durum farklı olabilirdi bilmiyorum. Nasılsa cep telefonunuzdan uygulamaya yazdığınızda kolayca bulacağınızdan yazıdaki mekanlar için konum veya adres tarifi vermedim, sanmıyorum ki bu sorun olsun. Mekanlar için daha sonra fotoğraflar da eklerim diye umuyorum.

Söylemeye gerek yok ama her yer sevdiklerinizle güzel elbette.

Gezip, görme

Çanakkale iki kıtada ve iki adasında gezilecek çok yere sahip bir şehir.  Çok sayıda tarihi mekan olduğundan değil bir günde, bir haftada bile istediğiniz her yeri görmeniz mümkün olmayacaktır. Hepimizin görmediği pek çok yer olduğunu, sizin de burada bazı yerleri göremeyeceğinizi kabul ederseniz belki buraya yazdıklarım daha faydalı olabilir. Hem son gelişiniz olmaz belki bu tatiliniz, Çanakkale bir yere kaçmıyor.

Kordon

Birbiriyle bağlantısı olmayan üç kordonu olsa da kordon denildiğinde aklımıza şehir merkezindeki kordon geliyor. Filmde de gördüğünüz Truva Atının olduğu bu kordonda (Atın önünde fotoğraf çektirmeden gitmek bazı kültürlerde ayıp sayılıyor, ben söylemiş olayım) hava çok rüzgarlı değilse (maalesef bu çok az rastlanan bir şey) yürümek, şehrin yavaş akan hayatını görmek isteyebilirsiniz. Feribotun kalktığı iskeleden başlayıp yaklaşık bir kilometre yürüdüğünüzde deniz olmayan tarafınızda bir çok yeme içme mekanı ve kafe, bar göreceksiniz. Kordon'un büyük bölümü denizin doldurulmasıyla oluşturulduğundan yürürken gölgesine sığınacağınız ağaç yok ama çok sıcak olmayan günlerde biraz dinlenmek için banklar var. Burayı görmeden gitmeyin derim ben.


Eski haliyle ilgisi olmayan, mavi bayraklı bir plajı da olan yeni kordon dolaşmak için güzel bir yer. Merkezdeki kadar olmasa da burada da yeme içme mekanları var. Son yapılan düzenlemelerle burası da eski halinden çok daha uzun ve temiz bir yürüme alanına sahip. Sahilde kamp sandalyelerini, masalarını getirmiş oturan insanların rahatlığı sizi şehre biraz daha ısındıracaktır.

Çanakkale'nin eski halini bilmeyenler neden Kepez diye bir yer olduğunu anlamakta güçlük çekse de (çünkü zaten küçük olan şehrin bir parçası Kepez beldesi olarak biliniyor) siz buraya şehri yeniden düzenlemek üzere gönderilmediğinizden Kepez sahilde ağaçların gölgesinde (hele Mayıs ortasıysa iğde ağaçlarının bulunmaz çiçeklerinin kokusunu soluyarak) bir dolaşın derim. Eskiden pek azdı ama artık burada da güzel mekanlar var oturmak için. Buranın sahil olarak bilinmesine aldanmayın yeni kordon'da olduğu gibi denize girilen bir yer değil burası. 

Park, Bahçe

Madem kordon'a gelip Truva Atı'nı gördünüz belki yolun karşısına geçip Halk Bahçesini de gezmek istersiniz. Yazın en sıcak zamanlarda bile ağaçların gölgesinde biraz yürümek veya bir yere oturup nefeslenmek güzel olur. İçinde oturup bir şeyler yiyip içebileceğiniz mekanlar var, buralarda konserler de oluyor ama zaten birkaç günlüğüne geldiniz buraya, boşverin konseri şehrin keyfini çıkartın.


Eğer şehre arabayla gelmişseniz biraz yukarı çıkıp Özgürlük Parkı da görülecek yerler arasında yer almalı. Mesafe kısa olsa bile yokuş yüzünden yürümek çok yorucu olur. Otobüsün de zamanını denk getirip gidemezsiniz. Bir şekilde parka ulaşınca iyi ki gelmişim diyeceğiniz bir yer olduğunu göreceksiniz. Harika manzara, çok güzel mekan ve ucuz birayla biraz serinlemek iyi gelecektir. Belediye burada çok iyi iş çıkartıyor bence.

