26 Aralık 2023 Salı

GNU/Linux'ta takas alanı kullanımı

İşlemci kuyruğundaki süreçler biliyoruz ki RAM'de tutuluyorlar. Çalışan süreçlerin miktarına ve davranışına bağlı olarak kullanılmayan RAM miktarı azalabilir veya daha kötüsü kalmayabilir. Böyle bir durumda yani boşta kalan RAM çok azaldığında tek çaremiz diskteki bir alanı kullanmak olacaktır (elbette makineye yeni RAM ekleyemiyorsak). Bunu yaparken sabit disklerin okuma/yazma hızlarının RAM ile kıyaslanamayacak kadar yavaş olduklarını unutmamamız gerekir. Günlük işlerimiz için kullandığımız dosya sistemi de takas alanı için kullanıma uygun değildir. Diskten daha hızlı ama elbette RAM'den çok daha yavaş olarak kullanabileceğimiz bir disk alanı veya dosyayı nasıl kullanacağımızı açıklamaya çalışacağım bu yazıda.

Önce free komutunu kullanarak RAM ve takas alanı (swap) kullanımımızı görelim.

Eskiden (çok eskiden yani) işletim sistemleri kurulurken RAM'in iki katı kadar bir alanın takas alanı için ayrılması öneriliyor olsa da günümüzde ise böyle bir miktarı ayırmak çoğu durumda gereksiz olacaktır. Bilgisayarın en ucuz ve arttırılabilir parçalarından biri sabit disk olsa da neredeyse hiç kullanılmayacak (en azından kullanılmamasını umduğumuz) bir alanı atıl bırakmak bana mantıklı gelmiyor. Zaten yukarıdaki örnekteki gibi 8gb RAM'i olan bir bilgisayarda RAM tamamen kullanılıyorsa takas alanını arttırmak işletim sistemini kullanılabilir halde tutmaya yetmeyecektir çünkü sabit diski nasıl biçimlendirirsek biçimlendirelim onu RAM kadar hızlı erişilebilir hale getiremeyiz.

Çok uzun zamandır takas alanı için ayrı disk bölümü oluşturmak yerine aynı işlevi görecek bir takas dosyası kullanmak çok yaygın. İster ayrı bir disk bölümü, isterse takas dosyası kullanılsın bunu okuma, yazma hızı en yüksek olan diskte bulundurmak iyi olacaktır. Sistemimizde takas bölümünün nasıl kullanıldığını görmek için swapon komutunu --show parametresiyle kullanalım.

Buradan /swapfile dosyasının takas dosyası olarak kullanıldığını, 2GB boyutu olduğunu anlıyoruz. Şimdi bu miktarın bize yetmediğini ve arttırmak istediğimizi farz edelim. Bu işlem için ihtiyaç duyduğumuz boyutta bir dosya oluşturalım. dd komutunun parametrelerini anlamak oldukça kolay olduğundan ayrıntıya girmiyorum.

Bu dosyanın erişim haklarını 600 yaptıktan sonra onu swap alanı olarak biçimlendirelim. Burada kullanacağımız komut da mkswap

Bu aşamada bir takas dosyası oluşturduk, onu biçimlendirdik ama kullanıma almadık. sudo swapon /swapfile2 komutuyla bu dosyayı kullanmaya başlayabiliriz.

Yine swapon --show ile kullandığımız takas dosyalarını görüntüleyebiliriz. sudo swapoff /swapfile2 komutuyla istediğimiz dosyanın takas dosyası olarak kullanımını sonlandırabiliriz.

Buraya yazdıklarımı ve bir disk bölümünü takas alanı olarak kullanma gibi ayrıntıları isterseniz aşağıdaki vidyodan izleyebilirsiniz.




