23 Kasım 2019 Cumartesi

Yalansavar'ın 2019 kehanetleri ne kadar gerçekleşti?

Yalansavar [1] eleştirel düşünce ve bilim haberciliği için takip ettiğim platformlardan biri. 10 Ocak 2019'da 19. podcastlerinde 2018 yılı için yapılan kehanetleri değerlendirdikleri ve 2019 yılı için kehanetlerde bulundukları yayınlarını [2] çok yakında yeniden dinledim ve sonuçların nasıl olduğunu merak ettim. Eminim sizler de kehanetler tuttu mu tutmadı mı diye merak içindesinizdir. Aşağıda hızlıca yaptığım araştırmanın sonuçlarını bulacaksınız.

Yalansavar ekibi 2020'nin başlarında kendi kehanetlerini değerlendirecekleri bir bölüm yapacaktır ama ben bağımsız bir değerlendirme kuruluşu olarak onların kehanetlerinin ne kadarının tuttuğunu değerlendirmek istedim. Kehanette bulunmak için kimseden icazet almak gerekmediğinden bu kehanetleri değerlendirmek için de birinden izin almak gerekmediğini düşünüyorum.

Aşağıda yalansavar konuşmacıları ve onların kehanetlerinin gerçekleşme durumlarını bulacaksınız. Kaynakları olabildiğince bilimsel olması açısından google aramasında ilk sırada çıkan haberler olarak seçtim. Kehanet değerlendirmesi için bu kadar bilimselliğin bile fazla olduğunu düşünüyorum.

Işıl Arıcan

  • Trump kabinesi büyük bir skandalla sallanacak!
Hedefi tam 12'den vuran bir kehanet. 2019'da ABD başkanı Trump ile ilgili çok sayıda azil süreci haberi okuduk [4].
  • Uzakdoğu'da veya Asya'da büyük bir deprem olacak ve beraberinde tsunami görülebilir!
Bu kehanet oldukça muğlak bir ifade taşımasına rağmen The Guardian'ın haberine [5] göre doğru çıkmış. Japonya'da hem deprem, hem de onu takip eden bir tsunami görülmüş.
  • Şöhretin zirvesindeki bir yıldız intihar ederek hepimizi üzecek!
Şöhretin ve zirvenin tanımını yapmak oldukça zor olsa da Koreli pop müzik sanatçısı Sulli'nin intiharını [6] 10 ay önceden gören Işıl Arıcan son kehanetinin de başarılı olmasıyla %100'lük bir tutturma yüzdesine sahip oluyor.

Serdar Başeğmez

  • Siyasetin zirvesinden bir yıldız kayacak!
Bu kehanetin doğru çıkmaması için siyasetçilerin seneyi kayıpsız kapatması gerekirdi ama öyle olmadı ve kehanet tuttu. NY Times bunun için uzun bir liste hazırlamış [7].
  • Sözdebilime devlet katında çok büyük bir engel gelecek!
Bu kehaneti tam olarak doğrulayacak bir haber bulamasam da, bu benim kehaneti net bir şekilde anlayamamış olmamdan da kaynaklanabilir. Sözdebilime devletlerden gelen bir engelleme haberi olmasa bile bütün devletlerden daha kalabalık bir kullanıcı kitlesi olan facebook'tan böyle bir engelleme yapılmış [10]

Edit: Serdar Başeğmez'in uyarısıyla "Geleneksel ve tamamlayıcı tıp uygulamalarının klinik araştırmaları hakkında yönetmelik" bağlantısını ekliyorum [13]. Böylece kehanetin doğruluğu ile ilgili bir şüphe kalmamış oluyor.

Edit 2: Bu kehanet için bir kanıt da Cüneyt Özdaş'tan geldi: Homeopati Fransa'da devletten büyük darbe aldı [14].

  • Nobel sürpriz bir isme gidecek!
Japantimes'ın haberine [8] göre Akira Yoshino'nun kimya alanında Nobel kazanması ülkede sürpriz olarak karşılanmış. Sürpriz olup olmadığını Japonlardan daha iyi bilemeyeceğimize göre Serdar Başeğmez'in kehanetini başarılı saymamız gerekir.

  • 2019'un çok başlarında bugüne kadar görmediğimiz parlak bir kırmızı ay göreceğiz ve bu özellikle Kuzey Amerika gibi bir yerlerde görülecek!
22 Mart 2019 tarihinde Serdar Başeğmez'in bu kehaneti NASA tarafından doğrulanmış [9]. Böylece kehanetlerin tutturulma oranı yine %100 oluyor.

Tevfik Uyar

  • Afrika'da veya Amerika'da patlak verecek yeni bir bela insanlığın önemli bir kısmını tehdit edebilir!
Tevfik Uyar şaşırtıcı bir şekilde Amerika'da 300.000 kişiyi etkileyen Chagas hastalığını öngörebilmiş [11]. Elbette bu kehanetin fazla sayıda kanıtını bulmak mümkündür ama doğru çıktığını ispatlamak için bir kanıt yeterli olacaktır.
  • Ciddi büyüklüğe sahip depremler olabilir ve bundan on binlerce kişi etkilenebilir!
Bu kehanet için yeni bir kanıt aramak yerine Işıl Arıcan'ın ikinci kehaneti için bulduğumuz kanıta bakabiliriz [5]. Bu haberle Tevfik Uyar'ın ikinci kehaneti de doğrulanmış oluyor.
  • Büyük devletlerden birinde ekonomik dalgalanma yaşanabilir ve bunun sonucunda bazı halk hareketleri ortaya çıkabilir!
Uluslararası Af Örgütü, İran'da benzin zammına tepki gösterilerinde en az 115 kişinin öldüğünü açıkladı [12] haberiyle bu kehanetin doğrulandığına itiraz edecek kimse kalmamıştır diye umuyorum. Böylece Tevfik Uyar da %100 başarı oranını yakalamış oluyor.

Peki bunlardan nasıl bir sonuç çıkarmalıyız derseniz podcast'i dinlemenizi öneririm. Ayrıca meraklısı için Tevfik Uyar'ın bir İyi Kehanet Yapma Rehberi [3] de bulunuyor.

[1] https://yalansavar.org
[2] https://yalansavar.org/2019/01/10/podcast-19-2018-kehanetleri/
[3] https://yalansavar.org/2019/01/21/iyi-kehanet-yapma-rehberi/
[4] http://www.hurriyet.com.tr/dunya/mahkeme-trumpi-suclu-buldu-41370002
[5] https://www.theguardian.com/world/2019/oct/12/japan-typhoon-hagibis-tokyo-earthquake-rugby-flood-rain
[6] https://losangeles.cbslocal.com/2019/10/14/k-pop-star-sulli-found-dead-in-home-of-possible-suicide/
[7] https://www.nytimes.com/interactive/2019/obituaries/notable-deaths-politics-public-affairs.html
[8] https://www.japantimes.co.jp/news/2019/10/10/national/surprise-gratitude-japan-akira-yoshino-nobel-chemistry
[9] https://sservi.nasa.gov/articles/red-moon-rising/
[10] https://www.dailykos.com/stories/2019/6/11/1864111/-Facebook-blocks-the-pseudoscience-website-Natural-News-about-damn-time
[11] https://www.nationalgeographic.com/magazine/2019/06/chagas-disease-spread-by-kissing-bug-infects-thousands-in-united-states/
[12] https://www.aa.com.tr/tr/dunya/uluslararasi-af-orgutu-irandaki-olaylarda-olu-sayisi-en-az-115-/1653626
[13] https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2019/03/20190309-2.htm
[14] https://amp.theguardian.com/world/2019/jul/10/france-to-stop-reimbursing-patients-for-homeopathic-treatment

2 Kasım 2019 Cumartesi

Babaların ve oğulların hikayeleri: Kurdun Postu


2019 Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü'nü kazanan Batuhan Aşıktoprak'ın altı hikayesinden oluşan Kurdun Postu [1] Varlık Yayınları tarafından okuyucu ile buluşturuldu. '94 doğumlu genç bir yazar Batuhan Aşıktoprak. Önünde kendini geliştirebileceği ve daha çok yazabileceği (umarım) uzun yılları var. Bir okuru olarak kitabını okuduktan sonra kısa bir değerlendirme yazısı yazmak istedim.

Yazar hikayenin konusu ne olursa olsun arka planda sorunlu bir baba-oğul ilişkisini anlatıyor bize. Hikayelerin kahramanlarının veya yan karakterlerinin babaları ile orunları var. Babalar eşlerinin yanında baskılanmış ama yine de tam annelerin istediği yere gelmemiş karakterler. Kitabın bir hikaye hariç tümünde arkaplanda böyle bir tema olması kitaba bir bütünlük kazandırıyor.

Bütün hikayelerin kahramanları, hangi konumda olurlarsa olsunlar aynı derinlikte düşünüyor ve konuşuyorlar. Bu bazı hikayecilerin tercih ettiği bir yol olsa da bence okuyucu için hikayelerin içine girmeyi zorlaştıran bir durum. Tek başına okunduğunda okuyucunun farkedemeyeceği bir şey olsa da hikayeleri bir arada okuyan okuyucu için (işin doğrusu benim için) başka türlü olmalıymış hissini uyandırıyor. Firuzan'ın Parasız Yatılı kitabı anlatmak istediğime çok güzel bir örnektir sanıyorum. Orada her kahraman aklının yettiğince düşünür, dilinin döndüğünce konuşur. Hikayeyi anlatanın o olduğuna kolayca inandırır sizi.

Anlatım tekniği olarak bir yenilik denememiş yazar. Ya her şeyi bilen, gören bir anlatıcıdan ya da olayı yaşayan kahramanın (buraya nasıl aktarıldığı bilinmeyen) birinci ağzından aktarılmış öyküler. Elbette her edebiyatçı yenilikler denemek zorunda değil. Şeklin içeriğin önüne geçmediği harika eserlerle dolu edebiyat tarihi.

Ben hikayeleri, romanları sonunda ne olacak diye değil de nasıl anlatılmış diye okurum. Batuhan Aşıktoprak'ın hikayelerinde son paragrafta veya son cümlede okuyucuyu hikayenin sonrasını (bazen öncesini) düşündürecek sonlar mevcut. Hikayelerin dergilerde yayınlandığını ve okuyucuyu etkilemesi gerektiğini anlıyorum. İleride tamamı bir kitap olarak okuyucunun karşısına çıkacak hikayelerinde (belki romanlarında) başka bir tarzı olacağını tahmin ediyorum.

[1] Kurdun Postu, Batuhan Aşıktoprak, Varlık Yayınları, 1. basım, 2019

1 Kasım 2019 Cuma

Aşkın ve şiirin kenti Çanakkale

Prag denildiğinde ilk akla gelen şeylerden biri Franz Kafka'dır. Doğduğu ev, mezarının bulunduğu mezarlık ve müzesinin yanı sıra şehrin neredeyse her tarafında Kafka'dan bir şeyler bulmak mümkün. Aynı şeyi Madrid ve Cervantes için de söylemek mümkün. Don Quijote ve Cervantes heykelleri Madrid'in her yanını sardığı yetmezmiş gibi Cervantes'in doğduğu yer olan Alcalá de Henares tamamen bu büyük yazara adanmış bir yerleşim birimi konumunda. Ben sadece Cervantes ile ilgili bir şeyler görmek için gitmiştim buraya.

Elbette Kafka ve Cervantes dünya çapında çok önemli yazarlar olduğundan şehrilerinin her yanından onlarla ilgili bir şeyler fışkırması normal karşılanmalı. Biz kendi değerlerimizi böyle öne çıkartmak için bir çaba göstermiyoruz maalesef. Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ı yazdığı ev bir müze haline getirilseydi, içini gezebilseydik, penceresinden bakabilseydik, hangi okuyucusu orayı görmek istemezdi? Böyle şeyleri ülke olarak önemsemiyor olmamız sanata ve sanatçıya bakışımızın bir göstergesi. Bütün ülkeyi bir anda değiştirmek mümkün olmasa da Çanakkale bunu yapabilir, yapmalı diye düşünüyorum.

Dört büyük, tanınmış şairi var Çanakkale'nin. Garip akımının üç şairinden biri olan Melih Cevdet Anday, 2010'da kaybettiğimiz Arif Damar, İkinci Yeni'nin aykırı ismi Ece Ayhan ve yaklaşık elli yıl şiir yazmış Süreyya Berfe.

Türkçe'nin bu büyük şairlerinin şehrin meydanında birer heykelleri olsa, bir şiir müzesi yapılsa (şairlerin kitaplarının ilk baskıları, şiirlerinin çıktığı dergi ve gazeteler, fotoğrafların ve tabloların sergilendiği bir yer), onların adına her yıl verilen bir şiir ödülü olsa bunun sadece Çanakkale'nin değil bütün ülkenin kültür ve edebiyat hayatı için katkısı olmaz mıydı? Şehirde bir Ece Ayhan Evi mevcut ve saat kulesi meydanının adı Şair Ece Ayhan Meydanı ama bunlar sadece Ece Ayhan'ı bilenler için bir anlam ifade eden şeyler. Çanakkale'nin şairlerine sahip çıkması, onları önplana çıkartan etkinlikler yapması diğer şehirler için de tetikleyici bir etki oluşturur bence.