Son olarak arabasız kesinlikle gidilemeyecek bir yer önermek istiyorum: Kule 1915.  Şehrin her tarafından görebileceğiniz ve bu neyin nesidir diye merak edeceğiniz acayip kuleye arabasız mümkünü yok çıkamazsınız. Taksi de buraya geldiğiniz otobüs parası kadar tutacaktır (bütün küçük şehirlerde olduğu gibi burada da taksi ateş pahası). Bir kere çıkınca şehre böyle bir yerden bakabiliyor olmak eminim hoşunuza gidecektir. Kuleye aşağıdan bakınca gördüğünüz kavisli yerin üstünden bir tur atıp lokantaya girmeden şehre dönün, çok daha güzel yemekler yiyebileceğiniz tonla yer bulursunuz.

Müze vb.

Çanakkale denildiğinde aklınıza ilk şehitlikler ve abide geliyorsa size bir iyi, bir de kötü haberim var. Buna kötü haber denilirse burasını kendi başınıza ve birkaç saatte gezemezsiniz. Çanakkale kordondan karşı kıtada gördüğünüz o kocaman milli parkı kısa bir sürede dolaşmak bile mümkün değil. İskeleden feribota binip Kilitbahir'e geçtiğinizde rehberlik hizmeti veren turların olduğunu göreceksiniz (isterseniz şehir merkezinde de tur firmaları (örneğin Tenedos) var, onlarla gezip çok memnun kalan arkadaşlarım oldu). Rehberler eskisi gibi hurafeler anlatan insanlar değiller artık. Turlar sabahtan başlayıp akşama doğru bitiyor, yani bugün için ayrıca plan yapmayın. Hem gezmeye geldiniz, aceleye ne gerek var. Karşıya geçtiğinizde Kilitbahir Kalesini de gezmek isteyebilirsiniz ama sanırım vaktiniz yetmeyecektir.

Kilitbahir Kalesinin hemen karşısında Çimenlik Kalesi ve Deniz Müzesi var. Burası eskiden insanların rahatça girip çıktıkları, çocukların koşup oynadığı bir alanken şimdi biletle girilen değişik bir yer olmuş. Ben çok yakınlarda gidip dolaştım. Bence burada vakit harcamaya değmez.

Müze değil ama şehre gelip kordonda turlayınca Saat Kulesini de görün mutlaka. Aslında bir olayı yok, saati gösteriyor ama "aa orayı görmedin mi" demesinler sonra.

Çanakkale'den İzmir'e doğru 25km gitmeyi göze alırsanız veya dönüş yolunuzdaysa Troya Antik Kentini ve Troya Müzesini görün. Truva Atının orijinalini görmeyi umut edenleri güzel bir sürpriz bekliyor burada.

Assos kendi başına bir dünya, Çanakkale'ye 80 km. Özellikle orasını görmek için gelmediyseniz öylesine uğranıp gezilecek bir yer değil. Başka bir sefer burasını görmek için yeniden gelin, çok güzel yerler.

Deniz 

Şehirle ilgili en az bildiğim şey bu. Hemen her yerde denize giriliyor ve denizin soğuk olduğu bir sır değil. Belki bir bilene danışıp buraya eklerim ama sanmıyorum.

Adalar

Şehrin iki güzel adası var (coğrafya dersimizin sonuna geldik). Bozcaada günübirlik de gidebileceğiniz bir yer. Bozcaada feribotuna kadar arabayla veya otobüsle gidin ama adaya arabayla geçmeyin. Ada çok küçük, gideceğiniz her yere toplu taşıma ve taksiyle kolayca ulaşabilirsiniz. Park yeri de problemli. Arabayla geçmeyin. Gitmişken bir şeyler yiyip içince belki orada kalmak da iyi bir fikir olabilir. Sabah güzel bir kahvaltı yapıp dönersiniz. Adaya arabayla geçmediğiniz için canınızın istediği feribota binip dönersiniz. Adaya arabayla... bunu yazmıştım sanırım. Son olarak bayramlarda veya özel günlerde Bozcaada'ya gitmeyin, ne kadar kalabalık olduğuna inanamazsınız.

Gökçeada oldukça büyük bir ada. Arabasız gitmeyin buraya. Zaten tek günlük gidip dönülecek bir yer değil. Birbirine kesinlikle yürüme mesafesinde olmayan, aralarında toplu taşıma da bulunmayan köyleri gidip görmek isteyeceksiniz; arabayla gidin. Gitmeden önce arabanız için randevu almayı ihmal etmeyin.

Yeme içme 

Çanakkale'de güzel yemek yiyebileceğiniz çok yer var. Kordonlarda neden balık ekmek yapan yerler yok bilmiyorum ama ara sokaklarda (aslında şehir o kadar küçük ki ne kadar ara sokak tartışılır bence) dolaşıp balık ekmek yemek isteyenler "bu kadar öğrenci yanılıyor olamaz" diyerek Sardalye'de şansını deneyebilir.

Balık ve rakı için en çok nerede para harcayabilirim diyenler için harika manzarası ve güzel mezeleriyle Yalova Restaurant iyi bir seçenek. Çanakkale'ye gelip Adana veya Kore mutfağından yemekler yemek hangi akla hizmet olur sizin için bilemiyorum. Bunları güzel yapan yerler var mı derseniz elbette var ama onları zaten geldiğiniz yerlerde de güzel yapıyorlardır diye tahmin ediyorum.

Saat kulesinin az ilerisindeki Yalı Hanı sıcak yaz günlerinde üstünü örten mor salkımlarıyla, çoğunluğun birbirini tanıdığı ortamıyla ve çok uygun fiyatlarıyla gittiğinize memnun olacağınız bir yer. Siz tahta sandalyelerde otururken Dalak Kebap satan bir ses duyarsanız söyleyin bir tane. Tadı tahmin ettiğinizden iyi gelecek eminim. [Yalı Hanı tam bir oldtownlu olan Aslı'nın, Dalak Kebap Oğuz'un hatırlatması]

Kordonda oturup güzel bira içmek isteyenler için Helles Cafe'yi de önermeden geçmeyeyim. Çanakkale'de fıçı Weihenstephaner içebileceğiniz benim bildiğim tek yer burası. Kordon'da nerede oturursanız oturun dışarıdaki tezgahlardan midye alıp yiyebilirsiniz. Neredeyse hepsi aynı tezgahtan geldiği için hangisinden alsanız fark etmeyecektir. [Midye Oğuz'un hatırlatması]

Helles Cafe'nin hemen solundaki Doğan Pastanesinin önünde neden kuyruk olduğunu merak ederseniz üşenmeyin sıraya katılıp tadı dondurmadan bile güzel olan külahlardan alın bir tane. Hava sıcaksa eminim hoşunuza gidecek bir çeşidini bulacaksınız. [Dondurma konusunu Oğuz hatırlattı]

Halk Bahçesine ve Truva Atına çok yakın (hoş Çanakkale'de heryer birbirine yakın ya neyse) yemek yiyip, şarap veya bira içebileceğiniz nispeten makul fiyatlı ve çok rağbet gören Akava da benim sıklıkla gittiğim yerler arasında.

Şehirden İzmir'e doğru 14km kadar gitmeyi göze alanlar için (bize bu mesafe uzak geliyor ama ne kadar yakın aslında) saklı bir hazine var: Poseidon Restaurant. İster haftasonu kahvaltısına (inanın değecektir), ister akşam yemeğine gidin çok memnun kalacaksınız. Hatta selamımı söyleyin :)

Çan yolundan 40km kadar ilerlerseniz Balaban Dinlenme Tesislerine varacaksınız. Eskiden yol üzerinde olan bu tesis yolun yeniden düzenlenmesiyle birazcık içeride kaldı ama oğlak çevirme yemek için eskiden üşenmeden gittiğimiz bir yerdi. Şimdi sadece mevsiminde oğlak çevirme bulmak imkanı var. Yakında alkollü içki olmadan oğlak çevirme yemek için bu kadar yol gidilir mi emin değilim ama yolunuzun üstündeyse bir şans verebilirsiniz. [Oğlak çevirme Mesutcan'ın hatırlatması]

Çan yolunda o kadar yol gidilmez derseniz yaklaşık 3km sonra solda Kestanbol Et Lokantası var, oraya gidebilirsiniz. Hem oğlak çevirmenin yanında mezeler güzel, hem pırıl pırıl bir yer. Zaten içeceğiniz iki tek rakı, güzel bir yemekle içip rahatça dönersiniz şehre.

Eceabat'a geçeyim derseniz burada çok güzelden de güzel bir yer var: Suvla Şarapçılık. Çok sınırlı bir menüsü olmasına rağmen her şey çok güzel. Harika bir bahçesi, güzel bir şarap seçkisi ve diğer ürünleriyle oldukça pahalı ama müthiş bir yer.

Son olarak buradan ayrılmadan önce peynir helvasından hem kendiniz tadın, hem de sevdiklerinize götürün. Peynir helvası için Çanakkale'de tek adresiniz Kadir Yaşar olmalı. Aman bunu da aramayayım, bulduğum ilk yerden alayım demeyin. Kapısındaki kuyruktan tanıyacaksınız mekanın neresi olduğunu.