23 Aralık 2023 Cumartesi

Kopenhag Üçlemesi - Tove Ditlevsen

Tove Ditlevsen Türkçeye sadece üç kitabı çevrilmiş Danimarkalı bir şair, yazar. Kopenhag Üçlemesi'nin kahramanı kendisi, yani o da Annie Ernaux gibi kendini yazdığı iddiasında. Böyle diyorum çünkü insanın kendi yaşadığı şeyleri bile olduğu gibi (bu ne demek ayrıca tartışılabilir elbette) hatırlaması mümkün değil. Tek başına olduğu zamanları doğru hatırladığını düşünen biri kolayca test edebilir bunu. Yanınızda biri varken yaşadığınız önemli olan, olmayan bir olayı o kişiyle konuştuğunuzda başka başka hatırladığınızı göreceksiniz (balkondaydık, hayır buzdolabının önündeydik gibi). Dauwe Draaisma'nın hafıza ve hatırlamayla ilgili ufuk açıcı kitapları olduğunu yazıp bu bahsi kapatayım yoksa konuyu romanlara getiremeyeceğim.

Üçlemenin çevirmeni Leyla Tamer romanları, içindeki şiirlerle birlikte duru bir Türkçeyle çevirmiş. Biraz bakınca başka çevirisi de yok gibi görünüyor. Umarım başka çevirilerini okuma fırsatımız da olur. Romanları yayınlayan Monokl Edebiyat tebrik edilmeyi hak edecek kadar özenli bir çalışmayla okuyucuya sunmuş kitapları.

Çocukluk

İlk kitap Çocukluk'ta üçlemenin kahramanı olan Tove'nin çocukluğunu kendi ağzından dinliyoruz. Yazar sevgisizlik içinde büyüyen bir çocuğun hissettiklerini sanki o yaşta birinin düşünceleriymiş gibi içtenlikle yazmış. Belki, beni yine de seviyor diye düşünmek elbette insanın sadece çocukken düşünebileceği bir şey değil ama kitabın tamamında anlatıcının gerçekten bir çocuk olduğuna bizi ikna edecek bir samimiyet var. İlkokulda öğretmenin başarılı telaffuzu yüzünden kendisini övdüğü bir cümleyi unutamamış olması bana derste doğrudan kendisine söylemediğim bir cümle yüzünden (artık evden ayrıldınız demişim) gece ağladığını aradan geçen 15 senede unutmadığını söyleyen eski öğrencimi (şimdiki arkadaşımı) hatırlattı. Ben de 100 üzerinden 105 aldığım bir sınavda hocanın üçlü amfide aynı durumdaki birkaç kişinin adını okuyup aferin dediği günü unutmadım doğrusu.

Tove övünç duyulacak bir şey değilim ben diyerek geçirdiği çocukluğunun sonrasında kendini daha iyi bir hayatın beklemediğini bildiği (düşündüğü) için çocukluğunu uzatabilmeyi istiyor ama bunu hangimiz yapabildik? Annesinin kendisini sevdiğine inandığı yaşta bu artık kendisini mutlu etmeye yetmekten çok uzakta. Leyla Tamer'in Türkçede yeniden yazdığı şiirleri o yaşta bir çocuğun yazması inanılmaz gelse de (yazmamıştır demiyorum tabi) çok güzel şiirler bence.

Gençlik

Hitler'in iktidara geldiği dönemde gençliğini (henüz liseye başladığı yaşına gençlik diyor yazar. Hoş ben de gençliğimin başladığı yaşları o zamanlar diye hatırlıyorum, bittiği yaşı bilemiyorum) yaşamak Tove'nin zaten parlak olmayan hayatını daha da kötüleştiriyor. Gençlerin evden ayrılmak için 18 yaşını doldurmayı beklemeleri ve bundan sonra kendi ayakları (belki dizleri demeliyim) üzerinde durmaya çalışmaları ve bunu özgürlük olarak görmeleri bugünden bakınca büyük cesaret gibi görünüyor bana.

Genç Tove "Doğru dürüst şiir yazmakla uğraşabileceğim bir yerim olmasını ne çok isterdim. Dört duvarı, kapalı bir kapısı olan bir oda. İçinde bir yatak, bir masa ve bir sandalye olan bir oda, bir de yazı makinesi veya bloknot ve bir kalem, o kadar. Ha, bir de kilitleyebileceğim bir kapısı." derken Woolf'un Kendine Ait Bir Oda'sını hatırlamamak mümkün değil.

Bağımlılık

Romanın özgün Danca adı Gift; zehir ve evlilik anlamlarına geliyor(muş) ve İngilizceye Bağımlılık (Dependency) olarak çevrilmiş. Roman acaba bahsi geçecek şey Tove'nin hayatını yaşarken hep başka erkeklere bağımlı olması mı diye düşündürerek başlıyor. Tove sadece 20 yaşında ve Alman işgaliyle beraber gençliğinin sona erdiğini hissediyor. Hitler Almanyasının Danimarka'ya yaşattıkları romanın arka planında hep var ama Tove'nin hayatının odağında hep şiir ve roman var. Yazar bu romanı yayınladıktan beş yıl sonra uyku hapları içerek intihar etmiş ve romanda bağımlılığının nasıl başladığını, içinden çıkılmaz bir hal aldığını anlatmış (elbette romanda geçenlerin kurgu olduğunu akıldan çıkartmadan söylüyorum bunları).

Üçleme ancak sırasıyla okunduğunda anlaşılabilecek ve keyif alınabilecek romanlardan oluşuyor. Belki üç kitap farklı yıllarda yazılmış olmasına rağmen tek bir ciltte bile basılabilirmiş (İngilizce olarak öyle de yayınlanmış).

17 Aralık 2023 Pazar

Miras, Postane Günlükleri - Vigdis Hjorth

Bir romanla ilgili en az önemsediğim şey yazarın roman hakkında söyledikleri, yazdıkları oluyor. Vay efendim otobiyografik miymiş, bunu yaşayan birilerini mi tanıyormuş, bunlar bence çok boş şeyler. Romanda anlatamadığı şeyleri sonradan onun hakkında konuşup anlatmaya çalışmak beyhude bir çaba bence. Eleştirmenlerin, edebiyat kuramcılarının (Berna Moran'ın Anayurt Oteli hakkında yazdıkları, Yusuf Atılgan'ın röportajlarından daha kıymetli değil mi?), okurların kitap hakkındaki değerlendirmelerini yazardan daha fazla önemsiyorum. Arada bir yazarların söyleşilerine de katılıyorum ama zaten pek az yazar romanda şunu demek istemiştim diyor konuşmasında. Vigdis Hjorth'le yapılan röportajları hiç okumadığımı, özellikle Miras'ın otobiyografik olup olmamasıyla hiç ilgilenmediğimi söylemek için bu kadar uzatmaya gerek var mıydı bilemiyorum.

Norveç (aslında Kuzey Avrupa) romanı denildiğinde aklıma hep Erlend Loe ve Dag Solstad'ın yazdıkları geliyordu (elbette günümüz edebiyatından bahsediyorum, Knut Hamsun gibi yazarları dışarıda bırakarak söylüyorum bunu). Özellikle Jon Fosse'yi okuduktan sonra Norveç edebiyatının aslında dünya edebiyatı olduğuna ikna oldum.

Vigdis Hjorth'ün iki romanını da Dilek Başak çevirmiş. Erlend Loe'nin bütün romanlarını çeviren Dilek Başak Hjorth çevirilerini de sanki Türkçe yazılmışlar gibi sunuyor bize.

<uyarı>
Yazının devamında "meğer katil uşakmış" gibi bir sürprizbozan yok ama yine de içerikle ilgili hiçbir şey duymak istemeyenler burada ayrılsalar iyi olabilir.
</uyarı>

Miras

Miras yapanı şeytanlaştırmadan, mağdurun acısının üzerine basıp yükselmeden bir çocuk tacizini anlatıyor. Konu elli yaşını geçmiş bir kadının (Bergljot) babasının ölümünün ardından çocukluğunda gördüğü cinsel tacizi anlatması olunca çocuğun yaşadığı travmanın detaylandırılması, babanın nasıl kötü biri olduğunun anlatılması veya babanın kendi çocukluğunda yaşadıklarının aktarılması yapılabilecekken yazar bunlara neredeyse hiç girmiyor bile. Bergljot başından geçenleri erişkinliğinde, hatta evlenmiş ve çocukları varken, ailesine açıyor ve babası inkar ediyor. İki kız kardeşi (ağabeyinin durumu farklı ama onu okursunuz zaten) babaları (ve başka bir adama aşık olan anneleri) ortada bir kanıt yokken (nasıl olabilir zaten böyle bir kanıt, yıllar geçmiş üzerinden) ailenin iki üyesi arasında kalıyorlar.

Miras bölüşümü konusunda aile içinde çekişmelerin, kavgaların olması benim de çocukluğumdan alışık olduğum bir konu. En uyduruk şeyler bile paylaşılamaz ölünün ardından. Annem (canım) olur da ileride biz de kardeşimle böyle kavga ederiz (küseriz) diye korktuğundan hayattayken nesi varsa bize bölüştürmüştü (sanki ben kardeşimle böyle bir şey için tartışabilirmişim gibi. O zaten dünyanın en tatlı insanıdır).

Ölen babasının ardından "babam beni biraz da olsa sevmiştir herhalde" diye düşünen Bergljot ne babasını affeder (zaten böyle bir şeyin imkanı yoktur), ne yaptıklarına bir gerekçe bulmaya çalışır. Turan Oflazoğlu'nun "Sen sen sen, Yok olabilirsin ama, Seni sevmiş olmam, Yok olabilir mi?" demesi gibi babasının artık yok olması yaşadıklarının olmamış gibi olmasına imkan vermez. Ağabeyi haricindeki aile üyelerinin söylediklerinin söylenmemiş gibi davranmalarına da dayanamaz (kim dayanabilir zaten?). Yazar bizi gözyaşlarına boğabilecekken bu kozu kullanmamış ve yine de yüreğimizi sıkıştıracak harika bir roman yazmış.

Postane Günlükleri

Roman Ellinor'un bir şeyleri hatırlamamasıyla, anlamsız bulmasıyla başlayınca aman dedim bu da demans benzeri bir durumu anlatıyor. Biraz ilerleyince kahramanın kendini eksik adresli bir mektup, içerikten yoksun bir mektup gibi hissettiğini anladım. Hayatını kazanmak için yaptığı işleri küçük şeyler olarak görüp hayatımda daha büyük şeyler olmayacak mı, bu kadarına mı mahkumum diyen Ellinor romanın ortasında ortaya çıkacak toplumun oluşumuna katılmayım, sorumluluk almalıyım diyor. Hem de bunu 2010'da Norveç'te diyor.

İnsanın kendini anlaması, kendine karşı samimi olması, kendiyle senli benli konuşması bile çok zorken başkalarını anlaması elbette çok zor bir iş. Hjorth konuyu anlatırken lafı çok dolandırıyor, araya başkalarının hikayelerini, kendi ailesiyle ve sevgilisiyle ilgili konuları alıp bağlamı bizim tamamlamamızı bekliyor. Zaten öyle olmasa, yani doğrudan anlatmak istediğini anlatabilse herhalde bir roman yazmak yerine düşündüklerini yazardı. Aslında biraz da bu yüzden yazarların eserleriyle ilgili sonradan söylediklerine herhangi birinden daha fazla önem vermiyorum. Başka türlü söyleyemediği için bu romanı yazmış olmalı yazar.

Yazarın lafı bu kadar dolandırması (romanda kahramana söylettiği ifadeyle söylersek) yazılanların düşünülmüş değil de yaşanmış gibi hissedilmesini sağlıyor.

Romanda Ellinor üzerinde çok uzun zamandır tartışılan konular hakkında da düşünüyor. Theseus'un gemisinde olduğu gibi hakiki olan, asıl olan nedir gibi sorular üzerinde kendisiyle tartışıyor ama elbette bu hacimdeki bir romandan bir özgün bir çözüm önerisi beklememek lazım. Pink Floyd'tan Syd Barrett ayrılınca grup artık Pink Floyd olma özelliğini yitirmediği, hatta Roger Waters ayrıldıktan sonra onun yerine de bir(ler)i konabildiğine göre Rick Wright'ın ölümünün ardından David Gilmour ve Nick Mason yeni bir klavyeci ile yeni bir Pink Floyd albümü çıkarırlarsa bu grup artık Pink Floyd olmaz mı sorusunu biz de zaman zaman arımızda konuşuruz (Eğer olmuyorsa Türkiye'deki son konserlerinde Camel grubunu dinlemeye gidenler kimi dinlediler?). Hatta biraz daha ileri gidip Gilmour ve Mason grubun son halinden ayrıldıklarında onlarla birlikte yıllardır çalan grup üyeleri yeni bir albüm yapsalar, konser verseler bu grup hala Pink Floyd olur mu? Bu sorulara Heraklitos gibi grup üyeleri değişmese bile her bir araya geldiklerinde zaten aynı grup olmuyorlar diyerek cevap vermek bir seçenek olsa da soruların varlığı kahramanın nasıl sıkıntılar içinde olduğunu anlamamıza yardımcı oluyor.

Dilerim üretken bir yazar olan Vigdis Hjorth'un diğer eserlerini de okuma imkanımız olur.

16 Aralık 2023 Cumartesi

Yönetmen Yazar Alain Robbe-Grillet

Kimin önerisiyle okuduğumu hatırlamadğım Alain Robbe-Grillet romanlarını sanki kameranın vizöründen bakarak yazmış bir yazar. Özellikle Kıskançlık bir yönetmen tarafından yazıldığı çok belli olan bir eser. Anlatıcının olayları yorumlamadan (minimum seviyede yorumlayarak diyelim) aktardığı bir tarzda eserler vermiş.

Yazarların klasik roman anlatışından sıkılmaları ve yenilikler denemek istemeleri son derece anlaşılır geliyor bana. Her şeyi bilen bir anlatıcının olması kendi başına sorunlu bir durum. Anlatan kahramanların bütün düşüncelerini nasıl biliyor, bize doğrusunu mu anlatıyor (sonuçta kurmaca bir metinden bahsediyoruz ama bazen yazarın bir kahramandan yana taraf tuttuğunu düşündüğüm çok oluyor benim) gibi sorular edebiyat okuyucusunun aklını kurcalayan şeyler.

Kıskançlık

Romanda anlatıcı kişilerin düşündüklerini bilip bize aktaran biri değil. Bir anlatıcı var evet ama sadece fotoğraflara, bazen de kısa videolara bakıp bize tasvir eden biri bu. Fotoğrafta görülmeyen şeyleri o da bilmiyor. "Belki saçının bu tarafıyla işi bittiği için hareketlerine ara verdi" diyor örneğin. O da emin değil ara vermenin nedeninden. Anlatıcının her şeye hakim olmaması okuduğumuz metne biraz mesafe katsa da metni daha inandırıcı kılmak yönünde bir çaba (70 sene önce yapılmış denemeleri yeni bir şey gibi sunmuyorum elbette, ben yeni okudum).

Romanda diyaloglar çok az, konuşmaların hepsini duymuyoruz, duyduklarımızın çoğu da tekrarlardan oluşuyor. Kıskançlık sıradışı bir roman; yazarın aynı zamanda bir sinemacı olduğu romanın her satırında fark ediliyor. Roman kameranın hareketlerinden çok fotoğraf karelerinin okuyucuya anlatılması şeklinde ilerliyor. Bazı bölümlerde (hatta romanın tamamında) romanla hiç ilgisi olmayan detaylar okuyucuya "ben ne okuyorum" dedirtecek kadar ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor. Tiyatro için sahnede görülen silahın zamanı gelince patlaması gerekir dendiği şeyin bu romanda karşılığı yok. Gölgeler, şekiller, izler çok kadar detaylı anlatılıyor ama öykünün geneliyle ilgileri yok. 100 sayfalık roman sürekli tekrarlarla, işe yaramayan ayrıntılarla geçiyor ama romanın baş karakteri olan A...'nın hayatı da 12 ay boyunca tekrarlayan rutinlerle geçiyor. Hayatı böyle tekrarlar içeren birinin evdeki eşyaların gölgelerine, konumlarına böyle ayrıntılı bakmaktan başka çaresi de olmuyor (pandemi döneminde evdeki halimi düşününce çok benzerlikler buldum bu anlatım tarzıyla).

Romanda takip edilecek bir olay yok. Bir duygu durumu ona uygun bir şekille anlatılmış. Romanın adı Kıskançlık olarak yazılmasa okuduktan sonra çok az kişi bu ismi verebilirdi bence.

Silgiler

Yazarın ilk romanı olan Silgiler'i ben Fol Yayınlarından okudum ve bana son okuması iyi yapılmamış gibi geldi. Bir çok yerde rı'lar n olarak, nı'lar m olarak basılmış. Kitabın YKY'dan da bir baskısı yapılmış, her iki kitap da Alp Tümertekin'in çevirisi. YKY daha özenli bir baskı yapmıştır, tercih fırsatınız olursa ona şans verin derim.

Silgiler klasik anlamıyla bir polisiye değil. Evet bir cinayet var (olup olmadığı şüpheli olsa da), olayı soruşturan polisler var, tanıklar var (çoğunun aklı başında değil ama varlar) ama sonuçta Sherlock'taki gibi bulmaca çözen birileri yok (bir bulmaca var ama nasıl çözüleceği belli değil). Robbe-Grillet her sahneyi bir yönetmenin film çekimi öncesi hazırladığı taslaklar gibi anlatıyor. Kronoloji, kimden bahsettiği gibi gibi konular yazarın özellikle açıkça anlatmadığı şeyler. Aynı sahneyi farklı muhtemel senaryolarla tekrar tekrar okumak romanı sıkıcı hale getirmemiş, aksine romanda bazı şeyler anlaşılmadan kalıyor ama zaten hayat da öyle değil mi? Benim hayatta tamamını anladığım o kadar az şey oluyor ki romana laf etmeye genelde yüzüm olmuyor.

70 yıl önce Yeni Roman diye adlandırılmış bu yazım şekli ama günümüz okuyucusuna yeni gelir mi emin değilim. Yeni olsun olmasın benim beğenerek okuduğum bir roman oldu Silgiler.

Ölümsüz Kadın

Romanların sinemaya aktarılmasını sıkça görüyoruz (ve beğenmiyoruz) ama ilk defa bir sinema filminin sahne sahne anlatıldığı ve filmden görsellerle zenginleştirildiği bir roman (sineroman deniyormuş bu türe) okudum. Önsözü okumadığım için önce film çekilmeden yapılan hazırlığı okuduğumu düşündüm (görseller sonra eklendi sanmıştım) ve böyle büyük bir hazırlık (libretto gibi) yapıldıktan sonra başka bir yönetmen de çekebilirmiş gibi geldi filmi.

Robbe-Grillet Kıskançlık romanındaki gibi her şeyi ayrıntılarıyla tarif ediyor bu sineromanında da. Filmde görülmeyen bir şeyi anlatmıyor, yorumlamıyor. Film 1963'te İstanbulda geçiyor ve internetten bulup izlemek imkanı var. İnsanlık dünyanın dışına çıkmamışken, daha aya gidilmemişken elbette İstanbul bugünkünden çok başka bir halde. Kitabı okumasanız bile filmi izlemekten keyif alacağınızı tahmin ediyorum. Sunuş yazısında geçmiş İstanbul için yazdığı gibi: "Giden dönmez ama gönlünüzde yaşatabilirsiniz".

14 Aralık 2023 Perşembe

Kedi Gezegeni - Lao She

Peter Sloterdijk yazma eylemi için "Göndericilerin, gönderilerinin gerçek alıcılarının kim olacağını önceden kestirememeleri, yazılı kültürün oyun kurallarındandır" diyor. Yaşadığımız coğrafyadan ve kültürden çok uzakta, onlarca hatta daha fazla yıl önce yazılmış eserleri kendimize çok yakın bulmamız yine onun ifadesiyle "Kitap ve mektup yazanlar ile onların mektuplarını alanların varsayımsal dostluğunun" bir kanıtı olsa gerek.

Kedi Gezegeni Çin'in önemli yazarlarından Lao She tarafından 1933'te yazılmış. Roman'ın ilk sayfasında Çinli kahramanın bir uzay gemisiyle Mars'a gittiğini ve gemisinin parçalanması sonrası orada Kedi İnsanlarla karşılaştığını öğreniyoruz. Ne orada nasıl hayatta kalabildiğine şaşırıyor ne de Kedi İnsan diye bir şeyin varlığına. Mars'ta başka uygarlıkların da mevcut olduğunu öğrenmiş olmasına rağmen kahraman dünyaya nasıl döneceği hakkında bir kaygıya da sahip değil. Kafka romanlarındaki gibi çok saçma bir şey oluyor ve biz de durumun saçmalığına değil de olayların nasıl ilerlediğine odaklanıyoruz (Kafka romanlarındaki gibi dediğimde sanki yaşadığımız hayatta böyle yapmıyoruz demiş gibi oluyorum farkındayım. Aslında başımıza o kadar garip şeyler bir anda gelmiyor, yoksa biz de çoğunlukla ne olayların altındaki mantığı aramaya çalışıyoruz ne de duruma itiraz ediyoruz aslında).

Kedi Ülkesindekiler için "Eğer zaman öldürmek bir iş olsaydı Kedi İnsanlarının işlerini çok iyi yaptıkları söylenebilirdi" diyor kahraman. Kedi İnsanları bildiğimiz anlamda bir iş yapmadıkları gibi toplumsal düzenleri de bizimkinden çok farklı (belki de çok benzer). Konu insanlar arasında geçmediğinden bir distopya sayılabilir mi bilemiyorum ama romanın çıktığı dönemde ülkesinde çok tepki çektiğini tahmin etmek zor değil.

Kedi Ülkesi ülkenin eğitim seviyesini yükseltmek için her yere okullar açıyor. Sonra bütün okulları üniversite yapıyor. Hatta hepsini en iyi üniversite sayıyor. Bu kadarını yapınca bir adım daha ileri gidip ilkokula başladıkları gün öğrencilere üniversite diplomalarını veriyor. Böylece hiçbir işe yaramayan diplomalarıyla bütün ülke insanı üniversiteden birincilikle mezun oluveriyor.

Kahraman kimse ekip biçmezken, çalışmazken, üretmezken Kedi Ülkesinin imparator'un parayı nereden bulduğunu sorduğunda "Tarihi eserleri satar, toprak satar, siz yabancılar bizim ulusal hazinelerimizi ve topraklarımızı satın almaya bayılıyorsunuz o yüzden para konusunda kaygımız yok." cevabını alır. İmparator hazretlerinin maddi sıkıntısı yoktur ama halk genel olarak perişandır. Ülkenin aydınları yurtdışından yabancı kelimeler öğrenir ama anlamını bilmeden kullanırlar bu kelimeleri. Zaten kendi ülkelerinde aldıkları eğitimin kalitesini düşününce dışarıda kültürlerinin artmamasına şaşmak da mümkün olmaz. Kedi Ülkesi komşu ülkelerden çok etkilenmekte ama bir adım ileri gitmek şöyle dursun, olduğu seviyede bile kalamamaktadır. "Bizim özelliğimiz taklit etmeye çalıştıkça daha da kötüye gitmektir."