Her şey bitti sıra şairlere mi kaldı denmezse yaşadığımız şehrin kültürel havası değiştirilebilir. Şehrin meydanlarında, parklarında (neresi uygunsa artık) şairlere ait bir şeyler görmek, bu büyük adamlarla aynı coğrafyada yaşadığını bilmek gençlerimizin önüne bambaşka düşünce patikaları açacaktır.



Çanakkale'li bir büyük edebiyat insanı da Gelibolu doğumlu Yıldız Ecevit. Türkiye'nin en önemli edebiyat eleştirmenlerinden biri olan Yıldız hoca aynı zamanda Oğuz Atay hakkında en kapsamlı kitapları yazmış kişi. İki kıta arasında bir geçiş noktası olan Gelibolu'ya Yıldız Ecevit ve Oğuz Atay'ın heykelleri yerleştirilse ve açılışına Yıldız hoca davet edilse bunun ülkenin geleceğine etkisi ne kadar büyük olur kim bilir. Çanakkale sadece edebiyatçılarına değil, edebiyat eleştirmenine de sahip çıkan bir şehir olarak o heykele harcayacağı parayla asla yapamayacağı reklamı yapabilir.

Son olarak burada önerdiklerimin bir mikro milliyetçilik, hemşehricilik olarak anlaşılmasını da istemem. Varsın Oğuz Atay'ı İnebolu da sahipleniyor olsun. Ankara liseyi bizde okudu diye, İstanbul burada yaşadı diye, İTÜ bizim öğrencimizdi, çalışanımızdı diye sahiplensin Oğuz Atay'ı. Atay öyle büyük bir değerimiz ki onu bölüşerek bitiremeyiz.

Bu topraklardan çıkmış değerlerimizi sahiplenerek gençlerimizi sanata, edebiyata, spora, felsefeye yönlendirmek ülkemizi aydınlık yarınlara taşıyacak yegane yoldur belki de.

21 Eylül 2019 Cumartesi

İstikbale ait bir eser: Mai ve Siyah

Halid Ziya Uşaklığil'in 1896'da yayınlanan [0] romanı Mai ve Siyah'ı ilk okuduğumda muhtemelen hiçbir şey anlamamıştım. Tek hedefi parasız yatılı sınavını kazanmak olan bir ortaokul öğrencisi olarak bir şey anlamamış olmamın bütün suçunu bilmediğim eski kelimelerin çokluğuna mı, dilin bana çok süslü, dolambaçlı gelmesine mi, yoksa bir edebiyat zevkim olmamasına mı yüklemek gerekir bilemiyorum. Belki hepsi birden etkili olmuştu. Genellikle okuduğu kitapları birkaç kez (kimisini 8-10 defa) okuyan biri olmama rağmen Mai ve Siyah'ı ikinciye okumam için aradan otuz beş yıl geçmesi gerekti. Bir okuma grubuyla birlikte okumasam belki de hiç sıra gelmeyecekti bu romana.

İlk yayınlanmasının üzerinden 120 yıldan fazla zaman geçmiş bu romanı yazıldığı haliyle okumak çoğumuz için mümkün değil. Bunun tek nedeni bugün kullandığımızdan farklı bir alfabe ile yazılmış olması değil sadece, Türkçe de artık o zaman olduğu gibi konuşulmuyor. Her ne kadar Halid Ziya latin harfleriyle yeniden basımında,1938, dili sadeleştirmiş olsa da günümüzde bazı yayınevlerinin baskılarını yoğun bir sözlük kullanımı olmadan anlamak, bunun sonucu olarak romanın dilinden zevk almak kolay olmayacaktır. Ben Can Yayınlarının "artık kullanılmayan kelimeleri bugünkü karşılıklarıyla değiştiştirdiği" ve Servet-i Fünun'da tefrika edilirken kullanılan çizimleri de kitaba dahil ettiği basımını [1] okudum. Halid Ziya gibi romanın içeriği kadar kullandığı dile de önem veren bir yazar için günümüz Türkçesine uyarlamak oldukça riskli bir iş olmasına rağmen Taner Erdoğan çok iyi bir iş çıkartmış. 19. yüzyılda yaşayan bir karakter bu kelimeyi nasıl kullanır rahatsızlığını hiç vermeden ve Halid Ziya'nın ince işçiliğini kurulaştırmadan uyarlamayı yapmış.

Her ne kadar Berna Moran "Eleştirmenler Uşaklıgil’in en iyi yapıtının Aşk-ı Memnu olduğunda birliktirler" [2] yazsa da Halid Ziya Uşalıgil bu romanı ve özellikle asıl kahramanı Ahmed Cemil'i nasıl sevdiğini şöyle anlatıyor[3]:
Tereddütsüz söyleyeceğim ki yazdıklarımın hiçbirisini yazmamış olmak ihtimalini o kadar büyük bir hüzün duymayarak düşünebiliyorum. Fakat Mai ve Siyah için böyle değil! Onu yazmış olmak isterdim. Ve pek iyi etmişim ki yazmışım.
Yazarın Ahmed Cemil'e olan muhabbetini her sayfada hissetmek mümkün. Okuyucunun Ahmed Cemil'de bulacağı düşük seviyeden bir duygulanım bile yok romanda, böyle bir şey ihtimali olduğunda da çok kısa zaman sonra Ahmed Cemil bu hatasını fazlasıyla telafi edecek şeyler yapıyor. Ahmed Cemil karakterinin suni, yapmacık bir karakter olduğunu söylemek niyetinde değilim ama yazarın kahramanının üzerine bu kadar titrediği roman sayısı çok fazla değildir sanıyorum.

Roman hakkında ilk değerlendirme yazısının [4] Fazlı Necib tarafından Servet-i Fünun dergisinde yayınlanmasının ardından neredeyse bütün edebiyat eleştirmenlerimizin üzerinde yazdığı bir eser olmuş Mai ve Siyah.

Ahmet Hamdi Tanpınar, Halid Ziya'nın ölümünün ardından yazdığı yazısında [5] "Halit Ziya Uşaklıgil'in hayatı, bir parantez gibi, zevk ve edebiyat tarihimizin ehemmiyetli bir devrini içine alır" demiştir. Kendisi de önemli bir romancımız olan Tanpınar'ın yazısı önemli bir meslektaşının ardından yazılmış, abartılı bir methiye değildir. Tanpınar, Halid Ziya'yı abartmadan, tam olarak kendi gördüğü yerde tarif eder: "Halit Ziya bize kalbimizin yolunu açamadı. Fakat etrafımızdakileri görmenin yolunu gösterdi" der. Nitekim Mai ve Siyah'ın kahramanları olan Ahmed Cemil ve çevresi ne günümüzde, ne de yazıldığı dönemde okuyucunun etrafına baktığında görebileceği karakterler değildir. Tanpınar "Bu kitap için Türkiye'de nesli namına konuşan ilk eserdir, denebilir" [6] dese de, Ahmed Cemil ve en yakın arkadaşı olan Hüseyin Nazmi ortaokulda Fransızca şiir okuyup onun çevirisinin aslı kadar güzel olmadığını farkeden öğrenciler olarak toplumun çok küçük bir kısmını temsil edebilecek durumdadırlar. Halid Ziya'nın büyük romancılığı buradan sonra daha iyi görülür; toplumun böyle yaygın olmayan tiplerini kullanarak okuyucuyu içine kolayca girebildiği, yaşanan acıları hissedebildiği bir kurgu vardır romanda. Asım Bezirci'nin oldukça kötü bir özetle verdiği Mai ve Siyah tahlilinde [9] İsmail Habip bu durumu Ahmet Cemil'i ölü, diğer karakterleri canlı bulması ile açıklar. Yukarıda da yazdığım gibi Halit Ziya, romanın kahramanı olan Ahmed Cemil'i o kadar sevmiştir ki, onu okuyucuya gösterdiği kısa hayatının sonunda annesiyle birlikte iki çöküntü olarak bıraktığında, sonunu intihara değil annesiyle bir bilinmezliğe götürmüştür. Ahmed Cemil'in peşinden koştuğu, sevdiği her şey ellerinin arasından kayıp gitmiş ama o annesine tutunmaktan vazgeçmemiştir.

Oğuz Atay Günlüğünde [7] Halid Ziya'nın "insana ve onun ruhsal durumlarına eğilmek bakımından" kendine benzediğini yazar. "Ayrıca Kırık Hayatlar ve Mai ve Siyah'taki 'tutunamayan' tiplerle bir duygu benzerliği de" bulur. Halid Ziya'da kendisine yakın gelen bir yönün de kahramanlarının sürekli olarak kendileriyle hesaplaşmaları olduğunu yazması da önemli bir tespittir.

Edebiyat-ı Cedide'nin önde gelen bir temsilcisi olan Halid Ziya'nın dili okuyucuda klasik müzik dinliyormuş veya Monet'nin tablolarına bakıyormuş etkisi uyandırır. Okuyucu yazılanı anlamadan okusa bile bundan edebi bir keyif alacaktır [8]. Mai ve Siyah'ın kahramanlarının her hareketleri, düşünceleri başka bir şey "gibi"dir. Yazar bunu okuyucuyu rahatsız etmeyecek bir şekilde yapar, günümüz Türkçesine uyarlanırken dilin bu akıcılığının bozulmamış olması da okuyucu için bir şanstır. Aşağıdaki kısa paragraf size bir fikir verecektir sanırım:
Hüseyin Nazmi bir süre arkadaşının dehasından taşan şiir ateşinin buharı gibi yemek odasının havasında dalgalanan sohbetleri serbest bıraktı, sonra, "Arzu ederseniz bahçeye çıkalım," dedi.
İlk modern Türkçe roman olarak gösterilen Mai ve Siyah, roman kurgusu veya anlatım tekniğinde bir yenilik, anlatılan hikayede bir sürpriz beklemeyen okuyucu için kahramanların canlılığı ve dilinin güzelliği ile 120 yılı aşkın zamandır güzel bir okuma deneyimi sunuyor.

---
[0] http://www.servetifunundergisi.com/eserler/mai-ve-siyah/
[1] Can Yayınları, 3. baskı, 2018
[2] Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, İletişim Yayınları, 28. baskı
[3] Mai ve Siyah, Can Yayınları, 3. baskı, sayfa 318
[4] Virgül Aylık Kitap ve Eleştiri Dergisi, Sayı 21, 1999, sayfa 69
[5] Edebiyat Üzerine Makaleler, Dergah Yayınları, 9. baskı, sayfa 284
[6] a.g.e., sayfa 288
[7] Günlük, İletişim Yayınları, 25. baskı, sayfa 186
[8] Bu ifadelerin bir arkadaşıma ait olduğunu ama kaynak da gösteremediğimi yazmam gerekir
[9] Seçme Romanlar, Asım Bezirci, Evrensel Basım Yayın, 2. baskı, sayfa 62

5 Eylül 2019 Perşembe

Dünya düz mü, Amerikalılar Ay'a gitti mi?

Sıklıkla duyduğumuz komplo teorilerinin başında geliyor dünyanın düz olduğu ve aslında Amerikalaların aya gitmediği iddiaları. Her iki iddia için gün gibi açık fiziksel kanıtların yüzlerce yıldır biliniyor olmasına rağmen bu yazıda konuya başka bir açıdan yaklaşmak istiyorum. Aklı başında herkesin hiçbir fiziksel kanıt göremese bile ikna olması gerektiğini düşündüğüm konular bunlar.

Dünya düz mü?

Bu iddiada bulunanlar şu iki seçenekten birini kabul ediyor olmalı:
  • Yüzlerce yıldır, bu kadar bilim insanının göremediğini şimdi biri gördü.
Burada bahsettiğimiz bilim insanları kimler diye bakarsak Newton, Leibniz, Kepler, Einstein, Hawking ve daha binlercesi çıkar karşımıza. Söylemek istediğim şey onların göremediği bir şeyi bugün biz asla göremeyiz değil elbette. Hepisinin yanlış bildiği bir şeyin doğrusunu şimdi öğreniyoruz demek çok ciddi bir iddia ve bunun bir YouTube videosundan daha fazla delile ihtiyacı var. Bilim hep yanlışlanarak ilerliyor diyenler için Newton'un hareket kanunlarının yaklaşık 350 yıldır geçerliliğini koruduğunu hatırlatmak isterim. Türev ve integral hesabını icat etmiş olan Newton'un, göreliliği bulan Einstein'ın, karadelik ışımasını öngören Hawking'in dünyanın düz olduğunu görememeleri bana ihmal edilebilecek kadar küçük bir olasılık olarak görünüyor.
  • Yüzlerce yıldır dünyanın düz olduğunu gören bilim insanları anlaşıp bunu bize söylemediler (söylettirilmediler).
Böyle bir iddiada bulununca o kadar kalabalık bir bilim insanı grubundan bahsediyoruz ki, onları ne tehditle, ne de herhangi bir vaatle ikna etmek mümkün olamaz. Tarih doğru bildiğini her ne pahasına olursa olsun söylemekte ısrar eden bilim insanlarıyla dolu. Örneğin aşağıdaki fotoğrafta ortada yeralan Max Planck, küçük oğlu Hitler’e suikast yüzünden tutuklandığında onun bağışlanması için dahi nazilerle çalışmayı kabul etmemiştir. Dünyanın düz olduğunu görüp bunu saklaması için ona ne vaat edilmiş veya neyle tehdit edilmiş olabilir?


İşin doğrusu dünya küçük ölçekte düze çok yakındır.

Amerikalılar aya gitti mi?

İnsanlığın uzay macerasının Amerika ile Sovyetler Birliği arasındaki yarışın sonucu olduğu, üzerinde tartışma olmayan bir konudur. Sovyetler Birliği Yuri Gagarin'i dünyanın dışına çıkartıp çok büyük bir adım atmışken Amerikaların aya gittiğine ikna oldu ve "birinci olamıyorsan ikinci de olma" diyerek bu yarışı bıraktı. İkna oldu derken binlerce bilim insanından, siyasetçiden ve yüz milyonlarca insandan bahsediyoruz. Şimdi Neil Armstrong'un aydaki fotoğraflarına bakıp yok bayrak neden dalgalanıyor, yok ayda ayakizi mi olur diyenler kendilerinin bu dahice gözlemlerini tek amacı ülkesini uzay yarışında ileri taşımak olan bilim insanlarının yapamadığını düşünüyorlar. Zamanının en büyük iki gücünden biri olan Sovyetler Birliğinin yenilgiyi kabul ettiği ve "gitmediniz aslında, bizi kandırıyorsunuz" demediği bir konuda bir fotoğrafa bakıp asıl gerçeği görebildiğini düşünen birini bir yazıyla ikna etmek mümkün olamaz biliyorum ama yine de böyle bir refleks geliştirmek ve alemin tek akıllısı ben miyim? diye sorgulamak (belki gerçekten öylesinizdir, kim bilir) hayatın geri kalanında da işe yarar diye düşünüyorum.


4 Eylül 2019 Çarşamba

Görev her ne pahasına olursa olsun yapılmalı mı?

Çocukluğum ve ilk gençliğimde okuduğum kitaplarla ilgili çok az şey hatırlıyorum. Önemli bir kısmını Savaş ve Barış Rusya'da geçiyor derinliğinde hatırlarken, diğerlerinin o kadarı bile aklımda kalmamış. (Madem bu kadar unutuyoruz neden hala okumaya devam ediyoruz sorusuyla ilgili çok güzel bir yazı bu linkte var [1].) Bu kitapların benim için tek istisnası Victor Hugo'nun 1700 sayfayı aşan Sefiller romanı. Bu yıl Sefiller'i tekrar okuduğumda neredeyse her sahne gözümde canladı. İlk okumamda kitabın özetlenmiş halini okumuş olmam gerekirken nasıl oldu da her ayrıntıyı hatırlıyorum diye düşünürken annemle ve kardeşimle Cosette hakkında konuşup üzüldüğümüzü de hatırladım. İyi de bu nasıl olmuştu? Klasikleri okuyup, üzerinde tartıştığımız bir çocukluğum da olmadı doğrusu. Böyle durumlarda hep yaptığım gibi kardeşime sordum nedir bunun esrarı diye. O yine beni şaşırtmadı ve radyo tiyatrosunda arkası yarında dinlediğimizi hatırladı.


Sefiller günümüzde benzeri yazılamayacak bir roman. Üzerinden 150 yıl geçmiş bir romanının benzerini tekrar yazmak elbette mantıklı bir şey değil ama Victor Hugo sadece bir roman yazmak niyetiyle yazmadığından günümüzde tekrarı mümkün değil diye düşünüyorum. Hugo yıllar aylardan, aylar günlerden, günler anlardan ibarettir diyerek sadece hikayenin etrafındaki kişileri ve olay örgüsünü değil dönemin Parisini de olabildiğince detaylı anlatmış. Paris hakkında gereksiz ayrıntılar başlıklı bir bölüm olmasından da anlaşılabileceği gibi roman kurgusunun çok dışında şeyleri de okuyucuya sunuyor Hugo.

Roman pek çok konuya değiniyor ama Javert'in yıllar boyunca Jean Valjean'nın peşinden koşması ve vazifesini her ne pahasına olursa olsun yerine getirmeye çalışması çok dikkat çekicidir. Jean Valjean bir kader kurbanı olarak hapse düşen biri olmasına rağmen hayatındaki bir kırılma anından sonra hep başkalarının iyiliği için, dürüstlükle hayatını geçirmeye çalışmıştır. Javert ise bütün hayatını görevinin gereklerini harfiyyen yerine getirmeye adamış bir müfettiştir. Jean Valjean gerektiğinde bütün bir şehrin ve kendisinin menfaatleri pahasına bile bir kişinin hak etmediği bir cezayı almasına razı olmaz ve doğruyu söyler. Javert ise kendisi için tanımlanan görevleri valinin karşısında bile uygulamaktan çekinmez, hatta bu görevlerin doğru olup olmadıklarını bile sorgulamaz. Roman boyunca sürekli Jean Valjean'ın ensesinde olmasına, ona neredeyse hiç huzur vermemesine rağmen Javert'ten nefret etmek zordur. Çünkü Javert yaptıklarını kimseye kötülük olsun diye yapmamaktadır. Javert'in hayatı görevleri düşünmeden, sorgulamadan gerçekleştirmek üzerine kurgulanmıştır. Romanın sonuna doğru Javert Jean Valjean'ın nasıl biri olduğunu açıkça görür. Bir yanda bütün hayatını üzerine bina ettiği görevler, kurallar bütünü, diğer yanda ise iyi biri vardır. Javert için bunlardan birini seçmek mümkün değildir. O da gerekeni yapar.

Javert'in düştüğü ikilem bence Sefiller'in en çarpıcı tarafıdır. Benim de dönem dönem kendimi onun konumunda bulduğum olmuştur, olmayan var mıdır acaba? Çok uzun yıllar önce bir açık öğretim önlisans sınavında salon sorumlusuydum. Hangi bölümdü hatırlamıyorum ama sınava girenlerin neredeyse tamamı emeklilik yaşı gelmiş çalışanlardan oluşuyordu. Önlisans mezunu olduklarında emeklilikteki özlük hakları daha iyi olacağından bu sınavları verip mezun olmaları gerekiyordu (eminim hala bu durumda olanlar vardır). Bu derslerden hiçbir şey öğrenmedikleri gibi öğrenseler bile onları uygulayacak kadar çalışma zamanları yoktu. Biliyordum ki mezun oldukları gün emeklilik dilekçelerini verecekler. Annem yaşlarında bir teyzenin oldukça beceriksiz bir şekilde kopya çekmeye çalışması karşısında ben de Javert gibi hissetmiştim. Bir yanda salon görevlilerine yorum yapma fırsatı vermeyen kurallar dizisi, diğer yanda teyzenin çaresizliği. Mesleki görevim kopyanın kesinlikle yanlış olduğunu söylese de o teyzenin gerçekte o sınavdan başarıyla çıkıp çıkmamasının ne onun için, ne yaptığı görev için, ne de ülke için hiçbir anlamı olmadığını da biliyordum. Kopya çekmeye izin vermek de, o teyzeye kopya çekmekten tutanak tutmak da benim için eşit derecede seçilemez durumlardı. O sınavdan sonra bir daha böyle bir sınavda görev almadım.

Sefiller'i okurken tepkimiz Javert'in Jean Valjean'ın iyi bir insan olduğunu görüp onu görmezden gelmesini istemek oluyor ama gerçekte istediğimizin kanun adamlarının suçlular için inisiyatif kullanması olduğundan da çok kuşkuluyum. Bir kere Javert'e kararlarını kurallara göre değil de kendi aklına göre alma yetkisini verdiğimizde sonrası nasıl gelirdi acaba? Javert kurallarda yer almamasına rağmen kendisine suçlu gibi görünen birini tutup götürse yine ona bu yetkiyi verdiğimize memnun olacak mıydık? Hakimlerin kanunlarla belirlenmiş bir çerçevede kanaat kullanma yetkisi var ama onları bu durumlar için yeterince eğittiğimizi ve tecrübeleri olduğunu kabul ederek bu yetkiyi veriyoruz. Javert'in böyle bir yeterliliği olmadığı halde ondan inisiyatif almasını beklemek aslında adil de değil.

Kendimizi güvende hissetmemiz için kesinlikle uygulanacak kurallara ihtiyacımız varken bu kuralların bazen (kime göre?) esnetilebilmesini istemek üzerinde düşünülmeyi hakeden konulardan biri bence.


[1] https://t24.com.tr/yazarlar/cemal-tuncdemir/kitaplarda-okuduklarimizi-unutuyorsak-hala-neden-okumaliyiz,21516

2 Eylül 2019 Pazartesi

Oğuz Atay okuma rehberi

Oğuz Atay hayattayken pek az okunmuş, beklediğinin çok altında eleştiri ve değerlendirme almış bir yazar. Berna Moran'ın dediği gibi Türk edebiyatında yepyeni bir evre olan Tutunamayanlar'a başlamış ama bitirememiş çok tanıdığım olduğundan eserlerini hangi sırayla okumanın onu anlamayı kolaylaştıracağını (elbette kendi fikrime göre) tarif etmek istiyorum. Atay'ın bütün eserlerinin bir değerlendirmesini yapmak bir blog girdisi ile yapılabilecek bir şey olmadığından niyetimin sadece onun kitaplarını daha iyi anlamak için kişisel bir kılavuz hazırlamak olduğunu da söylemeliyim.


Korkuyu Beklerken: Oğuz Atay okumaya başlangıç için en uygun kitabının hikayeleri olduğunu düşünüyorum. Hikayelerini okuyan okuyucu Atay'ın diğer kitaplarında daha derinleşecek olan diline uygun bir başlangıç yapmış olacaktır. Zaten kısa hikayelerden oluşan kitapta Kafka'nın Dönüşüm'ü gibi okunabilecek "Unutulan", Atay'ın bütün eserlerinde bulunan mizah duygusunun en yoğun hissedileceği "Ne Evet, Ne Hayır" ve 'Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?' diye biten "Demiryolu Hikayecileri" öykülerinden sonra Atay'ın tarzına olabildiğince alışılmış olacaktır.

Eylembilim: Oğuz Atay'ın tamamlamaya ömrünün yetmediği romanı Eylembilim'i diğer hacimli kitaplarından önce okumanın hem Tutunamayanlar hem de Tehlikeli Oyunlar'a iyi bir ön hazırlık olacağını düşünüyorum. İlk baskısında sadece 36 sayfası Günlük ve Eylembilim adıyla basılmıştı. Şimdi 114 sayfalık bitmemiş bir roman olarak okunabiliyor. Tamamlanmamış olması okuyucunun şevkini kırmasın, diğer romanlarından daha az karmaşık ama neyin gerçek neyin hayal olduğunun yer yer karıştığı haliyle Oğuz Atay diline alışmaya hazırlık için faydalı olacaktır.

Tutunamayanlar: 1970 TRT roman ödülünü kazanmasına rağmen 700 sayfadan fazla hacmiyle ilk baskısı iki cilt halinde Sinan Yayınlarından yapılmış modern edebiyatımızın en önemli eserlerinden birine geldik artık. Atay bu romanında içeriğe olduğu kadar şekle de çok önem vermiş ve klasik bir romandan oldukça farklı bir kurgu kullanmış. Romanın içinde sayfalarca süren bir şarkı, onun birkaç katı süren açıklamalar, 77 sayfa noktalama olmadan aktarılan bir konuşma, bir ansiklopedi, tiyatro oyunu gibi klasik okuyucu için alışılmadık anlatım biçimleri kullanmış. Benim gördüğüm okuyucular eğer şarkıda değilse şarkının açıklamalarında romanın kurgusundan koparak okumayı bırakıyorlar. Bu kısmı sabırla geçebilen okuyucuyu ileride tekrar tekrar okumak isteyeceği bir büyük metin bekliyor.



Günlük: Oğuz Atay Tutunamayanlar'ı yazdıktan "Selim gibi, günlük tutmaya başlayalım bakalım" diyerek başlamış yazmaya. Tehlikeli Oyunlar, Oyunlarla Yaşayanlar, Eylembilim ve Bir Bilim Adamının Romanı ve diğer konulardaki Atay'ın düşüncelerini öğrenmek için bulunmaz bir kaynak.

Tehlikeli Oyunlar: Atay'ın ikinci romanı Tehlikeli Oyunlar da oldukça hacimli bir eser. Tutunamayanlar gibi takip etmesi güç değil. Özellikle Günlük okunduktan sonra Tehlikeli Oyunlar bir yandan daha kolay anlaşılacak bir yandan da Günlük'te okuyucunun aklına sokulan soru işaretleri neyin gerçek neyin hayal ürünü veya oyun olduğunu sorgulatacaktır. Türkçe edebiyatın en güzel finallerinden biriyle biten romanı en az Tutunamayanlar kadar severim ben.

Oyunlarla Yaşayanlar: Yine Günlük'ten öğrendiğimiz kadarıyla Oğuz Atay'ın ilk halini Yıldız Kenter'e okuduğu ve beğenmediği için iki defa daha yeniden yazdığı Oyunlarla Yaşayanlar iki perdelik bir tiyatro oyunu. Tutunamanlar ve Tehlikeli Oyunlar'ın içinde zaten defalarca senaryolar okuduğunuz için bu oyunu da okumak isteyeceksiniz.

Bir Bilim Adamının Romanı: Atay'ın diğer eserlerinden oldukça farklı, hocası Mustafa İnan'ı anlattığı bir biyografik roman Bir Bilim Adamının Romanı. Önsözünü Cahit Arf'in, sonsözünü ise Mustafa İnan'ın oğlunun yazdığı bir romanı okumak bile kendi başına heyecan verici. Onu son sıraya koymamın nedeni Atay'ın tarzının tamamen dışında olması, yoksa başka hiç Oğuz Atay okumayacak bir genç bile sadece bu romanı okuyup faydalanabilir ve edebi bir tatmin duygusu da alır.

Sevgili Halit, Halit Refiğ'e Mektuplar: Bir Oğuz Atay eseri olmamakla birlikte onun çok sevdiği bir arkadaşına yazdığı mektupları okumak Oğuz Atay'ı tanımak açısından bulunmaz bir kaynak. Oğuz Atay mektuplarında kendi yaşadıklarından, dönemin edebiyat ve sanat çevrelerinden bahsediyor. Hastalığının son devrelerine kadar yazmayı sürdürmüş olması yaşadıklarını ilk ağızdan duymak imkanı veriyor.

Oğuz Atay'ın bütün eserleri bu kadar ama onu daha iyi anlamak ve yazdıklarının içine daha çok girebilmek için hakkında yazılmış değerlendirmeleri ve ilişkili kitapları okumak da faydalı olacaktır diyerek meraklı okura birkaç öneride daha bulunmak isterim:

Oğuz Atay'da Aydın Olgusu: Yıldız Ecevit'in Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar, Tehlikeli Oyunlar romanları ile Oyunlarla Yaşayanlar tiyatro oyununu bir üçleme olarak ele aldığı ve kahramanların isimlerinden kitapların kurgularına kadar hemen her şeyi incelediği okuyucuyu harcanan emeğe hayran bırakan bir kitabını her Oğuz Atay okuru okumalı.

Ben Buradayım: Yine Yıldız Ecevit'in neredeyse Tutunamayanlar hacminde yazdığı, Türkçe'de yazılan en kapsamlı değerlendirme ve analiz çalışması. Oğuz Atay kendisini bu kadar ayrıntılı okumuş ve anlamış birini görebilseydi eminim çok mutlu olurdu. Dikkatli okurların bile gözünden kaçan hemen her ayrıntıya değişmiş Yıldız Ecevit bu eserinde.

Hamlet: William Shakespeare'in yaklaşık 400 yıl önce yazdığı oyunu ne izlediğimde ne de okuduğumda içinde Atay'ı andıran bir bölüm dikkatimi çekmemişti. Yıldız Ecevit'in de işaret ettiği gibi Atay'ın kahramanlarının çokça adını zikrettikleri Hamlet'i okumak onların karşısındaki karakteri hatırlamak açısından iyi olacaktır.

23 Ağustos 2019 Cuma

Reddedilemeyecek bir felsefi teklif: sevince dönüşmek

Çetin Balanuye'nin "Spinoza'nın Sevinci Nereden Geliyor?" kitabının ilk bölümünün başlığının "Neden Sevinç Duymak Kolay Sevince Dönüşmek Zordur?" olduğunu gördüğümde doğrusunu söyleyeyim okuyacağım kitabın bir kişisel gelişim kitabı olmasından korktum. Kitabın felsefi bir metin olduğunu biliyordum elbette ama sevince dönüşmek ifadesi Spinoza'yı bilmediğimden öyle hissettirdi başta. Merak edenler için söyleyeyim kesinlikle öyle bir kitap değil.
Her çalışma alanının kendi terminolojisi olduğu gibi felsefenin de kullandığı, bizim günlük konuşma dilinde hiç kullanmadığımız kelimeler, kavramlar var. Felsefi bir metin okumanın en ciddi zorluğu bu kavramlara takılmak oluyor diye düşünüyorum. Sıradan okur (yani çoğumuz) tin, töz, ethos gibi kelimeleri, kavramları okuyunca sanki metin bize hitap etmiyormuş gibi davranıyor çoğunlukla. Aslında her çalışma alanı kendi yeni kelimelerini üretiyor ya da mevcut olanları başka anlamlarda kullanıyor. Örneğin bir bilişimci bit kelimesini okuduğunda aklından bir canlı geçmiyor. Bir çalışma alanının kendi kavramlarını günlük konuşma diline yakın bir dille anlatmaya çalışmanın konuyu çok yüzeysel anlatıp isteneni yeterince derinlikli aktaramamak gibi bir tehlikesi de var. Çetin hoca Spinoza'yı felsefeyle içli dışlı olmayan bir okura bu tehlikeli yola hiç sapmadan anlatabilmiş. Bir konuyu çok iyi bilmenin en önemli göstergelerinden biri bu bence: siz onu yaparken (anlatırken) izleyen (okuyan) eğer bu çok kolaymış ben de yaparım diyebiliyorsa işin hakkını veriyorsunuz demektir. Burada elbette Çetin hocanın anlattığı konuyu yeterince iyi anlatıp anlatmadığını söyleyecek yeterlilikte değilim ama kitabı bitirdiğimde derinlikli ama kavranması kolay bir metin okumuşum hissine sahip olduğumu söyleyebilirim. 150 sayfalık bu metnin arkasında bir ömürlük çalışma, düşünme olması ve bunu bir günlük zamanda okuyabilmek insanlığın en büyük mucizelerinden biri bence.

Eğer bir blog girdisinde Spinoza'nın düşünceleri veya sadece sevince dönüşmek kavramı anlatılabiliyor olsaydı Çetin hoca da bu kadar uğraşıp bu konuyu kitaba dönüştürmezdi eminim. O nedenle kitabın içeriğini meraklı okura önermekle yetineceğim.

Çetin hoca "İyi kitap her okuyanla yeniden yazılır, okurlarımdan kitabımı uzatmalarını dilerim" demişti kitabı okumaya başladığımızda. Kitap hem içeriyle ilgili okuyucuyu düşünmeye teşvik ediyor hem de Spinoza ile ilgili bu kavramlarla ilişkili başka kitapları yeniden (daha önce okumadıysanız ilk defa) okumaya yöneltiyor. Kutsal kitaplardan romanlara kadar oldukça geniş yelpazedeki kaynakçanın bir kısmını yeniden okudum ve ilk okumalarımdan oldukça farklı bir deneyim oldu benim için. Kısaca bunlardan da bahsedeyim istiyorum.

Herman Hesse'nin Çarklar Arasında romanını ilk okuduğumda Kayseri Fen Lisesinde üç yılını parasız yatılı geçirmiş bir öğrencinin yaşadığı acılarının bir türevi olarak okumuştum. Aşkıncılık ve içkinlik kavramlarını hem bilmiyordum, hem de üzerine düşünmemiştim. Aklımda bu kavramlarla romanı tekrar okumam romanın özünü değiştirmedi ama kavrayışımı değiştirdi. Romanı, çocuğu olan herkesin ve bütün eğitmenlerin mutlaka okumasının gerektiğini düşündüğümü de yazmış olayım.

Hermann Merville'nin Billy Budd romanını ilk okumayı denediğimde iki yüze yakın dipnotu olan romanı çok sıkıcı bulup bitirememiştim. Tekrar okumamamda da oldukça sıkıcı bulduğumu ve çok kısa bir roman olduğu halde bir kısa hikayede anlatılabilecek konunun uzatıldığını düşündüğümü söylemeliyim. Haset ve imrenme duygulanışlarını çok iyi verdiğini inkar edemesem de Çetin hoca gibi anlamak için bir süre daha düşünmek, okuma yapmak gerekiyor bence.

Nikos Kazancakis'nin Zorba romanını okumayanlar bile filmini izlemiştir sanırım. Anthony Quinn'nin müthiş oyunculuğu ve harika müzikleri sayesinde Yunanistan denildiğinde ilk akla gelen şeylerden biridir sanırım bu eser. Aklınızda sevince dönüşmek kavramı varken bu romanı okumak Zorba karakterinde birinin gerçekte nasıl sevince dönüşebileceğini gözünüzde canlandırmanıza imkan verecektir. Kazancakis'in Spinoza'yı nasıl böyle içselleştirebildiğine imrenerek okudum romanı ve tekrar okuduğum için mutlu oldum.


Andy Merrifield'ın Eşeklerin Bilgeliği kitabı Çetin hocanın alıntı yaptığı bir kitap olmasa kesinlikle okumayacağım bir kitaptı. Hatta ilk sayfalarında sadece eşeklerden bahseden bir kitap okuduğuma bile inanamadım desem yalan olmaz. Kitap ilerledikçe yazarın elimde tuttuğum kitaba bütün ömrünü koyduğunu gördüm. Sevdiğim bir arkadaşımın dediği gibi "kitabın her cümlesi başka bir kitaba ait" gibiydi. Burada kitabın çevirmeni olan Akın Terzi'nin harika çevirisinden de bahsetmeden geçmek istemem. Akın bey o kadar güzel çevirmiş ki kitabı, içerik kadar hatta bazı yerlerde daha fazla dilin ne kadar iyi kullanıldığı dikkatinizi çekiyor. "Biz hızlandıkça, bizden kaçan şeydir artık hayat." Saçma bir kişisel gelişim kitabı gibi düşünüp okumayı atlamayın derim.

Michael Pollan'ın Arzunun Botaniği bahsedeceğim son kitap olacak. Spinoza nasıl beden ve zihin gibi bir ayrım yok diyorsa Pollan da insan ve doğa diye bir ayrım yapmamamız gerektiğini söylüyor. Elma, lale, kenevir ve patates ile ilişkilendirdiği tatlılık, güzellik, sarhoşluk ve kontrol arzuları etrafında daha önce düşünmediğim (muhtemelen sizin de düşünmediğiniz), üzerinde bir ömür harcanmış bir kitap Arzunun Botaniği. Çevirmen Sevim Okyay çok başarılı bir işe imza atmış. Çetin hocanın kitabını daha iyi anlamam için bir vesile olmasının yanı sıra tek başına okunduğunda da ufuk açıcı bir kitap olduğunu söylemeliyim.

Bundan sonra sırada Çetin Balanuye'nin "Spinoza Bir Hakikat İfadesi" ve ardından Spinoza'nın "Etika"sı var. Nasıl yaşamalıyım? sorusu elbette emek ve çalışma istiyor.

Son olarak Çetin hocaya böyle erdemli bir etkinin kaynağı olduğu için teşekkür etmek istiyorum.

16 Ağustos 2019 Cuma

Çanakkale'de ulaşım için bir çözüm önerisi

Çanakkale Belediyesi 2006 yılından bu yana otobüslerde kentkart uygulamasını kullanıyor. Yani elinizde bu karttan yoksa parasını verip yolculuk yapmak mümkün değil. Kartı bir cihaza okutup ancak öyle yolculuk yapabiliyorsunuz (bu konuda itirazlarım var ama bu yazının konusu değil). Otobüslerin güzergahları da aradan geçen yıllarda oldukça çeşitlendi. Peki bu güzergahları ve sefer saatlerini kim belirliyor? Muhtemelen bu işe bakan bir şube müdürlüğü veya daire başkanlığı var ve onlar ellerindeki araçları uygun olduğunu düşündükleri şekilde bölüyorlar. Kendilerine sorulsa şehri tanıdıklarını ve en uygun rotaların bunlar olduğunu söyleyeceklerdir.

