Hayattaki en büyük şansım karşıma çıkan insanlar oldu. İki soru fazla veya az çözse başka bir okulda okuyacak, babası amiriyle kavga etse başka bir şehre taşınacak biriyle arkadaş olunca onu ben seçmişim gibi hissedemiyorum, tesadüfler bunlar hep. Hayata herhangi bir seviyede müdahale edebiliyorsak bile bunun azami seviyede olduğunu düşünüyorum. Şansıma hep iyi insanlarla karşılaştım; bildiğim ne varsa ya onlardan öğrendim ya da onlar beni daha çok sevsinler diyerek uğraşıp öğrendim. Üniversiteye kadar sadece ansiklopedi okumuş biri olarak edebiyatı, romanı da onlardan / onlarla keşfettim. Bu kadar geriden başlayıp Mehlika Hanım Ailesi'ne [1] bakalım nasıl geleceğiz.
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın büyük romanlarını okumadan önce, bir kitapçı gezme turumda (en sevdiğim faaliyetlerden biriydi, şimdi hemen her şeyi internetlerden alıyorum) Aydaki Kadın [2] romanının çıktığını görmüştüm. Ölümünden bunca yıl sonra bir yazarın nasıl olur da yeni romanı çıkabilir diye şaşırıp aldığımı hatırlıyorum. Romandan o zaman ne anladım hatırlamıyorum ama çok yakın zamanda Oğuz Atay'ın Günlük ve Eylembilim'ini [3] de okumuştum. Eylembilim yeni sayfaları da bulununca yeni baskılar da yaptı, hepsini alıp okudum. Belki Atay'ın aklına girmek, hatta Atay olmak istiyordum o yaşlarda.
Yazarların yayınlanması için yazmadıkları metinlerin basılmasını doğru bulmasam da (ama okuyorum) yayınlatmak için fırsat bulamadıkları metinlerin sonradan basılmasına itirazım yok. Bu metinler ister Selçuk Baran'ın çekmecesinde bulunan Güz Gelmeden [4] gibi hazır bir roman şeklinde, ister Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Araştırmaları Merkezi'nin [5] yaptığı gibi el yazmalarının yoğun emek isteyen işçiliği sonucu karşımıza çıkmış olsun insanı aniden bir leylak koklamış gibi çarpan şeyler oluyor. Selçuk Baran'ın Türkan Hanım'ın Ölümü [6] öyküsünü devlet tiyatrolarında oynanmış olan üç perdelik tiyatrosu ile bir araya getirip bastıran Bahanur Garan Gökşen'i de anmadan geçmek istemem. Bir öykünün nasıl oyunlaştırılabileceğini, bir hikayenin nesinin okunmaya, nesinin izlenmeye değer olabileceğini göstermesi açısından bulunmaz bir örnek bence Türkan Hanım'ın Öyküsü. Annemden bile on yıl önce doğmuş Selçuk Baran'la tanışsam eminim yakın arkadaş olabilirdik [ya rica ediyorum sanki arkadaş olduğunu düşündüğün kaç kişiyle hala konuşuyorsun?].
Orhan Veli'nin kitaplarında yer almayan şiiri bulundu gibi güzel bir haber bence bir yazarın daha önce yayınlanmamış bir eserini okuyabilmek. Bir zamanlar Oğuz Atay'ın Pazar Postası'nda yazdığı yazıları okumak için bütün sayılarının bulunduğu Milli Kütüphaneye gideyim diye planlamıştım sonra baktım ki Yıldız Ecevit Ben Buradayım [7] kitabında sadece üçünü kendi adıyla yayınladığından bahsediyor, gitmedim.
Biraz abartarak söyleyeyim Mehlika Hanım Ailesi'ni okumak geçen bin yıldan beri görmediğim birinden bir mesaj almak gibi geldi bana (elbette hiçbir şey bu kadar güzel olamaz ama bilirsin abartı yazmanın doğasında vardır.). Atay'ın Türkiye'nin Ruhu'nu yazdığı öğrensek mutluluktan çıldırmaz mıydık örneğin?. Kitabı yayına hazırlayanların 1959'un Türkçesinden çeviri yapmamaları, dipnot koymamaları da ayrıca hoşuma gitti. Mai ve Siyah'ı böyle yayınlamak anlaşılmayı çok zorlaştıracakken çok daha yeni tarihli olan Mehlika Hanım Ailesi tahmin ediyorum çoğunluk tarafından sözlüksüz okunabilir durumdadır. Sultan Hamid Düşerken, Kıskanmak, hatta Eski Zaman Kadınları Arasında gibi büyük bir roman değil ama Nahid Sırrı'dan yeni bir metin okuyabilmek bir büyük mutluluk.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder