14 Kasım 2025 Cuma

yeniden doğmak

Daha geçen gün Neşet Ertaş'ın bahsettiği üç büyük korkudan; ayrılık, yoksulluk ve ölümden bahsetmişken dün akşam bambaşka bir korkuyla daha karşılaştım (hayır canım onu yazabilir miyim hiç!). Telefon elimdeyken ekrana bakınca yeniden başlatayım mı sorusunu gördüm, ben de belki aylardır yeniden başlatmadım hadi yeniden açılsın dedim ve kenara koydum. Sonunda telefon açılmadı, bugün götürdüm işlemcisi bozulmuş dediler, yeni telefon aldım.

Tabi bahsetmek istediğim korku binlerce liranın boşa gitmesi değil, o zaten yoksulluk kısmına giriyor. Telefonla o kadar az konuşuyorum ki, bir zaman daha konuşmasam hiç sorun olmaz eminim. Eposta ve telegram zaten bilgisayarda açık. Keza yıllar önce vazgeçip, çaresizlikten yeniden kurduğum whatsapp da aynı şekilde çalışmaya devam ediyor. Peki yarın kiralarımı nasıl ödeyeceğim? (bu da yoksulluk evet) Bilgisayarda kullandığım bütün uygulamalar kimlik kanıtlamada ikinci parti olarak telefondaki uygulamadan doğrulama istiyor. Neredeyse hiçbir uygulamanın parolasını hatırlamıyorum, gerektikçe yenisini istiyorum maille bir şekilde bu sorunu çözüyorum. Oldu da gmail adresime ulaşamadım diyelim, hayatımda neler eksilirdi? Elektronik dünyadaki hayatıma sıfırdan başlayabilir miyim, burada yeniden doğabilir miyim? Okumaya, izlemeye, dinlemeye o kadar vakit ayırmama rağmen günün yarısı yine de boş [kimseyle konuşmazsan nasıl olacaktı geri zekalı?], tekrar tekrar okuduğum yazışmalar kaybolsa salondaki koltuk altımdan çekilmiş gibi olmayacak mıydı? Bir sabah uyanıyorsun ve internetteki bütün hesapların silinmiş! İzlemeye dayanamayacağın bir korku filmi senaryosu değil mi? Aslında (bunun fotokopisinde diye bir şakası da varmış ama hiç yeri değil biliyorum) herhangi bir hesabımızın sonsuza dek açık kalacağının da garantisi yok, biliyoruz. Yarın whatsapp'a giremeseniz kime hesap sorabilirsiniz?

Telefonu tamirciye bırakınca ne zaman geleyim diye sordum. Oğlumdan bile küçük bir genç kız firmanın kartını verdi, gelmenize gerek yok arayın. Telefonu size verdim nasıl arayayım? Belki arkadaşınızdan ararsınız. Tek başınayım. O zaman 2 saat sonra gelin. Bizi konuşurken gören (sonradan dükkanın sahibi olduğunu öğrendiğim) erkek kıza kart versene dedi. Kız da kimsesi yokmuş diye seslendi. İlk aklımdan geçen o kadar da yalnız değilim demek oldu ama tabi bir şey demedim. Doğrusu daha da yalnızım.

Pandemi dönemi İstanbula oğlumu yurda yerleştirmek için gittiğim zaman arabayı iskeleye yakın bir park yerine bırakmıştım. Gece İstanbulda kalıp döneceğiz (ne kadar güzel bir gündü). Telefon çaldı, arabanızı oradan çekin. İstanbuldayım, ancak yarın sabah çekebilirim. Buradan biri çeksin. Sadece bende anahtar var kimse çekemez. Hiç mi kimseniz yok?

Selanikte bir lokantaya girdim, kaç kişisiniz diye sordu garson. Tek başımayım. Avrupa'da asla olmayacak bir şekilde elini omzuma koydu ve çok üzülme buna dedi.

Hiç uzun mesafe koşmadım ama yalnızlık denilince aklıma hep bu şarkı gelir.

It's all so futile!
 

ya yarın pişman olursam!

Dövme yaptırmaktan imtina edenlerin iki temel korkusundan biri yarın o dövmeden pişman olmak, diğeri ise dövmenin canını çok acıtacak olması [bu cümleyi saniyen, salisen diye kurmak istiyordun biliyorum]. Bu yargıya bir (1) kişi üzerinde yaptığım bilimsel bir gözlemle varıyorum elbette. Her ikisine karşı argümanlar yazıp sizi dövmecilere göndermek istiyorum.

Öncelikle yarın olacağına nasıl bu kadar eminiz? Şimdiye kadar hep yarın oldu ama buna bakarak sonsuza kadar yaşayacağımızı mı düşünüyoruz? Bugüne kadar hiç ölmedim, demek ki yarın da ölmem! Buna inanmıyor olmalıyız aslında. Daha kaç milyor yıl yaşayacaksınız da bu lanet olası dövmeden pişman olacaksınız? Belki de yarın olmayacak

Bugüne kadar yaptığınız neyi daha iyi yapamazdınız? Şimdi referans vermeye enerjim olmayan o kadar romanda, filmde bahsi geçen zaman makinesi rastgele bir geçmişe götürse daha iyi yapamayacağınız bir şey var mı? Bırakın bu dövme de daha iyisini yaptırabileceğiniz şeylerden biri olsun. Emin olun ne yaptırsanız aynı şeyi hissedeceksiniz, mükemmel dövme diye bir şey yok.

Picasso'nun aşağıdaki eseri benim ilk kopyasını çizdiğim şey (resim çizmek nasıl öğretilmeli konusunda da yazdım ama çok uzun oldu. ben bile okurken sıkıldım). Tablo öyle güzel ki AKM'de onu gördüğümde (o güne ait pişmanlıklarım bir kamyonu doldurur) tam karşısından ressamın çizdiği halinin fotoğrafını çekmek bile ayıp geldi bana [her şey ayıp gelsin sana moron] yine de dövmesini yaptırdığıma mutluyum. Belki yarın pişman olurum ama ne gam!

Yapmadığınız için pişman olmadığınız bir şey yok mu? Bozcaada'ya gitmeyebilirdiniz, Burgazada'ya gidebilirdiniz, adanın adını hiç ağzınıza almayabilirdiniz! Hepsinin sonu pişmanlık değil mi zaten? Yaşamak tümüyle pişmanlıktır! Kim ki yaptığından/yapmadığından pişman değil, pişmanlığı başka türlü tanımlıyordur. Canım Oğuz Atay'ın Tutunamayanlarda söylettiği gibi olmayacak mı yapmadığınız/yaptığınız her şey?

"Yatağımın karşısında bir pencere var. Odanın duvarları bomboş. Nasıl yaşadım on yıl bu evde? Bir gün duvara bir resim asmak gelmedi mi içimden? Ben ne yaptım? Kimse de uyarmadı beni. İşte sonunda anlamsız biri oldum. İşte sonum geldi. Kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım; kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım."

Acı konusuna gelince tahmin ettiğinizden çok çok az acıyacak. Eğer ayak bileğinizin, göğüs kafesinizin üzerine dövme yaptırmıyorsanız bu muymuş gerçekten diyeceksiniz. Hele kadınsanız ağdayla kıyaslanamaz bir acı olduğundan hissedilmez bir şey gibi gelecektir dövmenin acısı size. Gidin ve o lanet olası dövmeyi yaptırın!

Hayatta yaptığım ve yapmadığım her şeyden pişmanım ama bu kadarım ben 

12 Kasım 2025 Çarşamba

"istediğini yapabilirsin ama istediğini isteyemezsin"

Yürüyüş en sevdiğim faaliyetlerden biri. Ortaokuldayken Çubuk'tan Ankara'ya yaklaşık 40km yürümüştüm arkadaşlarımla. Hayatta en çok yorulduğum günlerden biriydi herhalde. Şimdilerde daha aklı başında yürümeye çalışıyorum. Pandemi döneminde iki hafta evden çıkmadığımız bir sürecin ardından artık evin dışına çıkmak serbest olunca ilk gün 10km, sonraki gün (yarı maratonu tamamlayayım diyerek) 22km yürümüştüm. Tabi bu sadece yürüme sevdasından değil evde durmaya dayanamamaktan olmuştu (şimdilerde günlük ortalama 6-7km civarında yürüyorum). Nasıl başka konularda okuyorsam yürümek ve etkileriyle ilgili çokça kitap okudum. Ne yürüyüşüm değişti, ne de yürüyüşten beklentim (o zaman niye?).