Eğer elinizde yılın hangi günü, hangi saatte, hangi duraktan kaç yolcunun otobüse bindiği (ve nerede indiği) bilgisi varsa bunlara en uygun otobüs güzergahlarını belirlemek ve sefer saatlerini ayarlamak bir mühendislik problemine dönüşür. Çanakkale belediyesi otobüse biniş bilgisine sahip olmasına rağmen otobüsten iniş bilgisine sahip değil ama bu da çözülemez bir sorun değil. Basitçe yolculara inişte kentkartlarını okutmaları durumunda küçük bir meblağ geri ödenerek bu bilgi toplanabilir. Tabi halka ne yapılmaya çalışıldığını da iyi anlatmak gereklidir. Eğer kentli toplanan bu verinin kendisine en uygun otobüs rotası ve sefer saati olarak geri döneceğini bilirse kolayca inerken de kartını okutmaya ikna olacaktır.

Peki belediye bu mühendislik problemini nasıl çözecek? Benim önerim belediyenin topladığı veriyi (gerekiyorsa anonimleştirerek) araştırmacılara açması olacaktır. Araştırmacılar bu veri kümesinden ilk bakışta aklımıza gelmeyen başka anlamlar da çıkartabileceklerdir. Şu anda bir sorun olduğunu düşünmediğimiz konular için çözüm önerileri üreteceklerdir.

Yirmi birinci yüzyılda şehirlerdeki ulaşımın tahminler ve birilerinin şehri tanıması üzerinden planlanmaması gerekir. Yapılacak hesaplamaların sonunda (öyle olacağını hiç sanmıyorum ama) mevcut durumun en uygun durum olduğu sonucu çıksa bile bundan ne kaybı olur şehrin? Yapılacak araştırma geliştirme çalışmaları için fon bulmak eminim zor olmayacaktır.

Bir belediyenin vatandaşı için ar-ge faaliyetinde bulunması ve bunu "sizin için çalışıyoruz" diyerek duyurması her durumda faydalı olacaktır.

Kamunun yapması gereken yıllardır topladığı bütün verileri araştırmacıların ulaşabileceği bir hale getirmek olmalıdır. Kim bu veriyle ne yapar, hangi problemi çözer gibi kaygılara girmeden verinin erişilebilir hale getirilmesinin getirisi mutlaka olacaktır.

16 Temmuz 2019 Salı

"Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür"

Ülkemizin en önemli sorununun eğitim olmadığını düşünüyorum. Sürekli kullanılan "eğitim şart" söyleminin de teşhis doğru olmadığı için bizi çözüme götürmeyeceği kanaatindeyim. Eğitimi iyi yapamadığımız pisa ve üniversite sınav sonuçlarından belli ama bunu düzeltmek nispeten kolay bir iş. Asıl önemli ve düzeltilmesi zor konunun kültür olduğunu düşünüyorum.

Eğitimin kültür için gerekli ama tek başına yeterli olmadığına etrafımıza bakınca hepimiz ikna oluruz sanırım. Cem Karaca yaklaşık yarım asır önce söylediği şarkısında "Kırmızı ışıkta geçen şoförler"den dert yanıyor. Bu sorun hala devam ediyor mu? Evet. Peki bu sorunun kaynağı kırmızı ışıkta geçmenin doğru olmadığını bilmiyor oluşumuz mu? Bu sorunun cevabı da herkesçe açık olmalı; hayır! Kırmızı ışıkta geçenler ne yapmamaları gerektiğini biliyorlar ama bunu bir kültür haline getirmemiş olduklarından bu bilgi bir işe yaramıyor.



Elbette eğitimde durumumuzu düzeltmek için çaba harcamayalım demiyorum. Bunu cumhuriyetin ilk yıllarında denemiş ve bu toprakları neredeyse hiçliğin içinden bugüne getirmişiz, yine yapabiliriz bunu. Eğitimi bir sorun olarak gördüğümüzde, planlı çalışarak her alanda Türk Beşleri yetiştirmek imkanı hala var. Bunun ülkeye büyük faydası olur mu sorusuna tereddütsüz evet diyemiyorum çünkü ülkenin sorununun eğitimin getireceği kültürün genele yayılmaması olduğunu düşünüyorum. Ülke insanı yaygın olarak spor yapmıyorsa genç yetenekleri toplayıp, çok iyi bir programla çalıştırıp uluslararası başarılar kazandırmanın nasıl bir faydası olacak? Elbette diğer gençlerin bir kısmı için özendirici olacaktır ama ülkenin hedefinin sadece en yetenekli olanları daha da parlatmak olmaması gerekir (onu da yapamıyoruz farkındayım). Dünya ralli şampiyonları yetiştiren bir ülke de olsak o kırmızı ışıkta geçen şöforlerin sayısı azalmayacaktır.

Eğitim sistemimizin en ciddi yanılgılarından birinin de üstün başarılı çocuklara burs verip büyük bir sıçrama sağlayabileceğimizi düşünmesi olduğu kanaatindeyim. Tamam o çocuklara burs verelim elbette ama ya o kadar başarılı olamayanlar ne yapacaklar? Her sınıfta sadece bir kişi sınıf birincisi olabiliyor, birinci olamayanların (ki bunlar çoğunluk olmalı) durumlarını iyileştirmeyi düşünmeden topyekün bir kalkınmadan bahsetmek imkanı olmayacaktır. Sadece sınıf birincilerine, okul birincilerine değil herbir çocuğa dokunmalı, onu yukarı çekmeliyiz.

Kültür eğitim haricinde mimariyi, şehir planlamasını, heykeli, resmi, müziği ve diğer sanatları içeriyor. Ben etrafıma bakınca bunlardan hiçbirini göremiyorum. Şehir planlaması sıfır, mimari sıfıra yakın, heykel ancak dostlar alışverişte görsün diye var. Hal böyle olunca sadece matematiği, fiziği, İngilizceyi öğretebilsek bile yaşadığımız hayatı büyük ölçüde iyileştiremeyeceğiz. Madem öyle bunları da mı yapmayalım diyen yoktur sanırım, çünkü zaten yapmıyoruz.

Nasıl bir insan yetiştirmek istediğimizi ortaya koysak çözüm için de bir reçete çıkartabiliriz gibi geliyor bana. Matematik, mantık ve felsefe öğretmeden akılcı bir birey yetiştirme imkanı olmadığını bütün eğitimciler kabul edecektir. Edebiyat, müzik ve resim eğitimi olmadan kültür seviyesi de bir adım ileri gitmeyecektir. Spor yapılmadan sağlıklı olma imkanı da yok denecek kadar az. Sadece bu topraklarda konuşulan dillerden ikisini bile öğretsek hem toplumsal barışa katkısı olur, hem de çocukların ufukları açılır. Bunlar bütün gençlerimize aktarmamız gereken becerilerken hangisi üzerinde duruyoruz? Bırakın üzerinde durmayı başarılı çocukların matematik hariç (onu da sadece soru çözmekten ibaret sayıyoruz) diğer konulara vakit ayırmasını bile vakit kaybı olarak görüyoruz.

Aslında üzerine en çok eğilmemiz gereken konunun kültür olduğunu cumhuriyetin başlarında görmüşüz. Atatürk "Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür." derken ulaşılması zor olan ama gerekli olan hedefin bu olduğunu kastetmiş olmalı. Eğitim nispeten kolay çözülecek bir sorun. Tamam durumumuz genel olarak çok kötü ama bir neslin hayatına sığacak bir zamanda eğitim sorunu çözülebilir. Ben neredeyse hiç bilgisayara dokunmamış genç adamların, kadınların 4 yılda başarılı mühendisler olduğunu sıklıkla görüyorum.

Dört yılda hukukçu, 6 yılda doktor yetiştirmek mümkün ama kültür nesiller sürecek bir süreç. Gençlerimizin düşünme şekillerini Avrupa'da bin yıllık heykellerin altında oturan gençlerle aynı yere getirmek mühendis yetiştirmek kadar kolay olmayacaktır. Geminin rotasını kültüre çevirmek zorundayız.

8 Temmuz 2019 Pazartesi

Güvensiz kanaldan anahtar değişimi

Bilindiği gibi anahtar değişimi problemi simetrik şifrelemenin en büyük sorunudur. Simetrik şifreleme oldukça küçük anahtar boyutlarıyla, yüksek güvenlikli şifreleme işlemi yapabiliyor olsa bile ortak kullanılan anahtarın güvensiz bir kanalı kullanılarak oluşturulması işlemi Whitfield Diffie ve Martin Hellman'ın adıyla anılan yönteme kadar yapılamamaktaydı. Bu işlem için güvenli bir kanalın kullanılması zorunluydu. 1976'da yayınlanan makale [1] açık anahtarlı şifrelemenin en önemli adımlarından biridir. Temel aldığı matematik onu ilk defa okuyanda "bunu ben de düşünebilirdim" hissini uyandıracak kadar basit ve güzeldir.

Algoritmanın matematik tarafına geçmeden önce renklerle anlatımına bir bakalım.





Alice ve Bob ortak bir renk üzerinde anlaşıyorlar. Yukarıdaki örnekte bu sarı renk oluyor. Bu rengi herkes biliyor. Ardından her ikisi de birbirlerine bile söylemedikleri birer renk seçiyorlar. Alice pembe, Bob da mavi rengi seçmiş olsun. Bu seçtikleri renkleri sarı ile karıştırıp herkesin görebildiği bir ortamda birbirlerine iletiyorlar. Herkes ortak rengin sarı olduğunu bilmesine rağmen ona hangi rengin karıştırılıp bu yeni renklerin elde edildiğini anlayamıyor, çünkü renk yelpazesi çok geniş (matematik tarafına baktığımızda burası daha kabul edilebilir olacak). Alice Bob'tan aldığı karışımın üzerine kendi rengi olan pembeyi, Bob da Alice'den aldığı karışıma maviyi karıştırdığında her ikisinin de elinde sarı, pembe ve maviden oluşan aynı renk bulunmuş oluyor. Bu karışımın rengi her ikisinde de aynı ve onu hiç transfer etmediler.

Şimdi bu güzel fikrin matematik tarafı nasıl işliyor ona bakalım.

Alice ve Bob güvensiz kanalı kullanarak p ve g sayılarını seçiyorlar. Burada p bir asal sayı ve g de mod p'ye göre primitif kökü. Daha sonra Alice bir a sayısını seçiyor ve bunu kimseye söylemiyor. Aşağıdaki gibi bir hesaplamayla A değerini hesaplayıp yine güvensiz kanalı kullanarak, yani herkesin görebileceği şekilde Bob'a gönderiyor.
Bu A ifadesinde g ve p değerleri bilinmesine rağmen a hesaplanamıyor çünkü g mod p'ye göre primitif kök. Yani; g'nin kuvvetleri p'den küçük bütün tam sayıları kapsıyor. a'nın sonsuz değeri için A aynı şekilde hesaplanabilir. Benzer şekilde Bob da sadece kendisinin bildiği bir b değeri seçip onunla benzer hesaplamayı yapıyor ve Alice'e gönderiyor.
Şimdi artık her ikisi de karşıdan aldıkları sayılarla kendilerinde gizli tuttukları sayıları işleme tabi tutup aynı gizli değeri elde edebilirler.
Diffie–Hellman anahtar değişimi algoritmasının getirdiği büyük yenilik, güvensiz bir kanalı kullanarak sadece gönderici ve alıcının bilebildiği bir sır oluşturabilmeleridir. Ayrıca tarafların birbirlerine kendi sırlarını da ulaştırmalarının gerekmemesi bu algoritmayı internette güvenli iletişim için kullanılabilir kılmaktadır.


[1] https://ee.stanford.edu/~hellman/publications/24.pdf

22 Mayıs 2019 Çarşamba

organ ve kadavra bağışı

Ölüm, hakkında konuşması zor konulardan biri. Geleceğimizle ilgili emin olduğumuz tek gerçek ölüm iken onun hakkında bu kadar az düşünmemizin nedenlerinden biri elimizden bir şey gelmemesi galiba. Etin, kemiğin, kanın yerli yerinde durmasına; hatta bazen organların çoğunun işlevini devam ettiriyor olmasına rağmen sevdiğimiz birinin artık hayatta olmadığına, bizi göremeyeceğine, ona sarılamayacak olmaya ikna olmak kolay şey değil elbette.

Peki beden yerinde dururken bilinç nereye gidiyor? Bedenden bağımsız bir bilinç var mı? Bu sorular elbette bir blog girdisinde cevaplanamayacak şeyler ama üzerinde düşünmeden edemiyor insan. Bedenimizden tamamen bağımsız bir bilinç olmadığına vücudunda sodyum, potasyum dengesi kaybolmuş birini görünce ikna olmak kolay olmalı ama genel düşünce şeklimiz bir bilincimiz olduğunu ve bedenimizle onu bir yerlere taşıdığımız şeklinde oluyor.

Bilincimiz beden ölünce kaybolmuyorsa bile artık cesedimizle ilişkisini koparıyor olmalı. Eğer cesedimizi mumyalatmayacaksak çok kısa zaman sonra bütünlüğünün bozulacağını, toprağa karışacağımızı biliyoruz. Yaşamına devam etmek veya daha yüksek kalitede bir hayata kavuşabilmek için organ nakline ihtiyacı olan bu kadar insan varken bedenlerimizin toprağın altında çürüyüp gitmesi çok acı geliyor bana. Ölenin ardından yapılan cenaze törenlerini [1] anlamsız bulmuyorum ama sadece bunun için organ bağışı yapmamak da olacak şey değil.