 

25 Mart 2025 Salı

Soğuk Kahve Demlemeye Radikal Yaklaşımlar - 4 - kahve likörü

Kahve likörleri genellikle ucuz içecekler olduğundan vodkaya ayrı, kahveye ayrı masraf yapıp bir kahve likörü hazırlamaya uğraşmak için piyasadakilerden farklı bir tat elde etmeyi hedeflemek lazım. Benim daha önce denemediğim ama internetlerde yaygın bulunan bir tarifi denedim, hem tarifi hem de sonuçları yazayım istiyorum (sanki niye yazdın diye soran var da). Benzer konularda denemelerimi yazmıştım, merak edenler için bağlantılar: [1], [2], [3].

 

Vodka tatsız, kokusuz ve renksiz bir içecek olduğundan içine kattığınız şey neyse onun tadını baskın olarak alıyorsunuz. Bu nedenle likör yapmak için seçeceğiniz vodkanın çok pahalı bir marka olmasına gerek yok bence. Çok aşırı ucuz olanlarda hissedilecek kadar yoğun alkol aroması ve kokusu olduğundan orta karar birini seçmek yeterli olacaktır. Kahve seçimi ise bambaşka bir dünya biliyorsunuz. Bu tarifte öncekilerden farklı olarak çekirdekleri öğütmeden kullanacağız. Ben bu denemede Hollanda'da Oğuz'la aldığım kahveyi ve güzel günleri hatırlatsın diye fotoğraftaki vodkayı kullandım. Siz başka şeyler kullanıp beğenmezseniz kabahati bana değil, kullandığınız malzemelere atarsanız sevinirim.

 

Benim gördüğüm bütün tariflerde çok fazla kahve kullanıyordu. Ben de çok akıllı biri olduğumdan herkesin yanılma ihtimalini güçlü görüp 100gr kahve kullandım. Vodkanın hepsini kullanmaya kıyamadığımdan 500ml yeter dedim. Kahve çekirdeklerini ve vodkayı bir şişeye koyup iki hafta bekledim. Herkes doğrudan güneş almayan bir yere koyun dediğinden ben de öyle yaptım. Hergün bir defa şişeyi hafifçe çalkaladım. Daha ilk günden sıvının rengi kahve rengine dönüştü. İki haftanın sonunda bu kadarı yeter diyerek bekleyen karışımı önce çay süzgeci benzeri bir elekten sonra chemex filtresinden (herhangi bir filtre kahve kağıdı da olur ama sonucu beğenmezseniz, belki hatayı burada yaptım dersiniz diye böyle yazıyorum) süzdüm. Kahve suda veya alkolde çözünmediğinden ışıl ışıl kahve çekirdekleri ve oldukça keskin kahve kokulu bir sıvı (henüz buna likör denemez bence çünkü alkol oranı %40) elde ettim, sek olarak içilmeyecek kadar sert tadı vardı bence. Bazı portakal likörleri de benzer oranlarda alkol içermesine rağmen benim gördüğüm bütün kahve likörleri %20 civarında olduğundan elimdekine biraz su katmam gerekiyordu. Yine neredeyse bütün tariflerde bir birim şekeri bir birim suda eritip bu karışımlara kattıklarını biliyorum ama ben yukarıda da belirttiğim gibi çok akıllı biri olduğumdan 500ml suda 100gr şeker eritip (yine beğenmeme nedeniniz şekerin tipi olabilsin diyerek nasıl şeker kullandığımı yazmıyorum) alkol oranını yarıya düşürdüm. Son haliyle marketten satın alamayacağınız bir şey yapmış oldum.

Hem sek olarak, hem de kokteylde oldukça tatmin edici bir sonuç aldığımı düşünüyorum. Bu konuda son bir plan olarak kahve çekirdeklerini kurutup, öğütüp espresso yapsam nasıl olur diye merak ediyorum. Üşenmezsem belki buraya da eklerim.

 

[1] https://www.nyucel.com/2022/10/soguk-kahve-demlemeye-cold-drip-radikal.html

[2] https://www.nyucel.com/2022/11/soguk-kahve-demlemeye-cold-drip-radikal.html

[3] https://www.nyucel.com/2022/12/soguk-kahve-demlemeye-cold-drip-radikal.html 


Köpek Dişi vs. Saflığın Kalesi

Bir zamandır yönetmenler hakkında kitaplar okuyup çektikleri filmleri sıradan izliyorum. Daha önce de yazmıştım [1] eski filmleri bulup izle...