Kedi Ülkesinde vicdanım hayatımdan daha önemlidir diyen çok küçük bir grup var ama onlar da bir araya gelip mücadele edemiyorlar. Bir düşman işgalinde ilk kaçanın imparator hazretleri olduğu Kediler Ülkesinde yaşamadığımız için şükretmemek mümkün değil.

4 Aralık 2023 Pazartesi

Sakar - Alexandre Seurat

Aile içi şiddet konusunda çocuğun, öğretmenlerin, sosyal hizmet görevlilerinin çaresizliğini vurucu bir şekilde anlatan bir roman Sakar. Hiçbir şiddet sahnesi içermemesine rağmen kendi çocukluğunda benzer şeyler yaşamış biri için okuması kolay bir kitap olmayabilir çünkü çocukluğum "beş kardeş çok acıtmaz mı?" karikatüründeki gibi geçti ama benim bile bağırasım geldi incecik romanı okurken. Nesrin Demiryontan hiç aksamayan bir Türkçeyle çevirmiş romanı.

Romanları okurken aklımda hep bu metni nasıl okuyoruz sorusu oluyor. Tamam kurmaca ama yazar yazılanlara nasıl inanmamızı bekliyor? Klasik romanda her şeyi bilen, kahramanların aklını okuyan bir anlatıcı var, buna ikna olmak kolay. Bazen mektuplar, günlükler bulundu, onları okuyorsunuz diye başlangıçta bir not oluyor, buna da eyvallah. Metin zaten bir kahramanın (bazen birden çok kahramanın) ağzından konuşunca yine yazılanlara ikna olmak zor değil benim için.

Sakar'da yazar sanki Diana'nın ölümünden sonra savcı bir soruşturma yapmış ve ifadelerini zamanlayarak bir araya getirip bize sunmuş gibi başlıyor (gibi diyorum çünkü roman böyle bir şeyden (yani soruşturmadan) bahsetmiyor). Bölümlerin başında kimin konuştuğu yazıyor (Teyze, Okul Doktoru, Üçüncü Müdire gibi) ve biz onun anlattığı kadarını öğreniyoruz. Her konuşma geçmiş zamandan bahsediyor ama o geçmiş zaman bugünden (romanın şimdiki zamanından) bakılan zaman değil. Konuşmanın (neden ifade diyemediğime birazdan geleceğiz) yapıldığı zaman bugünden önce ama bahsi geçen zamandan sonra. 79. ve 81. sayfada Diana'nın birer cümle konuştuğu iki bölüm (belki alt bölüm demek daha doğru olur) olmasa bir ifadeler bütünü okuduğumuza ikna olmakta bence bir sorun olmayacaktı ama o iki bölüm var. Yazar Diana'nın konuşmalarını bir yukarıdaki bölümde Jandarmaların duyduklarını anlatıyormuş gibi bize aktarsa hiç böyle bir kafa karışıklığı olmayacakken Diana'nın sesini duymak (çaresiz yavrucağın sesini duyar gibi oluyor insan gerçekten) böyle bir kurguya imkan vermiyor.

Diana'ya ait bölüme gelene kadar ben romanın baş kahramanı hariç herkesin onun hakkındaki hatıralarını, düşüncelerini anlattığı ama onun hiç konuşmadığı (olmadığı) bir roman okuduğumu düşünmüştüm. Ahmet Hamdi Aydaki Kadın romanında "Bereket versin o gece Selim yoktu. O gece... O gece Selim’in yokluğu vardı" diyor ya ben de "Roman Diana hakkında ama o yok, onun yokluğu var" diye düşünmüş ve çok beğenmiştim (sonunda yine beğendim). Eğer romanlarda böyle şeyleri dert etmiyorsanız eminim çok beğenirsiniz Sakar'ı.

izlediklerimden öğrendiğim bir şeyler var

İzlediğim ilk büyük konser 1990'ların başında Ankara'da Zülfü Livaneli konseriydi. Henüz Sovyetler Birliğinin olduğu zamanlardan bah...