Lafı bu kadar uzattım ama esas bahsetmek istediğim konu üniversite hastanesine kadavra bağışı. Organ bağışının bile çok az yapıldığı ülkemizde üniversitelerin öğrencilerin derslerinde kullanabilecekleri kadavraları bulmakta zorluk yaşadığı çokça duyduğum konulardan biriydi. Ölümden sonrası için önümüzde üç seçenek var: gömülmek ve bedenimizin işe yaramaması, organlarımızı bağışlamak ve başkalarına hayat vermek, son olarak ise kadavra olarak tıp fakültesinde kullanılmak ve daha iyi hekimlerin yetişmesine yardımcı olup, belki de çok insanın hayatına değer katmak.

Uzun zamandır aklımda olan bu konuyla ilgili konuştuğum bir hekim arkadaşım aşağıdaki mesajı yazdığında artık şüphem kalmadı:
Çok kıymetli bir şey yapıyorsun. Ankara Tıp'ta Anatominin ilk dersinde bağışçılar için bir konuşma yaparlar, çok duygusal ve hepimiz çok saygı duyarız bağışçılara.
Kadavra bağışı için izlenecek yol basit aslında. Önce kendinizi öldüğünüzde bedeninize ihtiyacınız olmayacağına ikna etmeniz gerekiyor, bence en kolayı bu. Sonra birinci derece akrabalarınızı bu isteğinize saygı duymaları için ikna etmeniz lazım, bu en zoru olabilir çünkü siz öldüğünüzde onların itiraz ettiği bir bağışı yapamıyorsunuz. Sonra bir üniversitenin anatomi bölümüne gidin sizi çok sıcak karşılayacaklar, aklınızdaki her soruya çok samimi cevaplar verecekler. Aklınızın yerinde olduğunu psikiyatristten alınacak bir raporla onayladıktan sonra sizin, birinci derece akrabalarınızın ve iki şahitin imzalayacağı bir form ile yapılacaklar bitiyor.

Bu süreçte benim cevabını merak ettiğim soru kadavranın kullanım süresi bitince ne yapıldığı idi. Bu konuda bağışçının her isteğine saygı duyulduğunu söylediler. Bana aradan yıllar geçtikten sonra oğluma tekrar cesedimin verilmesi fikri çok kötü geliyordu, bağışçı nasıl isterse öyle davranıldığını öğrencinince sevindim doğrusu.

Elbette kimse yarın ölmeyi planlamıyor ama ölüm belki yarından daha yakın olabilir. Ertelemeyin, belki de yarın olmayacak





[1] https://www.nyucel.com/2018/12/cenaze-torenleri.html

28 Şubat 2019 Perşembe

Tutunacak bir geçmiş bırakmıyoruz

Yurtdışına çıkınca binaların ne kadar uzun süreler kullanıldığını görüp şaşırmamak elde olmuyor. Avrupalılar sadece tarihi değeri olan binaları korumakla kalmıyor, sıradan binaların da uzun yıllar en azından görüntüsünü yenilemiyorlar. Şehirlerin genel silüetleri pek az değişiyor. [1] adresinden ulaşabileceğiniz aşağıdaki görsel Paris'in 100 yılda nasıl değiştiğini göstermesi açısından etkileyici.


Benim elli yıllık ömrüme nasıl değişimlerin sığdığını özetlemek istiyorum. Burada eskiye, eski binalara bir güzelleme yapmak istemiyorum ama insanı bir şehre ait hissettiren şeylerin anıları olduğunu maalesef gözden kaçırıyoruz. Geçmişiyle ilgili gidip dokunabileceği, bakabileceği hiçbir şey kalmayan birinin kendini oraya ait hissedebilmesi imkanı kalmıyor. Aşağıda bahsettiğim şeylerin teker teker benim için bir anlamı olmasa bile hepsinin birden artık mevcut olmamasının bir anlamı var. Maalesef bu iyi bir anlam değil.

Çocukluğumdan başlayayım. Dünyaya geldiğim hastane yerinde durmasına rağmen binaları yıkılmış ve yeniden yapılmış. İlkokulu okuduğum okul yıkılıp yerine daha yülksek katlı binası olan bir yeni bina yapıldı. Çocukluğumun geçtiği ilçe tamamen bahçeli evlerden oluşuyordu. Şimdi tek bir bahçeli ev kalmadı. Hayatımın ilk yirmi yılını geçirdiğim bahçeli evin yerinde şimdi beş katlı bir bina var. Okuduğum ortaokul yenilendi ve şimdi bir lise. Ankaraya gitmek için otobüse bindiğim terminalin yeri değişti.

Liseyi Kayseri Fen Lisesinde okudum. Şimdi bina spor lisesi olarak kullanılıyor. Geçen yıl liseden mezun oluşumuzun 30. yılıydı, okul o kadar bizim okuduğumuz okul değildi ki mezunlar buluşmasını Nevşehirde yaptık. Kayseri'ye gitmek için otobüse bindiğim Ankara otogarı ve Kayseri'de indiğim otogar yıkılıp yeniden yapıldı.

Çanakkale'de okuduğum bölümün bulunduğu kampüs tamamen yıkıldı yerine her şey yeniden yapıldı. Altında oturduğum ağaçlar, bahçe ve kantinler kalmadı.

Üniversitede sistem yöneticisi olarak çalıştığım, 15 yıl öğrencilerimle birlikte vakit geçirdiğim bina ve çevresindeki binalar, dışarıda oturduğumuz alanlar yıkılıp yerine hastane yapıldı.

Çanakkale kordon deniz doldurularak genişletildiği için yıllarca dolaştığım yollar, oturduğum yerler kalmadı bugün.

Babamı çok küçük yaşta kaybettiğim için onunla ilgili pek az şey hatırlıyorum. Hatırladığım birkaç hatıradan biri Karagöl ile ilgiliydi. Oğlum bir genç delikanlı olunca onu kendi babamla yürüdüğümü hatırladığım tek yere götüreyim dedim. Yaklaşık 30km gittiğimizde gördüm ki gölün etrafına betondan yürüyüş yolları yapmışlar, modern bir yer olmuş ama eskisiyle alakası kalmamış.

Bu kadar yıkıp yeniden yapmanın, taşımanın teker teker bakınca birer mazereti bulunabilir. Kimi hizmet için yeterli büyüklükte değildi, kimi depreme dayanıklı değildi, kimi için daha uygun yer bulundu denebilir ama böyle yapınca benim ve benim gibi milyonların hatıralarını ve geçmişini de yıkmış oluyoruz.


[1] https://www.thelocal.fr/galleries/culture/paris-1900-photo-montage-julien-knez

18 Şubat 2019 Pazartesi

Ulusal konferansların sonu

Akademik çalışma çokça zaman ve emeğin ürünüdür. Akademisyenlerin mesai dışı zamanlarını da harcayarak ortaya çıkardıkları sonuçların kabul görebilmesi için önlerinde iki yol oluyor genellikle: hakemli dergiler ve konferanslar. Hakemli dergiler başka bir yazının konusu olabilecek bambaşka konular içeriyor ama bu yazıda konferanslardan bahsetmek istiyorum.

Konferanslar ve onların sorunlarına geçmeden önce akademisyenlerin çalışmalarını sadece mesleki merak sonucu yapmadıklarını ve mutlaka meslaktaşları tarafından kabul görebilecek şekilde yayınlamak istediklerini söylemeliyim. Akademisyenler yayın yapacakları dergileri akademik yükselmelerinde ve özgeçmişlerinde kullanabilecekleri şekilde seçtikleri gibi katıldıkları konferansları da benzer şekilde seçiyorlar. Bu nedenle mutlaka bir hakem değerlendirmesinden geçirdikten sonra bildirilerin sunulmasına izin veren konferanslara katılıyorlar.

Konferansların dergilerden bir önemli farkı sunduğunuz bildiriye ilgililerden hemen geri bildirim alabilmektir. Sizinle aynı alanda çalışan ve başka türlü tanışma ihtimaliniz çok düşük olan meslektaşlarınızın çalışmalarını dinlemek, sunumların aralarında başka çalışmalar, projeler için ortaklıklar kurmak konferanslarda az rastlanan şeyler değildir. Konferansların bir büyük faydası da dinleyiciler içindir. Bir bilimsel makaleyi okuduğunuzda aklınıza takılan şeyler olduğunda bir başınasınızdır, oysa konferansta o konuyu hem diğer meslektaşlarınızla, hem de bizatihi fikrin sahibiyle tartışabilirsiniz. Örneğin Türk Fizik Derneği'nin düzenlediği Fizik Kongresine katıldığınızda fiziğin hangi alanında çalışırsanız çalışın sizi şaşırtacak konuları çalışan meslektaşlarınızı dinleme fırsatı bulursunuz. Atom altı parçacıklardan galaksilere, çok geniş bir yelpazede çalışan fizikçileri dinleyebilirsiniz. Bunu elbette bu alanlardaki dergileri de okuyarak yapabilirsiniz ama çok vakit alacağından muhtemelen yapamazsınız.

Ülkemizde düzenlenen pek çok ulusal ve uluslararası konferans mevcut. Bir süre öncesine kadar ulusal konferansların sayısı çok fazlayken birkaç yıldır neredeyse bütün konferanslar uluslararası hale geldi. Bunun en önemli nedeni YÖK'ün duyurduğu akademik teşvik kriterleridir. Akademik teşvik kriterleri hangi alanlarda yapılan faaliyetlerin akademisyenlerin maaşlarına katkı yapacağını belirliyor. Tebliğlerle ilgili madde şöyle:
Hakemli uluslararası bilimsel konferansta, sempozyumda veya kongrede sözlü olarak sunulan ve bunların kitabında yayımlanan tam bildiri
Buradan görülebildiği gibi ulusal bir konferansta sunulan çalışmanın hiçbir katkısı olmuyor akademisyene. Görev süresi uzatımında da kullanılamıyor ulusal konferans ve kongrelerde sunulan çalışmalar. Doçentlik ve profesörlük için de işe yaramayınca neredeyse hiçbir akademisyen ulusal konferanslara katılmıyor. Çok yakın gelecekte ülkemizde tek bir akademik ulusal konferans kalmayacağını öngörmek için kahin olmaya gerek yok.

Ulusal konferansların değerlendirmeye katılmamasının nedeninin üç kişinin biraraya gelip konferans düzenlemesi ve burada sunduğu bildirilerle akademik yükselme almasının önüne geçilmesi isteği olduğunu anlayabiliyorum. Peki kriterleri uluslararası yapınca bunun önüne geçilmiş oluyor mu? Eposta adresi bölümünün sayfasında listelenen her akademisyen bunun gerçekleşmediğinden emindir. Hepimiz en az günde bir uluslararası konferans/kongre daveti alıyoruz. Hem de neredeyse hepsi multi-disipliner konferanslar. Pek çok konferans davetinin altında YÖK'ün akademik teşvik kriterlerini sağladığı ifadesi yer alıyor.

Elbette niyetim ulusal olanları övmek, uluslararası olanları yermek değil. Tahminim YÖK yakın gelecekte ulusal veya uluslararası hiçbir konferansı/kongreyi akademik yükselme ve teşvikte değerlendirmeyecek ve akademi bu konuda ne yapacağını yeniden düşünmek zorunda kalacak. Ulusal konferanslar bitiyor ama uluslararası olanların bu halini de sürdürmek mümkün değil.

13 Şubat 2019 Çarşamba

Akademik Bilişim 2019 açılış konuşması

Sevgili meslektaşlarım, saygıdeğer katılımcılar;

Sizleri 21. Akademik Bilişim Konferansı düzenleme kurulu adına saygı ve sevgiyle selamlıyorum. Bu konferans Mustafa Akgül’ü kaybetmenin ardından düzenlediğimiz ikinci konferans oluyor. İnternet Teknolojileri Derneği ve Linux Kullanıcıları Derneğinin eski başkanı, Akademik Bilişim Konferansının yanı sıra Türkiye’de İnternet Konferanslarının ve İnternet Haftası etkinliklerinin başlatıcısı ve sürdürücüsü olan Mustafa Akgül’ün yokluğunda bu konferansa emeği geçen Ordu Üniversitesi rektörü Prof. Dr. Tarık YARILGAÇ’a, başta Dr. Öğr. Üyesi Kerem Erzurumlu olmak üzere yerel organizasyonu sağlayan akademisyenlere, konferans öncesinde Mustafa Akgül’ün adıyla düzenlenen kursların eğitmenlerine, kursiyerlere, konferansa bildiri ve panellerle katkı verenlere, konferansa ilgi gösteren katılımcılara, bildiri başvurularını değerlendiren hakemlere, konferansın gerçekleşmesi için gerekli mali yükü karşılayan ve standlarıyla canlılık katan sponsorlarımıza ve konferansın düzenleyicilerinden biri olan TÜBİTAK ULAKBİM müdürü Mehmet Mirat Satoğlu’na teşekkür ederiz.