Üç yıl önce Urla caz festivali için İzmir'e gittiğimde Bergüzar'ın coşturmasıyla orta zorlukta bir doğa yürüyüşüne katılmıştım (konserler harikaydı). Bir minibüsle yolun kenarında bir yere geldik, ben nereye kadar yürüyeceğiz diye sordum. Çok uzak bir tepedeki rüzgar tribünlerini gösterip oraya gidiyoruz dediler. Güzel şaka diye düşündüm ve güldüm. Sonuçta oraya kadar çıktık. Bergüzar harika bir yol arkadaşı olduğundan nasıl yorulduğumu konser sonrası anlayabildim ancak. Eylül ortası olduğundan henüz sonbahar başlamamıştı ama yine doğa çok güzeldi. Gördüğüm en güzel sonbaharlardan biri Deliorman'daydı. Çamları, ardıçları (bütün iğne yapraklıların çam olmadığını öğrenmemin bu kadar yakında olması utanç verici), akçaağaçları, çınarları bütün o muazzam renkleriyle görmek harikaydı.

Geçen pazar Kazdağlarına bir doğa yürüyüşü için gittim. Yine orta zorlukta bir parkura. Bu sefer hayatta ne zaman tökezlesem (ki çok olmuştur) beni tutan Kamil vardı yanımda (ben onun yanındaydım aslında). Uzun bir yürüyüş parkuru değildi ama oldukça dik yamaçlardan indik. Hep bana yakın yaşta insanlardan oluşan bir grupla yürüdük. Birkaç gün önce yağmur yağdığından yerler ıslak ve sonbahar yapraklarıyla doluydu. Zemin o kadar yumuşaktı ki eminim ciddi bir zarar görmezdim düşseydim bile. Güneşli güzel bir günde harika renklerle dolu ağaçlık bir yerde yürüyüp, çokça eğlenip döndük.

Bu doğa yürüyüşlerinde benim anladığım eğer hiç eğimi olmayan bir tartan pistte yürüyorsanız zorluk derecesi kolay, Erciyes'e, Ağrı'ya tırmanıyorsanız zorluk derecesi zor diye sınıflanıyor. Aradaki her şey orta zorlukta. Ben nasıl yorulmuşsam iki gündür üst bacaklarım tutmuyor. Bu parkurların zorluk derecesi 10 üzerinden belirtilmeli bence. 2 de 9 da orta zorlukta olmaz arkadaşlar. 

Yaklaşık on yıl önce buradan Ankara'ya uçakla giderken türbülansta uyanmıştım (uçak kalkmadan uyur, indikten sonra uyanırım. Şahitlerim var). Uçağın içi çığlık çığlığa. İlk aklıma gelen son sınıfların bitirme projelerini tamamlamamış olduğumuz olmuştu. Kazdağlarında dik bir yamaçta yer ayağımın altından çekilince bu sefer aklımdan geçen şey haftasonunu görmeden mi bitiyor oldu.

Schopenhauer'un başlıktaki sözünü anladım diye düşünüyorum bir zamandır. Bu yaşadığımı bir ay önce yaşasam eminim bambaşka düşünecektim. Heidegger'in Varlık ve Zaman'ı anladığımı düşünüyorum diyerek psikiyatri kliniğine giden adam gibi [gibi yazmamak için iyi çabaladın] olmasa da bir aydınlanma anı oldu benim için.

Hayatının bir köşesine koyduğun ve artık üzerinde pek az düşündüğün bir şey hareket etmeye başladığında hem diğer şeylerin de yeri değişiyor hem de o hareketin gümbürtüsünü duymuyormuş gibi yapamıyorsun. Cumartesi yolunda gitmeyen bir şey olmaz ve belki öykünün geri kalanını da yazarım [ya da daha iyisi olur ve mutluluktan yazmazsın].

11 Kasım 2025 Salı

bir ayrılık, bir yoksulluk, bir de ölüm

İnsana en büyük korkusunu gösteren bir aynaya baksam ne görürdüm acaba? Bu soruya cevap vermenin iki büyük zorluğu var gibi geliyor bana. Birincisi en büyük korku üzerinde düşünmek oldukça zor. Aslında düşünmenin kendisi zahmetli bir eylem. Karşımıza iki seçenek çıkınca birini seçmeden önce bir şeyleri tartmayı düşünmek olarak tanımlarsak habire düşünüyormuşuz gibi geliyor ama düşündüğümüz önermeyi ve bileşenlerini tanımlamak, tersi olabilecek bir durumu tarif etmeye çalışmak disiplinli bir şekilde uğraşılmadıkça yapılması zor işler. İkinci olarak da bahsi geçen korku zamanla değişebiliyor. Hem neden sürekli korkularımızı düşünelim?

Unutuyor muyum, hatta unuttuğumu unutuyor muyum sorusuna kendi kendine cevap vermek de başta tahmin edildiği kadar kolay değil (en azından benim için). Böyle bir durum başladığında ne yapmayı planladığımı da unutabileceğim için hazırladığım eylem planı da çok karmaşık oldu. Buraya yazsam kimsenin işine yaramaz diyerek onu geçiyorum. Kendimi daha fazla tetiklememek için bu konuyu işleyen edebiyata ve sinemaya mesafeli durmaya çalışıyorum. Florian Zeller'in The Father (Baba) [1] filmini izlemeye ancak cesaret edebildim bugün.

Bir adamın kafasının içinde nasıl kısılıp kaldığını sinema diliyle muazzam anlatmış yönetmen. Aynı olayların defalarca tekrar etmesi, yüzlerin, seslerin başka başka kişilerde tekrarlaması izleyicinin bile kafasını karıştırırken bunları yaşayan kişinin ne hissettiğini anlamamız mümkün değil elbette. İnsanın beyninin yeni hatıra üretememesi, eskileri hatırlarken gerçekliğin kırılması, yaşayanın bize aktaramayacağı tecrübeler. Filmin anlattığı konunun şehvetine kapılmadan çekildiğini söyleyeyim de benzer sebeplerle izlememiş olanlar varsa bir fikirleri olsun. Çevresinde benzer bir tecrübe yaşamış olanlar için ağlama garantili bir film olduğunu söylemeye gerek yoktur sanırım. Benzer bir konuyu işleyen çok güzel bir roman okumak istenler için Julie Otsuka'nın Yüzücüler [3] romanını (Duygu Akın'ın harika çevirisiyle) önermek isterim.

Yönetmenin 2022'de çektiği The Son (Evlat) [2] ise bir başka büyük korkuyu; çocuğuna yeterince iyi anne, baba olamamayı konu ediniyor. Aslında iyi baba olmak diye bir şey mümkün mü emin değilim. En azından benim olamadığımı söyleyebilirim. Filmin sonunda gerçekten oğlunun kitap yazıp döndüğüne inanıp filmi izlediğime pişman olur gibi oldum doğrusunu söyleyeyim.

Yönetmenin bazı olayları göstermeyip sonrasındaki etkisiyle onları tamamlamamızı istemesi çok akıllıca bir hareket gibi geldi bana. Bunu Haneke'nin tercih ettiği gibi kamera açısının dışında bile göstermiyor Zeller. Dünkü tartışma için özür dilerim'i duyduğumuzda artık o tartışmanın kendisini görmemize gerek kalmıyor. Her iki filmdeki sesler ve ışıklar da tam böyle olmalı dedirtecek kadar iyiydi (ben ne anlıyorsam artık).

Seneye gösterime girecek bir filmi daha olacakmış, umarım unutmam ve seyredebilirim. 

9 Kasım 2025 Pazar

Bu lanet olası konser kayıtları neden yayınlanmıyor?

Eskiden müzik dinlemenin tek yolu kaset, plak, cd veya vidyo kaydını satın almaktı. Aslında daha eskiden radyodan veya TRT'den (TRT1 bile değildi adı, ilk dünya savaşının adının ikincisi yapılmadan önce birinci dünya savaşı olmadığı gibi) dinleyip, görüp sevdiğimiz müzikler de oluyordu ama istediğimiz zaman dinleyemiyorduk onları. Böyle olunca bu müziği üretenler satışlara göre para kazanıyordu. Şimdi neredeyse bütün kazançları konserler ve platformlardan elde ettikleri gelirlerden oluşuyor. Hayatımda kimsenin kazandığı parayla ilgilenmedim (kendiminkiyle bile) ama yolunda gitmeyen bir şeyler var bence [hadi bakalım].

Neredeyse bütün müzik ve vidyo platformlarını (hem de aile planıyla) üye olup öyle kullanıyorum. Yılda ortalama haftada birden çok konsere, tiyatroya, operaya, baleye gidiyorum. Bir konsere gitmeden önce grubun setlist'ini mutlaka dinlemiş oluyorum. Eğer bir edebiyat eserinin uyarlaması ise kitabı (muhtemelen tekrar) okuyorum, klasik müzik eseri veya opera ise başka orkestralar nasıl çalmış dinliyorum. Uzun ömrümde bir defa bunun kaydı var online izleyeyim de gitmeyeyim dediğim olmadı. Böyle birini de tanımadım (Oğuz'un şaka yaptığını biliyorum). Bir grubun konser kaydı, bir orkestranın performansı izleyiciyi mekana çekmek için kullanılabilecek bir şeyken neden bilmiyorum çok çok azının kaydı yayınlanıyor. 

İstanbul Atatürk Kültür Merkezinde her sezon muazzam temsiller oluyor. Örneğin Carmina Burana sadece AKM'de öyle izleyebileceğiniz bir sahne şovu (üç defa izledim ben). Daha ne operalar, konserler oluyor burada. Neredeyse hiçbirinin kaydı yayınlanmıyor. Ülkede AKM'ye gitmeyeyim, sonra YouTube'dan kaydını izlerim diyen bir insan evladı mı var ki böyle yapılıyor? Rica ediyorum bir bakın AKM'nin kanalına [1], insan utanır bundan. Carmina Burana'nın telif ücreti de yok eminim. İnsanlar orada yaşayacakları tecrübenin farkında olsalar daha iyi değil mi? Bu etkinliklerin izlenmelerinden elde edilecek kaynak da bir yerde kullanılır herhalde.

Zamanında Çekirdek Sanat Evi'ndeki etkinliklerin çıkışında konser kayıtları bir kasette verilirdi. Ben bir aya da razıyım. Hepsi kaybolup gidiyor maalesef. Bülent Ortgaçgil'in 50. yıl konserinde kimler kimler çaldı, tekrarı olmayan performanslar sergilendi şimdi ancak izleyicilerin kıytırık telefonlarıyla kaydettiklerini görebiliyoruz. Halbuki sahnenin iki yanındaki ekranlardan yayınlandığına göre kayıt alınmış olmalı. Bir de etkinliklerden önce telefon ve kamera kullanımı yasak diye anons yapmıyorlar mı deli oluyorum. Yahu hadi biz kaydetmiyoruz, siz niye kayıt alıp yayınlamıyorsunuz bunları?

Yurtdışındaki gösteri merkezlerinin vidyoları milyorlar izleniyor, biz tek bir kez göremiyoruz. Azıcık vizyonu olan biri yetkililerine bu fikri verse minnettar olurum.

[1] https://www.youtube.com/@akmistanbul

Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Hasret

İki kişi arasındaki mektuplaşmaların yayınlanmasına nasıl karar verilebiliyor anlamıyorum (hayatta anlamadığım o kadar çok şey var ki). Bir yanıyla bakınca yazar hakkında daha dolaysız bir bilgi edinilemez gibi geliyor ama acaba gerçekten öyle mi? Mektuplarını okuduğumuz yazarlar bugünlerde yaşasalar WhatsApp yazışmalarını okumak ister miydik mesela? 

Bir de gerçekten birine yazarken bütün maskelerimizi çıkartıp öyle mi yazıyoruz? Uğur'un (bu sefer oğlum olan Uğur) bebekliğini hatırlıyorum, daha kafasını döndüremezken bir gün öhö öhö yapmıştı. Ben de ah yavrum sen hasta mı oldun diyip öptüm onu. Ertesi gün yalandan olduğu çok belli bir şekilde öhö öhö'yü taklit etmişti. Velhasıl daha dünyanın farkında bile değilken bir maske takıp öyle davranıyoruz. Çünkü toplumsal canlılarız. Her ne bizi karşımızdakinin arzusunun nesnesi olmaya yaklaştırıyorsa öyle davranıyoruz. Benim kendime yakın bulduğum görüş (bu ne cesaretse artık) insanın maskelerinin hepsini çıkartmasının mümkün olmadığı yönünde.

İnsan tek başına yatarken bile poz kesen bir canlı iken Kafka'nın Milena'ya nasıl poz kestiğini okuyup da ne öğreniyoruz? Nazım'ın Piraye'ye yalvarmaları onu daha iyi bir şair mi yapıyor? Cemal Süreya'nın On Üç Günün Mektupları'nın tamamen poz olduğu belli değil mi? Ahmed Arif'in Leyla Erbil'e yazdıkları bu kadar acıyken niye basılıyor? Adam zaten yazdıklarının önemli bir kısmını şiir olarak yayınlamış bir de. Bence (nasıl bir otoriteysem bu konuda) Zeynep Altıok babasının, Metin Altıok'un, kendisine yazdığı mektupları yayınlamaya karar verebilir ama yazan da, alan da ölmüşse kimsenin kendini böyle bir karar mercisi olarak görmemesi gerekir. Turgut Uyar'ın çocukları mektuplarını okumadan yırttık diyorlar, çok örnek bir davranış bence. Diyeceksiniz madem bu mevzuya karşısın neden her çıkan mektuplaşmayı okuyorsun? Bu konuda hatalı davrandığımı düşünüyorum, haklısınız [kimsenin aklında olmayan konularda bile kendinle kavga edebiliyorsun, bravo!].

Nazım'ın Piraye'nin kendisine gönderdiği mektupları şiir yapıp yayınlamasının sorumluluğu kendisine ait olduğundan itirazım yok [ya bir de Nazım'a itiraz et istersen]. Nazım'ın Kemal Tahir'e gönderdiği mektupların yayınlanması da bir yere kadar anlamlı bence. Kafka'nın Milena'ya yazdıkları çok iyi edebiyat buna diyecek bir şey yok ama istese kendi yayınlayamaz mıydı bunları? Felice'ye 700 sayfa yazıp kitaplarından bahsediyor ama Kafka hakkında doktora tezi yazmayacaksak öncesini okuyup ne yapıyoruz gerçekten bilemiyorum. Van Gogh'un, Theo'ya yazdığı mektupları yayınlamak her ne kadar başka yazılı bir şeyi bize kalmadığından anlamlı gelse bile özel hayatın ihlali gibi geliyor bana. Biriyle ilgili hatıraları yazmakta da bir sorun yok bence. Çünkü taraflardan biri hayatta ve yaşadıklarını ister anlatır, ister satar.

Biriyle konuştuğum şeyleri herkese açık yazmak, kalabalık bir masada otururken onun elini masanın altından tutmak gibi geliyor bana, hatta sevimli buluyorum böyle yapmayı [bak bu recursive yazmanın çok iyi bir örneği oldu].

Madem mektuplarla ilgili yazdım seni baharmışsın gibi düşünüyorum diyen Ahmed Arif'in şiirinden bestelenen bir şarkıyla bitireyim


 

8 Kasım 2025 Cumartesi

Köpek Dişi vs. Saflığın Kalesi

Bir zamandır yönetmenler hakkında kitaplar okuyup çektikleri filmleri sıradan izliyorum. Daha önce de yazmıştım [1] eski filmleri bulup izlemek oldukça zahmetli bir iş. Bir yönetmenin yıllar içinde katettiği yolu takip edebilmek büyük bir şans olduğu kadar çokça okuma da gerektiriyor. Almodóvar filmlerini izlerken o tarihlerde İspanya ne durumdaymış, sinema üzerinde nasıl sansürler varmış diye bakmadan izlediğimde deli saçması gibi görünen filmler, özellikle ilk dönem filmleri, dönemden haberdar olunca bambaşka bir şekilde izlenebilir hale geldi benim için [anlatmak istediğinin bunlar olmadığından o kadar eminim ki!]. Elbette hayat her izlediğimiz filmin yönetmeninin bütün filmlerini izleyecek kadar uzun değil (iyi ki değil), bazılarını seçmek gerekiyor. Bu konuda da diğer hemen her şeyde olduğu gibi batı dünyası neyi beğenip önümüze çıkartıyorsa ona mahkum oluyoruz maalesef. Zaten sinema diğer sanat dallarından çok pahalı bir üretim alanı, hele filmlerin dağıtımı, sinemalara gösterime girebilmesi gibi konulara da bakınca para kazanamayan/kazandıramayan yönetmenlerden haberdar olmak imkanı bile yok. Benzer şeyler diğer alanlar için de geçerli değil diyemem aslında [kendine karşı durmadan yapamadığını anladık artık]; Arnavutlukta kitapları çok satmadığından hiç adını duymadığımız şairler yok mudur? Eminim vardır.

Doksanların başında Ankara'da Ömer'le [sonunda hatırladın Ömer'i] sinemada günde birkaç film izlediğimiz çok olurdu (hayır öyle filmler değil). Şimdi evde izlerken ikinci filme geçmemeye çalışıyorum, öyle yapınca başka bir şeye vaktim kalmıyor [sanki geri kalan zamanda protonları çarpıştırıyorsun]. Günde bir film izlemek bile öncesinde sonrasında yapılan okumalarla çok vaktimi alıyor. YouTube'da çok fazla sayıda kanalda yönetmen ve film değerlendirmesi var biliyorum ama onları da izlersem ne şiire, ne de romana vakit kalıyor.

Yorgos Lanthimos filmlerini daha önce hiç izlememiştim. Hakkında biraz okuyup [2] izlemeye başlayınca 2009'da çektiği Dogtooth filminin Arturo Ripstein'ın 1972 tarihli El castillo de la pureza isimli filmden çalıntı olduğunun konuşulduğunu okudum (okumalar, izlemeler iç içe geçiyor farkındayım ama böyle oluyor). Sanatta, edebiyatta çalıntı diye bir şeyin olmadığına inanıyorum [sanki konuya geliyoruz gibi]. Bir felaketin ardından dünyada (en azından kahramanın ulaşabildiği dünyada) tek başına kalan birini/birilerini anlatan herkesi Robinson Crusoe'yu çalmakla suçlamıyorsak başkalarına da bu muameleyi yapmamalıyız bence. Biraz uğraşınca Kafka'yı bile Dostoyevski'nin heybesinden çıkarmak mümkün olur. Michael Haneke'nin kendi filmi Funny Games'i sahne sahne yeniden çekmesi gibi bir durum yoksa (kim böyle bir şey yapar, yapsa ne zararı var, bunu kim izler, bambaşka sorular bunlar) bir fikrin çalınması diye bir şey olamaz. Kimsenin aklına gelmemiş bir fikir bulunabileceğine inancım da sıfır (olacağını aklımdan bile geçirmediğim o kadar çok şey oldu/oluyor ki bu düşüncemin de bir değeri yok aslında).

Bir adam bir kadını ikna edip evleniyor, üç çocuğunu evden hiç dışarı çıkartmadan büyütüyorlar. Sadece fikirle film mi olur arkadaşlar? Böyle distopik bir senaryoda yönetmenden geri kalan her şeyi kendi içinde tutarlı bir şekilde anlatmasını beklemek bana haksızlık gibi geliyor. İçinde yaşadığımız dünyayı bile kendi içinde tutarlı değerler silsilesiyle kavramak, anlatmak kaç felsefecinin yapabildiği bir şey? Her yönetmenden yeni bir Spinoza olmasını beklemeyelim. Olaylar nasıl başladı konusunu açıklamıyor diye film eleştirisi olmamalı, zaten açıklanamaz bir şeyin, bir kısmını anlatıyor yönetmen.

Aynı olayı anlatan iki filmden Ripstein'ın çektiğini daha çok beğendim ben. Emreden baba fiilen ortadan kalktığında bile ailenin ölüm korkusu yaşadığı eve geri dönüşü, kızın köpek dişini kırıp evden kaçmak için yine babasının bagajına saklanmasından daha çarpıcı geldi bana. Lanthimos'un kadrajlarda insanların kafalarını göstermemesini onların aslında birer birey olamamaları gibi okumak mümkün elbette ama sinema seyirlik bir şeyse Ripstein çok daha iyi bir iş çıkartmış. Belki Lanthimos'un diğer filmlerini de izledikten sonra fikrim değişir ve yeni bir yazı yazarım bilmiyorum [yazmayacağına bahse varım].

[1] https://www.nyucel.com/2025/09/platformlar-sanata-erisimi-zorlastrd.html 

[2] https://www.goodreads.com/book/show/57986227-cinema-of-yorgos-lanthimos-the

yapay zeka ve müzik

Çok uzun yıllardır müziği ciddiye alarak dinliyorum. Evde kitap okumuyor veya film izlemiyorsam mutlaka müzik açıktır ama kast ettiğim dinleme başka bir şey yapmadan sadece şarkıya odaklanıp onu anlamaya çalışmak süreci benim için. Çalan bütün enstrümanları ayrı ayrı duymaya ve şarkıyı da bir bütün olarak dinlemeye çalışmak (aktif dinlemek) çok zaman ve çaba isteyen bir iş, en azından benim için. Ankara'da Uğur'la yaptığımız gibi [ne Uğur'muş arkadaş] bir albümü baştan sona neredeyse hiçbir şeyle uğraşmadan bu şekilde dinlemeye kalkınca ne kadar çok zaman ayırsanız da çok fazla grup bilmeye vakti olmuyor insanın. Tabi bir de hayatın geri kalanı var. Derrida'ya ev dolusu kütüphanesi için bunların hepsini okudunuz mu diye sorulduğunda "üç ya da dört tanesini okudum. ama o dördünü çok iyi okudum" demesi gibi ben de az grup biliyorum ama bildiklerimi yapabildiğim kadar iyi anladığımı düşünüyorum. Keşke bir enstrüman çalmayı öğrenmiş olsaydım, eminim ufkumu çok açardı ama başka hayata artık.

Bir müzisyeni, besteciyi veya grubu hayatıma almak çok fazla mesai gerektirdiğinden genellikle yeni grupları hiç bilmiyorum (yeni dediğim bir grup 20. yılını kutluyordu). Bazı müzik türlerini de neredeyse hiç bilmiyorum. Uçan Hollandalı'yı AKM'de izledikten sonra Wagner'i biraz öğreneyim diyerek hakkında yazılmış ve Türkçeye çevrilmiş her şeyi alıp okumuştum. Tabi kendi yazdığı Geleceğin Sanat Eseri'ni ve bütün librettoları da. Nibelung Yüzüğü serisinin 15-16 saat süren temsillerini YouTube'dan izleyip hakkında belki birkaç cümle konuşmuşumdur birisiyle, o kadar. Böyle bakınca aylar süren bu kadar emek neye yarıyor bilemiyorum doğrusu. İnsan ne izledikleri, ne okudukları, ne de dinlediklerinden ibaret, ben de biliyorum ama bunlardan hiç mi iz kalmıyor? Umarım kalıyordur [kocaman rahatsız edici bir sessizlik olmayacak, telaşlanma. sanki konuşamadığın bir zaman mı oldu bugüne kadar?].

Müziği eğer canlı ve akustik dinlemiyorsak çalındığı halini duymadığımız bir gerçek. Aslında aynı salonda farklı bölgelerde oturanlar bile aynı şeyi duymuyor. Söz konusu bir kayıt olunca araya giren ses mühendisleri ve prodüktörler bazen müzisyenleri bile şaşırtan değişiklikler yapıyorlar. Ben hiç dinlemesem bile elektronik müzik diye geniş bir dinleyici kitlesi olan bir tür bile var. Elektro gitarlardaki pedalları çoktan hepimiz kabul etmiş durumdayız ve böyle müzik mi olur demiyoruz.

İnsanlığın geliştirdiği en çok kaynak tüketen araç olan yapay zeka bir zamandır müzik alanına da el atmış durumda. Biz bir derde deva olacak diye beklerken zaten yeterince iyi yapabildiğimiz alanlarda kullanıyoruz yapay zekayı. İklim değişikliği konusu artık kapıdan içeri girmişken komikli vidyolara bu kadar elektrik harcamayı sürdüremeyeceğiz bence. Harcanan bu korkunç derecede enerjiyi görmezden gelirsek (nasıl olacaksa artık) çok güzel işler çıkartılıyor yapay zeka kullanarak. Kendi özgür irademle hiç Zeki Müren dinlememişken aşağıdaki cover'ı çok beğendim örneğin. Bu tarzdaki bir parçada mutlaka olması gereken bas gitar da eklense gümbür gümbür bir şarkı olabilirmiş ama bu hali bile yeterince güzel. Vokaller dahil parçanın tamamı yapay zekayla hazırlanmış diye not düşeyim de öyle dinleyin.

Dinlediğimiz şarkılardaki at seslerine, tren seslerine nasıl tepki göstermiyorsak yapay zekayla oluşturulan parçalara da mesafeli olmayalım derim ben. Arada teknik olarak pek bir fark yok. Sanatta yazılımların kullanılmasına hepten karşı değilseniz (sinema izliyorsanız örneğin) yapay zekalı eserlere de bir şans verin.

7 Kasım 2025 Cuma

Bu kontenjanlarla bir üniversite eğitimi mümkün mü?

Önce mevcut duruma bakalım: 208 üniversitede toplam yedi milyondan fazla öğrencimiz var. Ülkede yaşayan neredeyse 13 kişiden biri üniversite öğrencisi. Seksenlerde halk eğitim merkezlerinde okuma yazma kurslarının açıldığı zamanları hatırlayan biri için hayal etmesi bile çok zor olan bir durum bu. Bu kadar çok insanı meslek öğrensinler diye değil de bilim insanı olsun diye okutmadığımız herkes için açık olmalı. Üniversite mezunlarının sayısını da düşününce bu kadar bilim insanına ihtiyacımız olmadığı gibi istihdam da sağlayamayız onlara. Aradan bilim insanı çıkabilir ama bunu temel hedef değil tesadüfen gerçekleşebilecek bir şey olarak görmek daha mantıklı değil mi? Yok hepsini bilim insanı yapmalıyız diyorsanız yazının gerisini okumayın bence.

Bu gençlere mesleklerinde kullanacakları şeyleri öğretmeyi hedefliyorsak ve bu eğitimin önemli bir kısmını yüz yüze eğitimle yapacaksak sınıfları bu kadar doldurmamalıyız. Öğretim elemanlarına kendisinden daha yararlı taşların kesilmesi için kullanılmak üzere cilalanması gereken önemsiz bir taş parçası olarak bakıyorsak bile (pratikte öyle yapıyoruz, kabul edelim bunu) onlara bu işi yapabilmeleri için daha uygun imkanlar sunmalıyız. Öğretmenliğin bana en çarpıcı gelen yanı birine iade edemeyeceği bir şey verebilme ayrıcalığı. Bir kişi karşısındaki 100 kişiyle ilgilenemez, ilgilenemiyor. Çoğu derslik derslerin öğrenci kapasitelerini karşılayacak durumda bile değil. Zaten bu kadar kalabalık sınıflarda ders dinlemekle youtube'dan ders dinlemek arasında bir fark varsa bu olumlu bir fark değil. Online platformlarda en azından yayını durdurup, çay içip devam edebiliyor öğrenciler.

Ben sınıfların 30 kişi olduğu zamanlarda iki hafta derse gelmeyen öğrenciyi arkadaşlarına sorabiliyordum bir şeyi mi var diye. Şimdilerde mevcutlar 120'lere gelince değil öğrenciyi derste tanımak, onunla bir ilişki kurabilmek, sınavda gördüğümde bizim bölümde mi okuyor ondan bile emin olamıyorum. Eğer öğrencilerle usta-çırak ilişkisi kurulsun istiyorsak (laf öyle olduğu için usta diyorum, yoksa bir ustalık yok elbette) bir hocanın en çok 5-6 kişiyle ilgilenebileceğine ikna olmamız lazım. Kimsenin el kaldırıp soru sormadığı, sorulan soruya cevap vermediği hayalet bir topluluğun önünde konuşmak kadar motivasyon kırıcı, ben burada ne yapıyorum sorusunu sorduran bir ortam düşünemiyorum.

Başka bir düşünme disiplinini kazandırmaya çalıştığımız algoritma ve programlama dersini uzun yıllar anlattım. Dönem başında 100 üzerinden 5'lik zorlukta problemlerle başlayıp sınıfın seviyesi arttıkça problemlerin seviyesini de arttırmayı hedefliyoruz. Kendi özel gayretiyle 100'lük sorular çözebilen çok öğrenci görmüş olsam da sınıf seviyesinin asla 50'ye gelemediğini tecrübe ettim. Dersin sorumlusu olmayı bıraktıktan sonra bir defalığına sadece dört öğrenciye tekrar, bu sefer online, anlattım bu dersi. İlk oturumda 5'lik sorular karşısında hiçbir şey yazamadılar ama dönem bitmeden her biri 85 zorluğundaki, o derste duydukları bir problemi çözdü. Sınıf kontenjanlarını dörde düşürelim demiyorum ama 120 olmuyor arkadaşlar.

Üniversite tercih kataloglarında gördüğünüz sayılar sizi yanıltmasın. O sayıların üzerine yatay geçiş, dikey geçiş ve yurtdışından gelen öğrenciler eklendiğinde 90 görünen mevcutlar 120-130'lara çıkıyor.

Biliyorum insanın üniversiteden alacağı tek şey ders dinlemek değil. Tek başına yaşamayı, insanları tanımayı, birini sevmeyi de akranlarıyla birlikte olunca öğreniyor gençler ama bu ihtiyaçların cevabı aşırı kalabalık sınıflarla dolu üniversiteler değil. Yüksek eğitimin laboratuvar eksikliği, hoca sayısının/kalitesinin yetersizliği, sosyal imkanların azlığı gibi çok sorunu var ama öncelikle sınıfları makul kalabalıklara getirmemiz lazım. Bunun için ya hoca sayısını arttırmamız (bu çok uzun vadeli bir plan) ya da kontenjanları düşürmemiz lazım.

Yazının başlığındaki soruya gelirsek; bence hayır! 

6 Kasım 2025 Perşembe

Theseus'un Gemisi'ne başka taraflardan bakmak

Bir müzik grubunu dinlerken en kolay ayırt edilen enstrüman lead gitar olsa gerek. Cin içerken en kolay anlaşılan tadın ardıç olması gibi [yapma, buraya girme]. Aslında grupların bizden böyle bir talebi yok. Hotel California'yı dinlerken vokalleri davulcunun yaptığına dikkat etmesek parçadan aldığımız keyif azalıyor mu? Böyle bilmemeye övgüye başladığımızda Caravaggio'nun kırmızısından alınacak keyiften vazgeçiyormuşuz gibi geliyor bana. Elbette kahvenin moleküler seviyede özünün nasıl çıktığını bilmeden de espresso içip ne güzel kahve demek mümkün ama neden bilmemeyi seçelim? Öğrenilecek şeylerin bir sınırı olmadığından bir konuyu öğrenmeyi seçince sayısız diğer şeyden de vazgeçmiş oluyoruz [hadi müziğe geri dönelim].

Neredeyse tamamen hard rock, heavy metal dinlediğim dönemde bir gün Uğur'la dinlediğimiz parçadaki bas gitarın sesini ayırt etmiştik. Bu ikimiz için de bir aydınlanma anı oldu. O zamana kadar dinlediğimiz ve bildiğimizi sandığımız albümleri tekrar tekrar dinledik. Artık şarkılarda başka bir sesi de duyabilmek, hem de aynı kayıtları dinlerken, inanılmaz bir mutluluk verdi bize. İnsan hayal edemediği bir şeyin eksikliğini de hissetmiyor ama bir kez o güzelliği görünce eksikliği aklından çıkmıyor [yapma n'olur].

Bir süredir YouTube'da Drumeo kanalını [1] takip ediyorum. Kanal bateristlerle ilgili ama bana çok öğretici ve düşündürücü geliyor.  Yaptıkları serilerden birinde çok ünlü davulculara daha önce dinlemedikleri çok meşhur bir şarkının davul kısmını çıkarıp dinletip, eksik kısmı kendisinin tamamlamasını bekliyorlar. Kanalı ilk izlediğim zamanlar bu parçayı nasıl duymamış olabilirler diye düşünüyordum ama zamanla profesyonel olarak bu işi yapan birinin (eğer grup sürekli cover çalmıyorsa) bizim kadar değişik şeyleri dinlemiyor olması o kadar da beklenmedik bir şey değil gibi gelmeye başladı. Bülent Ortaçgil hayatında hiç Ahmet Kaya dinlememiş mesela. Hem o kadar beğendiğim müzisyenlerin yalan söylediklerine inanmak da istemiyorum. Bazı davulcular ilk defa duydukları parçanın davul kısmını aslına (yani bizim bildiğimiz haline) o kadar yakın çalıyorlar ki izleyicide bu parça sanki sadece bu şekilde çalınabilirmiş hissi oluyor. Belki hassas ayar argümanında bahsedilecek konulardan biri bile olabilir. Newton ve Leibniz'in birbirinden habersiz türev ve integrali neredeyse aynı şekilde icat etmeleri gibi iyi müzik de doğanın içinde ve biz onu olduğu yerden çıkartıyoruz gibi geliyor bana (bazen tabi).

Bazı şarkılarda parçayı hiç duymamış davulcular çok farklı ve yine de parçaya uyan bir performans sergileyebiliyorlar. Theseus'un Gemisi'nde olduğu gibi grubun bir elemanını değiştirince geminin bambaşka bir gemi olduğunu söyleyenlere destek veren bir argüman gibi [konuya gelmeyeceksin sanmıştım]. Bu denemeyi bir adım daha ileri taşıyıp yeni davulcudan sonra bu sefer bas gitarı çıkartıp yeni bir basçıya aynı şarkıyı çaldırıp devam edilse; yani gitarlar ve vokaller de yeni müzisyenlere yaptırılsa hala başlangıçtaki şarkıyı tanıyabilir miyiz sorusu cevaplanmaya değer bir soru olmaz mı? Bütün şarkılar için bunun olmayacağı açık ama yine de öyle şarkılar var ki bu soruya evet cevabını verebiliriz gibi geliyor bana.

İlk defa duyduğun bir parçanın hemen üzerine çalmak bir yanıyla biraz da bizim konuşmamız gibi; bir sonraki notanın ne olacağını bilmeden, hatta bir sonraki nota olup olmayacağını bilmeden yazışmamız gibi.  

Konu müzik grupları olunca grubun bir elemanı değişince hâlâ aynı grup olmaya devam eder mi cevabından kolayca emin olamadığım bir soru benim için. Doğrusu Bonzo'nun ölümünün ardından Led Zeppelin gibi yapıp grubu dağıtmak mı yoksa AC-DC'nin Bon Scott'ın yerine Brian Johnson'u koyup yoluna devam etmesi mi? Dio Ozzy'li dönemden bir parçayı seslendirince sahnedeki grup hala Black Sabbath olmaya devam ediyor mu? Bunları düşünmek yerine dinle geç denilebilir, öyle diyene elbette bir şey demiyorum. Bu kadarına razıysan yaşa gitsin.

The Doors'un tarihi bu soruya yeni bir bakış getiriyor bence. Geminin parçalarından biri eksildiğinde gemi yine aynı gemi olmaya devam eder mi? Gemiden bir kürek denize düşünce artık başka bir gemi mi olur? Morrison 27 yaşında öldükten sonra grup onun yerine bir solist almadan üç kişi olarak albümler çıkarttı. Zaten o hayattayken de vokal yapan Manzarek söyledi şarkıları. Sonuçta eski albümlerinin yanına yaklaşabilen şeyler çıkmadı ortaya. 

Sözlerini Bertolt Brecht'in 1927'de yazdığı ve bir yakın arkadaşının bestelediği ve The Doors'un meşhur ettiği Alabama Song ile bağlayayım bu yazıyı. Zaten bir blog yazısı nereye bağlanabilir ki?

[1] https://www.youtube.com/@DrumeoOfficial

ölçme takıntısı

İlk çıktığı zamandan beri etkileşimli saatleri ve cep telefonlarını günlük faaliyetleri ölçmek, kaydetmek ve sonrasında değerlendirmek için kullanıyorum. Aslında saatleri daha eskiden de severdim. Bir çocuk için saat nasıl tam bir saniyede bir saniye ileri gidiyor sorusu oldukça meraklandırıcı bir konu. Benim için (belki de onlara yetecek param olmadığından) saatlerin markaları, görünüşleri değil de aynı anda birkaç saat dilimindeki zamanları göstermeleri, radyosunun olması gibi özellikleri çekici gelirdi. Ben büyüdükçe saatlerin özellikleri de arttı ve artık kaç adım attım, kaç saat uyudum gibi verileri sürekli takip eder oldum.

Kendime bir hedef koyup onu gerçekleştirmeye çalışmak bana hep motive edici geliyor [eminim bunu başka bir yere bağlayacaksın]. Günde 8000 adım atmalıyım, 8 saat uyumalıyım, iki günde bir kitap hesabıyla yılda 183 kitap okumalıyım, 52 defa sinemaya, 80 defa konsere/tiyatroya gitmeliyim, yılda 500 albüm dinlemeliyim gibi hedefler olunca kedi vidyolarıyla saatler geçirmemiş oluyorum (yine de hiç kedi vidyosu izlemiyorum demiş de olmayayım). İşin doğrusu öyle art arda yazınca bana da ciddi bir disiplinle yaşıyormuşum gibi geldi ama hayatım askeri bir planla geçmiyor aslında. Hedefler yıllık olunca bir müşahhas azim olmaya ihtiyaç duyulmuyor [bu kelimeyi ilk defa cümle içinde kullanıyorsun]. Bazen otobüste, uçakta uyuyorum, okuyorum, daha çok müzik dinliyorum ve planlarda aksayan yerleri kapatmaya çalışıyorum. Hayatım her zaman berrak ve tatsız bir su gibi akmıyor, bir hafta boyunca herhangi bir plan için artı koyabileceğim tek bir şey yapmamış oluyorum örneğin. Çok uzun yıllardır böyle planlar yaptığımdan ne kadar açığı ne kadar zamanda kapatabileceğimi biliyorum ve tedirginliğim hiç olmuyor. Hem benden başka kimseyi etkilemeyen şeyler bunlar; hedefler tutmasa ne olacak sanki? Sonundaki mutluluk da, kısacık hüzün de sadece bende kalıyor. Belki bir psikiyatrist olsam bunlara hayata anlam katma çabası, boşa yaşamıyorum diye atılan bir çığlık belki de diye bakabilirdim bilemiyorum.

Hedef koymaya bu kadar güzelleme yaptıktan sonra yaklaşık bir yıldır saat kullanmayı bıraktığımı da söyleyeyim [bir kere kendine ters düşmesen, itiraz etmesen dişimi kıracağım]. Yürüme ve uyku konusunda topladığım veriyi artık değerlendiremediğime karar verdim. Her iki işlemin de sonradan telafisinin veya önceden stoklanmasının anlamı çok az olduğundan artık olduğu kadar diyorum. Telefon bildirimlerini saatten görmek de çok sevdiğim bir şeydi ama telefonun sesini açarak bu derde de derman buldum. Hem sevdiğim şeylerden illa vazgeçmem gereken zamanlar gelmiyor mu? Saatle kıyaslanmaz ne büyük mutluluklara artık ulaşamıyorum. Saatin artık pek kullanmadığım zamanı gösterme özelliğine ise neredeyse hiç ihtiyacım kalmadı. Örneğin şimdi saatin yaklaşık 03 civarında olduğunu tahmin ediyorum ve bilgisayarın saatine bakınca 03:26 olduğunu görüyorum. Bu kesinlikle ne yapabilirim? 03:42 olsa bir şey değişecek miydi? Benim için hayır! Çok gerekirse telefonda saat var ona bakıyorum. Evdeki fırın gibi aletlerin üzerindeki saatlerin tamamı hatalı ve birbirinden farklı. Hiçbirine güvenerek bakamıyorum bu yüzden.

Belki de çocukluğunda bir otorite görmemiş bir çocuğun kendine bir otorite yaratma hatta kendi kendinin babası olma çabasıdır kendine hedefler koyup onları denetlemesi.

5 Kasım 2025 Çarşamba

"asıl yolculuk geri dönüştür"

Geçen bin yılın sonları. Bir kelebeğin kanadıyla gelen mutlulukların örtülere sarılı bir bedenin güverteden karanlık bir denize kayışı gibi sessizce yok olup gittiği zamanlar [Yazıya buradan başlıyorsan ben artık karışmıyorum]. Başarısızlıklar, en iyisini yapmalar hep peşpeşe. Ya bir koşuşturmanın içindeyim ya da bir sessiz sinema piyanisti gibi hayata dokunmadan eşlik ediyorum. Birkaç yıl neredeyse sadece okuyorum. Hemen hemen her gün il halk kütüphanesindeyim. İki yıl sonra sistem odasında 2000 yılı problemiyle uğraşacağım aklımın ucundan geçmiyor. Bir daha çalışma alanını değiştirmemeye kararlıyım. Halbuki bir değil iki defa değiştireceğim.

Erken seçim öncesi kamuya personel alımının durdurulmasının ardından K. şehrine öğretmen olarak atanıyorum [karışmayayım dedim ama Rus romanlarındaki gibi olsun diye böyle yazınca buranın Kırşehir olduğu anlaşılmıyor mu?]. H. ile tanışıyorum kısacık [bak böyle oldu işte]. Almodóvar'ın filmde söylettiği gibi başına bir mucize gelebilir ve bunu fark etmeyebilirsin gibi bir şey. Görevlendirildiğim köyde yok bile yok. Fotoğraftaki okul binası hala yerinde duruyor. Ben çalışırken ne gece aydınlatması var ne de kaldırım. Dışarıda gürül gürül akan bir dünya varken ben altı ortaokul öğrencisine bozkırın ortasında, bir ev odası için bile küçük sayılacak bir sınıfta matematik anlatıyorum.

Ufak tefek bir kız çocuğunu hatırlıyorum o sınıftan. İlgilenebilsem eminim çok başarılı olacak harika bir öğrenciydi. Ne anlatsam gözlerinden ateşler çıkararak dinlerdi. Üniversitede araştırma görevlisi olarak çalışmaya başlıyorum ve onunla irtibatım da kesiliyor. Değil internet, telefon numarası bile yok ona ulaşacak. Yüz hafızam pek zayıf ama bugün gözümü kapatınca adını bile hatırlamadığım o çocuğun yüzü gözümün önünde. Hayattaki bir büyük pişmanlık benim için.

Bu yıl bir veda turnesi gibi geçmişi yeniden ziyaret ediyorum. Geçen ay 26 yıl aranın ardından İbrahim'le bu köye yeniden gittik. Yol üstü bir yer olmadığından geçerken görülecek bir köy değil ama sağolsun İbrahim çekti kahrımı yine. Zamanla benim öğretmenlik yaptığım okul kantine çevrilmiş ve karşısına yeni ve çok daha büyük bir okul binası yapılmış.

Çok az insan yaşadığından elbette bu okulu dolduramamışlar ve çocuklar ilçeye taşımalı sistemle taşınır olmuş. Öğle arasında evine gidip yemeğini yiyebilecek çocuklar şimdi kim bilir nasıl besleniyor, o yolda nasıl yoruluyorlar. Tabi o dağ köyünde bir okula yetecek kadar öğretmeni çalıştırmak da kolay değil biliyorum. Kimse oralarda çalışmak istemiyor. Haklılar da. Yine de çaresi olmayan işler değil elbette.

Köyde yeni ve büyük bir cami daha yapılmış. Her evin bahçesine beton duvarlar çekilmiş. Kim hangi duvardan atlayıp geçemiyor, bir avuç insan bu duvarlarla kimi kimden koruyor anlamak mümkün değil.

Le Guin'in kast ettiği geri dönüş böyle bir yolculuk değil biliyorum ama herkesin yolculuğu kendine önemli geliyor. Bazen de bir mucize tekrarlıyor.

16 Ekim 2025 Perşembe

neden bir kurbağayı yavaşça ısıtmıyoruz?

Aristoteles'in kadınların erkeklerden daha az dişi olduğunu söylemesi ve yüzlerce yıl kimsenin bunun doğruluğunu kontrol etmeye kalkmaması insana ilk okuduğunda çok saçma bir şey gibi geliyor. Gerçek bir dakikada öğrenilebilecek kadar uzakta olmasına rağmen insanın duyduğunu sınamaması ancak çok eski çağlarda olur, şimdi böyle bir önerme olsa her şeyi test ettiğimiz gibi onu da test ederiz diyor insan. Bu şüphecilik çağında en azından bu kadar göz önünde olan şeylere sadece duyarak inanılmaz gibi gelse de geniş kitleler için durumun hala değişmediğini düşünüyorum. Birkaç örnekten bahsedip bir yere bağlayabilecek miyim bakalım.

Kurbağa yavaş yavaş ısıtılırsa sıcaklığın arttığını fark edemeden ölür: Bununla anlatılmak istenen çok açık; değişiklikler yavaş yavaş yapılınca her şeye alışırız. Peki bunun bir sonu yok mu? Biri de çıkıp ben kurbağayı yavaşça ısıtmayı denedim, bir zaman sonra çok sıcak oldu diye kaçtı neden demiyor? Ben eminim kurbağanın ölmeden önce kaçacağına. Yıllar önce küvette sıcak suyun içindeyken uyuyakalmıştım, su yavaş yavaş soğudu elbette ve ben de üşüyerek uyandım. Bu kadar işte! Kurbağalar da bu kadar sıcaklık fazla diyerek kaçarlar o kazandan. Bu, metaforun kullanıldığı anlamı tam tersine çeviren bir tezat değil mi aslında? Toplumsal değişimler yavaş yavaş da yapılsa kabul edilemeyecek bir eşik seviyesi vardır denebilecekken nasıl tam tersine ikna olunabiliyor?

Mehter takımı gibi iki ileri bir geri gitmek: Mehter takımının nasıl yürüdüğünü görmek en az bir kadının dişlerini saymak kadar kolay olmasına rağmen ilerlemenin çok yavaş olduğunu ifade etmek için kullanılıyor bu ifade. Halbuki değil mehter bölüğü, hiçbir birlik geriye doğru adım atmaz. Mehter bölüğü iki adım attıktan sonra bir seferinde sağa, diğer iki adımdan sonra ise sola dönerek etrafı selamlar. Bunun sadece törenlerde yapılan bir şey olduğu herkesin malumu olması gerekirken ve bir tıklamayla nasıl yürüdükleri görülebilirken niye bu zırva metafor hala kullanılıyor? Daha vahimi neden böyle yürüdükleri yönünde bir inanç var? Mehter bölüğünü yürürken görenlere bile sorulsa eminim önemli bir kısmı iki ileri bir geri gittiklerini söyleyeceklerdir.

İğne yapraklılar yaprak dökmez: Herdem yeşil (evergreen) çam, ardıç, sedir gibi ağaçların özelliklerini tarif etmek için kullanılan bir şey onların yaprak dökmedikleri. Hatta sözlüğe bakınca evergreen'in karşılığı olarak yaprak dökmeyen'i görmek mümkün. Eminim öğrenci olduğum yıllarda sorulduysa ben de bunu yazmışımdır sınav kağıdına. Halbuki bahçemizde 4 tane kocaman çam vardı çocukken ve ben sararmış iğne yaprakların yerleri nasıl kapladığını hep görürdüm. Okula bile gitmeden önce gördüğüm, bildiğim bu gerçeği nasıl ezip yaprak dökmediklerine ikna olduğuma yıllardır şaşarım. Çocukluğumdaki bütün arkadaşlarım da aynı durumdaydılar; hepimiz dökülen pürleri (çamların iğne yapraklarını) görüp derste söylenenlere itiraz etmiyorduk.

Yarin yanağından gayrı her şeyde her yerde hep beraber!: Bu da Nazım'ın bizi ikna ettiği kadınların diş sayısı mevzusu. Şiirde (destanda) şöyle bir bölüm var:

"Torlak Kemalle Mustafa
öptüler
şeyhlerinin elini.
Al atların kolanını sıktılar.
Ve İznik kapısından
dizlerinde çırıl çıplak bir kılıç
heybelerinde al yazma bir kitapla çıktilar...

Kitaplarının adı:
"Varidat"dı.
"

Bahsi geçen kitap Şeyh Bedreddin'in Varidat adlı eseri. Varidat öyle efsanevi bir kitap değil, her yerde satılıyor. Ben dahi kelebeğin kanadında uçuyormuş gibi mutlu olduğum bir gün almıştım bir kopyasını. O zamanın dilini okumak zor, kabul ediyorum ama bir sürü dipnotlarla basımları var. Ben büyük bir hevesle okumama rağmen devrimci bir metinle karşılaşmadığımı söylemek zorundayım. Yarım yüzyıldan fazla zamandır Bedreddin'in kendi eserine değil de Nazım'ın onunla ilgili yazdığı şiire inanmak akıl alır şey değil.

Elbette yukarıda yazdıklarımı kimse düşünmemiş, hakkında yazmamış demiyorum ama genel kanaatin gözümüzün önünde olan değil de duyduklarımız olmasında da gören gözler için nice ibretler yok mu? Her seferinde J.F. Kennedy'nin kardeşine yapıldığı gibi kafatasının içini açalım demiyorum ama herkesin dilinde olan, gün gibi aşikar görünen şeyler belki de öyle değildir diye şüpheyle yaklaşmakta fayda var gibi geliyor bana.

14 Ekim 2025 Salı

Saç Örgüsü, Uçurtma - Laetitia Colombani

Okumak sadece bireysel bir etkinlik olsa da birisiyle/birileriyle yakın zamanlarda okuyup üzerinde kısacık da olsa konuşabilmek hayatın büyük keyiflerinden biri benim için. Okunan metnin kendisinde anlaşılmayan bir şey olmasa da kitabın çağrıştırdığı şeyleri duymak, onlar üzerine konuşmak insanın başka türlü elde etmesi mümkün olmayan bir deneyim. Benzer şeyleri okumaktan hoşlanan birini / birilerini bulmak nadirattan bir durum olduğu kadar bunu sürdürebilmek belki daha da az bulunan bir şeydir.

Hakkında konuş(a)masam bile tanıdığım biriyle yakın zamanlarda aynı kitabı okumayı da severim. Belki bu da karşıdakinin arzusunun nesnesi olmayı arzulamanın bir tezahürüdür [bu laflar nereden çıkıyor bugün anlamadım ama neyse]. Velhasıl her kitabının kapağında Fransa'da şu kadar sattı diye yazan (elbette bunda yazarın bir kabahati yok ama) Laetitia Colombani'nin kitaplarının benzer bir saikle [yok artık] okudum. Yan Pasaj Yayınları her iki kitabı da büyük bir özenle hazırlamış. Çevirmen Gülşah Ercenk okurken rahatsız eden bir cümle bile kurmamış. Aslında sadece Saç Örgüsünü okumayı planlıyordum ama yazarın onun devamı niteliğinde bir romanı olduğunu görünce onu da okuyayım dedim [sanki niye okudun diye soran var].

Saç Örgüsü

Yazarın aynı zamanda yönetmen ve senaryo yazarı olması romanın kurgusuna çok olumlu katkıda bulunmuş. Hindistan, İtalya ve Kanada'dan üç kadının hikayeleri bir saç örgüsü gibi kıvrıla kıvrıla uçları bir araya gelecek şekilde anlatılıyor. Romana başladığımda bu kadar alakasız yerlerdeki kadınların hikayeleri neden her bölümde birinin olduğu şekilde yazılmış anlamadım ve birbirlerini görmelerinin kurgunun çok zorlanmasını gerektireceğinden keşke birini bitirip diğerine geçseymiş dedim ama yarıyı geçince neden böyle bir izlek takip edildiğini anladım.

Kitabın arka kapağında yazdığı gibi üç kadının ortak taleplerinin özgürlük olduğundan da şüpheliyim. Tamam üçünün de hayatlarında kontrol edemedikleri şeyler var, bazı şeyleri değiştirmek için fedakarlıklar yapmaları gerekiyor ama istedikleri şeyleri özgürlük şemsiyesinin altında toplamak bence çok basitleştirmek olur. Kızını Hindistandaki berbat ötesi hayattan çıkarmak isteyen annenin talebine özgürlük denebilir mi? Kanadalı avukatın hastalığını öğrendiğinde ailesine daha çok vakit ayırmayı istemesi bir özgürlük talebi mi? İtalyan genç kız zaten aile şirketinin batmaması, sevmediği biriyle evlenmek zorunda kalmamak gibi hedefler peşinde. Bu özgürlük meselesini geride bırakınca romanı genel olarak beğendiğimi söylemek isterim.

Fransız yazarın hiç bilmediği kültürlerden üç kadını bir biriyle aynı yoğunlukta, aynı kültürün kavramlarıyla konuşturması ve düşündürmesi anlatılanlara inanmayı zorlaştırdı benim için. Kast sisteminin dışında kalacak kadar perişan durumdaki bir kadın hakkında şöyle deniyor ama aynı ifade İtalyan veya Kanadalı kadın için de söylenebilirdi. Ülkelerin kültürlerinin, insanların yaşadıklarının düşünceleri üzerinde hiç mi etkisi yok?

Smita kocasıyla birlikte gitmeyi çok istemişti ama savaşmayı reddettiği an Nagarajan'a olan bütün sevgisi de bitmişti. Sevgi kuş misaliydi; bazen bir kanat çırpışıyla geldiği gibi, yine bir kanat çırpışıyla gidiyordu. 

Dünyanın üç köşesindeki kadınların aynı kavramlarla anlatılmaları bende Stanley Kubrick'in Paths of Glory'de Fransız ordusunu İngilizce konuşturması gibi bir etki bıraktı. Yazar bunun için ne yapabilirdi bilemiyorum ama o yazarın sorunu değil mi zaten?

Uçurtma

Devam niteliğinde olduğunu okuyunca yazar Saç Örgüsü'ndeki üç kadını bir şekilde karşılaştıracak diye düşünmüştüm ama öyle olmadı. Smita'nın kızı ile bir Fransız kadın karşılaşıyor Uçurtma'da. Birbirinden çok uzak kültürlerden kadınların dayanışması anlatılıyor gibi görünse de tarihin gerçeklerinden bu kadar habersizmiş gibi nasıl roman yazılabiliyor doğrusu hiç anlamıyorum. Metin Altıok'un "Ben eğilmem gündüzleri ama geceleri kanatırım kendimi" dediği gibi bir kahraman olan Preeti, ilk kitapta saçları önce İtalya'ya, oradan Kanada'ya uçan Lalita ve Fransa'dan bir kurtarıcı gibi gelen Lena bu kitabı bir roman yapmaya yetmemiş maalesef.

Lena Hindistan halkının bir kısmının berbat durumunu görünce "acaba bunda Avrupa'nın hiç sorumluluğu var mı?" diye düşünmüyor. Ailelere Fransa'da öğrencilere el kaldırılmadığını anlatırken kolonize edildiği dönemde Hintlilere neler yapıldığı da hiç aklından geçmiyor. İki defa alıntıladığı "Çocuklar her şeye sahipler, ellerinden aldıklarımız dışında" cümlesinde "Çocuklar" yerine "Hintliler" yazsam ne olur diye veya Hindistan'da neden çocuklara İngilizce öğretiyorum diye düşünemiyor bile. Sanki Avrupa içinde bulunduğu refahı kendi kaynaklarıyla sağlamış ve Hindistan'ın eşit şartlarda olmamasının tek sorumlusu adetleriymiş gibi anlatılması insanın sabrını zorlayan bir masal olmaktan öteye gidemiyor.

Saç Örgüsü hadi neyse ama Uçurtma bence vakit kaybı. 

9 Ekim 2025 Perşembe

plakaların hatırlattıkları

Geçenlerde lise arkadaşımın tavsiyesiyle (Bülent selamlar) Prime Target [1] dizisini izledim. Matematikçi genç bir adamı bir dizide görmek hep heyecanlandığım bir şey benim için. Diziyi genel olarak beğenmesem de açılışındaki sahne beni etkilediğinden onun çağrıştırdıkları hakkında kısaca yazayım istiyorum.

Cambridge'de bir öğrencinin hocasının odasına girip, geldiğim arabanın plakası 204'tü ne kadar ilginç bir sayı dediği sahnede aa ben bu sahneyi bambaşka bir şekilde biliyorum diyip durdurdum. Elbette her sayı için bir güzellik, ilginçlik bulunabilir ama benim sayılarla ilgili en etkileyici bulduğum sahne Thomas Hardy'nin Hintli genç ve büyüleciyi matematikçi Ramanujan'ın yattığı hastanede lafı nasıl açacağını bilemediği için geldiği taksinin plakasının 1729 olduğunu ve sayının hiçbir özelliği olmadığını söylediği sahnedir. Ramanujan ölüm döşeğindeyken [2] iki farklı pozitif sayının küplerinin toplamı olarak, iki farklı şekilde yazılabilen sayıların (1^3+12^3=9^3+10^3) en küçüğü diyor 1729 için. Hangimiz söze nasıl başlayacağımızı bilemediğimizden böyle deli şeyler söylemiyoruz? Bu plan filmde [3] bambaşka bir anda geçiyor ama zaten sanat gerçeğin bozulup yeniden üretilmesi değil mi? Henüz yeterince sıkılmadıysanız 204'ün de üç ardışık sayının (23, 24, 25) küplerinin toplamının karekökü olduğunu söyleyeyim. Ramanujan hakkında bir kitap daha okuyayım diyenler için bunu [4] da bırakmış olayım.

Plakalar diyince Ahmet Hamdi Tanpınar'ı da anmadan geçmek olmaz diyerek Abdullah Efendinin Rüyaları öyküsünden [5] bir alıntı yapmamı mazur görün isterim:

"Gelirken bindiği otomobilin numarasını hatırladı: 1873. Rakamları mutlak kıymetleriyle tekrar topladı. Hepsi 19 ediyordu. 1+9 = 10. Sıfırı atıyordu. Elde kalan birdi; 1 onun çok iyi bir rakamıydı, evvela tekti ve sonra vahdetin ve vahdaniyetin rakamıydı."

Tanpınar yazdıklarını okumaya doyamadığım, Türk edebiyatında neredeyse herkesi etkilemiş bir büyük yazar olduğundan onu yeterince övecek (sanki böyle bir şeye ihtiyacı varmış gibi) bir şey yazmak çok zor benim için.

Bu akşam eve geldiğim taksinin plakası 183'tü. O da benim çok sevdiğim sayılardandır. Buraya kadar okuduysanız sayı nasıl seviliyor demiyor olmalısınız ama ben yine de 183'ün içindeki güzelliklerden birini yazayım [lütfen yaz ne yazacaksan artık]. 183'ten küçük ve onunla arasında asal olan sayılar 120 tane. Şimdi 120 için bakalım ve sonuç 32. 32'den küçük ve 32 ile arasında asal sayıların sayısı da kolayca 16 olarak bulunur. Aradığımız sonuçlar 16 için 8, 8 için 4, 4 için 2 ve 2 için 1 olur. Şimdi bunları toplayalım

120+32+16+8+4+2+1 = 183

İlk bakışta bu büyülü özelliği sağlayan çok sayı olabilir gibi görünse de 10^11'den küçük sadece 57 sayı var [6] bu harika durumda olan.

Bazen aya bakar hüzünlenirsin, bazen de kıytırık bir taksinin plakasında güzellik bulursun.

 

yeniden doğmak

Daha geçen gün Neşet Ertaş'ın bahsettiği üç büyük korkudan; ayrılık, yoksulluk ve ölümden bahsetmişken dün akşam bambaşka bir korkuyla d...