Her yıl başka bir anadolu üniversitesinde düzenlediğimiz ve o şehirde Mustafa Akgülün ifadesiyle bir bilişim fırtınası estirmeyi hedeflediğimiz konferansımız bütün ulusal konferansların yaşadığı zorlukları yaşıyor. Akademik bilişim konferansında sunulan bildiriler kadar konferans süresince tanışmaları, fikir alış verişlerini de çok önemsiyoruz. YÖK'ün akademik teşvik kriterlerinde sadece uluslararası konferansları değerlendirmesiyle ulusal konferanslara ilginin çok azalması üzerine de tartışacağımız başarılı bir konferans geçirmemizi diliyorum.

31 Ocak 2019 Perşembe

Üniversitenin ikilemi

Üniversite denildiğide toplumun büyük kesimlerinin aklına aşağıdaki fotoğraftaki gibi insanların çalıştığı araştırma ve bilim yuvaları geliyor. Üniversite hocaları araştırma yapsınlar, icatlar yapıp, patentler alsınlar, kansere çare bulsunlar beklentisi mevcut. Ülke yönetiminin her kademesi üniversitelerimizin dünyanın en iyi 500 üniversitesi arasında olması hedefini dillendiriliyor. Bu sıralamalar üniversite personellerinin yaptığı yayınlar, aldığı atıflar, ödüller, patentler üzerinden yapılıyor. Bu sıralamalar nasıl yapılmalı başka bir tartışmanın konusu ama mevcut kriterler arasında öğrencilerin hiç bulunmadığına dikkatinizi çekmek istiyorum. Yani öğrencilerin kavramları iyi öğrenmesi zaten ölçülemez bir şey olduğu için bunun üzerinden bir sıralama yapma imkanı da yok.


Ülkemizde akademik personelin faaliyetlerine göre aldığı teşvikler mevcut. YÖK'ün [1] sayfasından ayrıntılarına bakabilirsiniz, rica ediyorum bakın. Ayrıntıları meslekten olmayanları ilgilendirmeyecektir ama ana başlıklara bakınca bunların proje, araştırma, yayın, patent, atıf olduğunu göreceksiniz. Bu sayıların artması üniversitelerimizin de yukarıda bahsettiğim sıralamalarda daha yukarı çıkmasını sağlayacaktır elbette. Bu kriterlerin hiçbirinin öğrencilere, yani sizin çocuklarınıza daha iyi eğitim vermekle ilgisi olmadığına da dikkat edelim. Bunların tamamı araştırma faaliyetleridir. Ders anlatmak bir akademisyen için hiçbir karşılığı olmayan bir görevdir. Ne teşvik alırsınız, ne görev süresi uzatımında kullanabilirsiniz.

Eğitim öğretim ve araştırma üniversitelerin temel iki faaliyet alanıdır ama birbiriyle nasıl bir ilişki içindedir bu iki alan? Konuya dışarıdan bakan gözler sadece araştırmacıların çalıştığı, patentlerin, tescillerin havada uçuştuğu bir üniversitede çocuklarımızın da daha iyi eğitim alacağını düşünecektir diye tahmin ediyorum.

Bir de öğrenciler ve anne babalar tarafından bakalım üniversitelere. Aileler çocuklarını bir meslekleri olsun diye gönderiyorlar üniversitelere. Zaten üniversiteleri sadece profesör yetiştiren kurumlar olarak görmemek gerekir. Akademik hayatın elbette güzellikleri var, hayatımızı değiştiriyor ama bütün çocuklarımızı akademisyen yapamayacağımız da bir gerçek. Bilimsel düşünme yapısını öğrensinler, isterlerse akademisyen olsunlar ama bir toplumun temel hedefi herkesi akademisyen yapmak olmamalı. Ülke olarak üniversitelerde okuyan ve sayıları milyonu geçen gençlerin hepsini akademisyen yapmayı hedefliyor olamayız.

Şimdi bir zihin deneyi yapalım ve yukarıdaki fotoğraftaki müthiş bilim insanlarını canlandırıp, aynı performanslarıyla günümüze, ülkemizdeki bir üniversiteye getirelim. Çocuğunuzun bu üniversitede okumasını ister miydiniz? Tahmin ediyorum herkes evet diyecektir. Peki neden? Eğer çocuğunuzu fizik veya kimya okumaya göndermeyecekseniz okuduğu okulda Curie'nin olmasının nasıl bir pratik faydası olacak? Çocuklarınızın fizik okumaya gitmediğini biliyoruz [2]. Öğrenci kapasitesi en düşük üniversitemizin yaklaşık 30.000 öğrencisi var, çocuğunuz bu fotoğraftakilerden birini bile görmeden mezun olabilir. Derslerini Heisenberg veya Einstein anlatmıyor diye mi gitmiyor çocuklar fizik bölümlerine? Hiç sanmıyorum. Öğrenciler biliyor ki dersi Pauli'den de dinleseler işsiz kalacaklar. Bu yüzden fizik okumuyorlar.

Burada bir başka konuya daha dikkatinizi çekmek istiyorum. Yukarıdaki kadro tamamen bir üniversitemizde çalışmaya başlasa bile herhangi biri lisans öğrencilerine ders anlatır mıydı sizce? Curie için biçeceğimiz rol laboratuvarda çalışması değil de lisans öğrencilerine haftada 20 saat ders anlatması mı olurdu? Lorentz'i bölüm başkanı yapıp, gelen giden evrakla mı uğraştırsaydık? Ehrenfest doktora öğrencileriyle değil de lisans öğrencileriyle mi ilgilenirdi? Herkesin hemfikir olacağını düşündüğüm şey bu araştırmacıların, teorisyenlerin en iyi oldukları işi yapmaya devam etmesinin tüm insanlık için en iyisi olacağıdır.

Bir konuyu hakkıyla anlatabilmek için o konuda yeni şey yapmış olmak gerekmediğini biliyoruz. Öyle olsaydı ilk ve orta eğitimdeki öğretmenlerden de yayınlar, bildiriler beklerdik. Bir örnek olarak üniversite birinci sınıfta okutulan matematik 1 ve 2 derslerini düşünelim. Bu derslerde temel olarak türev ve integral hesabı anlatılıyor. Newton'un bu kavramları kendi çalışmalarında kullanmak için icat ettiğini biliyoruz (Leibniz mi, Newton mu tartışmasının yeri burası değil). Buradan hareketle Newton'un matematik 1 dersini herkesten iyi anlatabileceği söylenebilir mi? Ya da tersinden sorayım matematik 1 dersini iyi anlatabilmek için Newton mu olmak gerekir? Newton bugün bizim üniversitelerimizden birinde hoca olsaydı ne o matematik 1 anlatmak isterdi, ne de anlatacak vakti olurdu. Bugün matematik 1 dersini dünya standartı neyse, o seviyede anlatacak yüzlerce, belki binlerce üniversite hocası mevcuttur ülkemizde.

Denebilir ki bunlar çok eski ve temel konular. Üniversitede daha güncel konular anlatılıyor. Aslında bu da bir yanılsama. Bakın bir bölümün lisans programına; 2000 yılından sonra bulunmuş neredeyse hiçbir kavramın anlatılmadığını göreceksiniz. Teknolojinin çok hızlı yenileniyor olması bizde temel kavramların da o hızla değiştiği yanılgısını oluşturuyor ama durum böyle değil. Bilgisayar mühendisliğinde sürekli yeni araçların, yeni programlara dillerinin çıkması meslekten olan, olmayan herkesin dilinde ama durum gerçekte böyle mi acaba? Birkaç örnekle açıklamak isterim: IPv6 (yeni nesil internet protokolü de deniyor) RFC'si [3] 1998'de yazılmış. Tasarım Kalıpları dersinin her yerde okutulan kitabı [4] 1994'te yayınlanmış. Bilgisayar Ağları dersinin temel kitabının [5] ilk basımı 1981'de yapılmış. Listeyi böyle uzatmak mümkün ama kastımı anlatabildiğimi düşünüyorum. Özetle lisans seviyesindeki dersleri hakkıyla anlatmak için araştırmacı, teorisyen olmak gerekmiyor.

Peki hem araştırmacı olup hem lisans derslerini anlatmak imkanı yok mu? Elbette var ama akademide üretimde bulunmak konsantrasyon gerektiren bir faaliyet. Lisansta iki farklı ders anlatsın dediğiniz bir akademisyenin dersten önceki hazırlığı, tekrar dikkatini toplaması için harcayacağı zaman onun mesaisinin neredeyse yarısı olacaktır. Buna değer diye düşünenlerin elbette lisans derslerine girmesinde bir sorun yok ama sadece araştırma kısmına odaklanmak isteyenler için de bir mecra oluşturmalıyız.

Bunu sadece lisansüstü öğrencisi alan araştırma enstitüleriyle mi, yoksa öğrencisiz araştırma merkezleriyle mi çözeriz bilemiyorum ama akademinin üzerinde tartışması gereken konulardan biri olduğunu düşünüyorum. Bu haliyle çocuklarımız onları gönderdiğimiz amaçtan çok başka motivasyonları olan akademisyenlerden eğitim alıyorlar.


[1] http://www.yok.gov.tr/AskiyaCikardik/docs/AK2.pdf
[2] https://www.nyucel.com/2018/12/ne-olacak-fizik-bolumlerinin-hali-2.html
[3] https://www.ietf.org/rfc/rfc2460.txt
[4] https://www.amazon.com/dp/0201633612
[5] https://www.amazon.com/Computer-Networks-Tanenbaum-International-Economy/dp/9332518742 

29 Ocak 2019 Salı

Dersleri nasıl takip etmeli?

Öncelikle üniversitelerdeki derslerin büyük bölümünün uzaktan eğitimden bir farkı olmadığını düşündüğümü söyleyeyim. Hem sınıflar çok kalabalık, hem de dersler öğrencinin bir ilişki kurabileceği şekilde anlatılmıyor. Üniversite hocaları nasıl ders anlatmaları gerektiğini çok büyük oranda kendileri çabalayarak öğreniyorlar [1]. İnternette hemen her ders için öğrenme malzemesi mevcut. Bu haliyle bakınca üniversitede derslere devam zorunluluğun olmaması gerektiğini düşünüyorum [2]. Bu konuda daha önceden yazdığım için tekrarlamak istemiyorum.

Bu yazıda derslere gelip dinlemek isteyenlere bu zamanı verimli geçirmeleri için olabildiğince yol göstermeye çalışacağım. Eğer amacınız sadece dersten geçer not almak ise, konuyu öğrenmeniz gerekmediğini düşünüyorsanız (muhtemelen öyle değildir ama bizi ilgilendirmez bu) yazının gerisinin size hiç faydası olmayacaktır. Ezberleyin, kopya çekin veya son gece sabahlayıp dersi geçin. Yazının bundan sonraki kısmı derse o konuyu öğrenmek için girenler için olacaktır.

Bir dersten en fazla verim almanın yolu o dersten önceki konuları biliyor olmak ve o derste anlatılacak konu ile ilgili yüzeysel de olsa bir okuma yapmış olmaktır. Bunun gerçekleştirmesi çok zor bir görev olduğunu biliyorum. Dersi böyle takip eden öğrencilerle dolu bir sınıfa ders anlatmak dersin sorumlusu için harika bir deneyim olur diye tahmin ediyorum.

Her şeyi yazmayın

Bütün dersleri öğrenebilmek için geçerli bir yöntem olmadığını baştan kabul edelim. Dersin nasıl işlendiğine göre onu nasıl takip etmemiz gerektiğini belirlemeliyiz. 

En kötü yöntemin hocanın söylediği her şeyi not almak olduğunu söylemeliyim. Bunu yapan çok arkadaşım ve öğrencim oldu. Tuttukları notlara baktığımda derste anladığım şeyleri bile tekrar etmek imkanının çoğunlukla bulunmadığını görürdüm. Bir konuyu yazılı olarak, özellikle ders notu şeklinde, hazırlayan biri onu okuyacağınızı düşünerek yapar bu hazırlığı. Öğrencinin yeni duyduğu bir ifadeyi bir kere anlattıktan sonra gerektiğinde bu bölüme dönüp bakabileceğini bilir ve tekrar etmez. Konu anlatımı bir düzen içinde olur. Sözlü anlatım ise böyle değildir. Öğrenciye on dakika önce anlattığınız bir kavramı zaten çok yeni duyduğunu bildiğiniz için arada hatırlatırsınız. Bazen yazılı metinlere geçiremeyeceğiniz örnekler verir, şakalar yaparsınız. Kitapta yazanları ezberden sırasıyla söyleyen bir hocanın dersini takip etmek çok sıkıcı olur genelde. O kitabı hoca kendisi yazmış olsa ve okurken konuyu çok iyi anlasanız bile iş dinlemeye gelince durum farklı olur. Bu aslında yazılı ve sözlü kültürlerin temelindeki farktan kaynaklanır ama bu kadar ayrıntıya girmeye gerek yok sanırım. Sonuç olarak ağızdan çıkan her şeyi yazmak sonra takip etmesi zor bir malzeme bırakır size.

Derste ses veya görüntü kaydı almak da benzer şekilde verimsiz bir yöntemdir. Çünkü tekrar etmeye çalıştığınızda aynı süreyi yeniden harcamanız gerekir. Hem madem vidyodan takip edecektiniz, derse neden gittiniz? Bu dersi youtube'da veya çevrimiçi derslerde bulamadığınız için gitmediniz ki derse.

Dersi derste öğrenmeye çalışın

Şunu aklınızdan çıkartmayın: hoca derste evrenin az önce kendisinin bulduğu ve kimsenin bilmediği bir sırrını anlatmıyor, yeterli ön hazırlığınız varsa derste anlatılan her şeyi anlayabilmeniz gerekir. Madem evde uyumaktan veya kantinde gevezelik etmekten feragat edip derse geldiniz, ne anlatılıyorsa onu öğrenin. Evet eve gidip ders notlarını okuyarak da öğrenebilirsiniz ama o zaman neden derstesiniz? Dinlemeyeceğiniz derse girmeyin. Sadece devamsızlık kontrol edildiği için derse girmek kadar zaman kaybı olan çok az şey vardır.

Eğer o dersten önce anlatılan konuları takip etmişseniz bulunduğunuz dersten "buna sonra bakıp anlayayım" dediğiniz bir şey olmadan çıkmalısınız. Aklınıza yatmayan, nedenini anlayamadığınız bir şey olduğunda bunu sorun. Dersin sorumlusu bundan memnun olacaktır. O da evinden çıktı geldi, odasında değil sınıfta bulunuyor, ayakta ve bir saattir konuşuyor. Anlattıklarının bir işe yaramasını istiyor o da. Çekinmeyin, sorun.

Tahtada anlatılan şey bir matematik probleminin çözümü bile olsa onu not almak yerine nasıl çözüldüğünü orada anlamaya çalışmak daha verimli bir hareket olacaktır. Nasılsa yurda gidince benzer problemleri çözeceksiniz. Önemli olan yeni anlatılan kavramı öğrenmeye çalışmak olmalıdır. Eğer bir uygulama saatindeyseniz yani dersin kendisi problem çözme, kod yazma gibi bir şey ile ilgiliyse o zaman bunu yapmaya çalışmalı ve aklınıza yatmayan şeyi sormalısınız.

Uygulamanın her tarafında bulunun

Dersin uygulamalarında tek bir rolü benimsemeyin. Bir grupla çalıştığınızda biri karışımı hazırlarken diğeri cihazı kullanıyorsa örneğin, her iki tarafta da bulunun. Bir yazılım projesinde sadece testleri siz yazmayın. Size belki ilk yaptığınız işleri tekrar etmek yeni bir şey yapmaktan daha kolay görünecektir ama kendinize burada öğrenmek için bulunduğunuzu hatırlatın. Ekip arkadaşlarınıza bir rolü terketmeyin, siz de başka birini sahiplenmeyin. Belki onu yaparken bilmediğiniz bir şeyler öğreneceksiniz. Öğrenme fırsatını kaçırmayın.

Dinlemenizi engellemeyecek uzunlukta notlar alın

Dersin sorumlusu ders kitabında bulunmayan hiçbir şey anlatmıyorsa bile ilk kez duyduğunuz bir kavramla ilgili anlatılan şeylerden aklınızda canlanan şey her ne ise onu kısaca not almak iyi olabilir. Kısaca diyorum çünkü hocanın dediğinin aynısını değil, ondan aklınızda kalanı yazmak istiyorsunuz. Bunun üzerinde çok durursanız o sırada anlatılanları kaçırırsınız. Zamanla neyi not almanız gerektiğini siz de kolayca bileceksiniz. Her yeni kavramı yazmanız gerekmeyecek. Zaten bütün hepsini eve gidince kitaptan okuyabilirsiniz ama alacağınız kısa notlar sizin konuyla bir ilişki kurmanıza yardımcı olacaktır.

Ders hakkında konuşun

Üniversiteyi sadece hocadan öğrenilen bir yer olarak görmemek gerekir. Akranlar arası sosyalleşme ve öğrenme de en az hocadan dinleme kadar, hatta bazen daha fazla önemlidir. Çok iyi anladığınızı düşündüğünüz bir dersin çıkışında arkadaşlarınızın sorduğu bazı sorulara cevap veremediğinizi görmek eve gidince hangi başlıkları daha ayrıntılı okumanız gerektiği hakkında ip uçları verecektir. Bir kavramı bildiğini düşünmek ile onu başkasına anlatmak için zihninde toparlamak farklı süreçlerdir. Dinlediğiniz her dersi çıkışta başkasına anlatın demiyorum ama ders çıkışında kısa da olsa bir sohbetin faydasını görürsünüz.

Ders içeriğinin eksik olduğunu düşünüyorsanız kendiniz tamamlayın

Aradan zaman geçtiğinde bir dersi hangi hocadan dinlediğinizi, hangi notla geçtiğinizi, ödevleri, sınavları hatırlamayacaksınız. Derste anlatılan kavramları biliyor musunuz, onları kullanabiliyor musunuz; esas önemli olan bu soruların cevabı olacak. Aldığınız derslerin içeriğini başka üniversiteler daha geniş kapsamlı anlatıyorsa, kaderinize küsüp hocanızın anlattığı ile yetinmeyin. Her konuda çok fazla çevrimiçi ve/veya basılı kaynak mevcut. Varsa eksiğiniz, onları kendiniz tamamlayın. O konular sınavda çıkmayacak diye öğrenmezlik etmeyin.

Eğer okuduğunuz bölüm yukarıdakilerin hiçbirini yapmaya değmez gibi geliyorsa muhtemelen yanlış bölümde okuyorsunuzdur.

[1] https://www.nyucel.com/2019/01/universitede-ders-anlatmak-nasl.html
[2] https://www.nyucel.com/2013/02/derslere-devam-neden-zorunlu.html

26 Ocak 2019 Cumartesi

Kamu kurumları özgür yazılımdan ne anlıyor?

Son dönemde "yerli ve milli yazılım"dan bahsedildiğini sıkça duyuyoruz. Bu konuya bir açıklık getirmek için bir cümleyle özetlenebilecek bir yazı yazmıştım [1]: "Özgür yazılım yerli ve milli yazılımlardan bütün beklentilerimizi karşılama potansiyeline sahiptir." Evet özgür yazılımın bu potansiyeli var ama ülke olarak bunu değerlendiriyor muyuz? Bence hayır! Özgür yazılımın getirdiği dört özgürlükten [2] sırasıyla bahsedip bu iddiamı temellendirmek istiyorum.

Yazılımı istenilen amaç için, istenilen şekilde çalıştırma özgürlüğü

Bu özgürlük son kullanıcı açısından bakınca en temel olanı [3]. Peki kamunun özgür yazılıma (onlar hep açık kaynak diyorlar ama bence esas önemli konu bu değil) olan ilgisi gerçekten bazıları sahipli yazılımları kullanamıyor diye itiraz edişinden mi? Yoksa özgür yazılımların çok büyük oranda lisans bedeli verilmeden kullanılabiliyor olmasından mı? Burada kamunun sadece maliyet odaklı yaklaşımı özgür yazılımdan çok hızlı bir dönüşü beraberinde getirir. Bunu kendi ülkemizde yaşadığımız tecrübelerden de çok iyi biliyoruz. Bununla ilgili daha önce yazdıklarımı tekrar etmemek için linkini bırakıyorum [4].

Yazılım nasıl çalıştığını anlama ve onu istediği gibi değiştirme özgürlüğü

Kamu bu özgürlüğü neredeyse hiç kullanmıyor. Tamam özgür yazılımların kaynak kodları açık ve kamu onu değiştirebilir durumda ama bunu yapmıyor. Nereden biliyoruz yapmadığını? Özgür yazılımların geliştirme süreçleri tamamen açık olduğu için istediğiniz özgür yazılıma bakın geliştiricileri arasında kaç tane .tr uzantılı eposta adresi var. Üşenmeyen isimlere tek tek de bakabilir. Sizi yormamak için söyleyeyim çok büyük oranda hiç yok. Oysa Pardus temel olarak Debian üzerine inşa edilmiş bir dağıtım, bir tane bile Debian geliştiricisi istihdam etmesi gerekmez mi? Dağıtımla birlikte dağıtılan ofis paketi LibreOffice, bir tane olsun LibreOffice geliştiricisi çalıştırması gerekmiyor mu? Ankara'da postgresql konferansı düzenlendiğinde akın akın koşan TÜBİTAK birimlerinde bir tane olsun, ilaç niyetine postgresql geliştiricisi bulunmamasında bir gariplik yok mu?

Peki TÜBİTAK kendisi geliştirici çalıştırmıyor ama Debian vakfının, Belge vakfının, Postgresql vakfının destekçisi mi? Bunun da cevabı hayır. Böyle yazınca sadece TÜBİTAK hakkında yazıyorum gibi anlaşılmasın isterim. Her yerde adı geçen Havelsan, Aselsan ya da herhangi bir kamu kurumu için de durum aynı.

Bütün özgür yazılım kullanan kurumlar onun gelişimine katkıda bulunsun demiyorum ama hiçbirinin katkıda bulunmaması olacak şey değil. Bu özgürlüğü hiç değerlendirmediğimiz için buradan edineceğimiz bilgi birikimi diye bir şeyden bahsedemiyoruz. Ülkemiz insanının "ben de yapabilirim" hissine zerre katkısı olmuyor özgür yazılım kullanımının. Bu büyük bir kayıptır.

Yazılımın kopyalarını yeniden dağıtabilme özgürlüğü

Bu özgürlüğü kullanıyoruz ve kurumlar lisans ücreti ödemiyor ama yazılımı yapılandırmak ve özelliştirmek ayrıca bir emek istiyor. Yazılımın kendisine para vermemiş kurumlar bakımı ve ayakta tutulması için ücret ödemek istemiyor genellikle. Microsoft'a, Oracle'a her yıl düzenli ödenen bakım ücretlerini yerli firmalara verip sorunlarını çözdürmekte çok isteksiz kamu kurumları.

Yazılımın değiştirilmiş hallerini yeniden dağıtılabilme özgürlüğü

Kamu kullandığı özgür yazılımları geliştirmeye çalışmadığı için elinde değiştirilmiş bir hali de olmuyor ve bunu dağıtamıyor. Eğer bir özgür yazılımı kendi ihtiyaçları için kaynak kodunda bir değişiklik yaparak kullanıyorsa bile bunu özgür yazılım topluluğu ile paylaşmadığından bu özgürlük tamamen işlevsiz bir hale geliyor.

Açık kaynak yazılımlarla kendi problemlerini çözen kamu kurumları kendi yazılımlarının kaynak kodlarını açıp başka kurumların kullanımına da sunmuyor. Neredeyse aynı problemleri çözmek için her kurum kendi açık kaynak (!) çözümünü kendi geliştiriyor.

Bütün bunlara rağmen özgür yazılım kullanımı ülke için bir avantajdır ama sürdürülebilir bir durum değildir. Yazılım tekelleri ile fiyat konusunda mücadele etmek mümkün değildir. Yukarıda bahsettiğim [4] numaralı yazıdaki acı tecrübelerimizi unutmamalıyız. Özgür yazılım sadece bedava yazılım değildir, onu böyle anlayanlar Microsoft ve Oracle "sizden para almayalım" dediklerinde ilk geri dönenler olacaktır.

Özgür yazılım kendi başına bir amaç değil, daha iyi bir dünya için bir araç. Biz ülke olarak sadece tüketen bir ülke olmayı hedeflemiyorsak bu yolda bize yardımcı olabilecek bir araç. Üreten bir ülke olabilmenin de ilk şartı yüzümüzü üretime çevirmek olmalı.

Maalesef yanlış yoldayız!

[1] https://www.nyucel.com/2017/03/yerli-yazlm-milli-yazlm.html
[2] http://www.gnu.org/philosophy/free-sw.en.html
[3] https://www.nyucel.com/2017/03/son-kullanc-icin-ozgur-yazlm-neden.html
[4] https://www.nyucel.com/2012/07/bedava-m-ozgur-mu.html

izlediklerimden öğrendiğim bir şeyler var

İzlediğim ilk büyük konser 1990'ların başında Ankara'da Zülfü Livaneli konseriydi. Henüz Sovyetler Birliğinin olduğu zamanlardan bah...