13 Aralık 2025 Cumartesi

Bütün yönleriyle evde kahve demlemek (5) - kahve demleme ekipmanları

Aşağıdakilerin hepsini bir seferde alın demiyorum. Kesinlikle almayın! Bu kadar farklı yöntemle kahve demleyip neyin seveceğiniz kahve olduğunu keşfedemezsiniz. Hayat bazı şeyler için çok kısa ama kahve denemek için yeterince uzun. Bir tür kahve demlemeden yeterince keyif aldığınızı düşündüğünüzde (bu bir haftada olmayacak, kesinlikle bir ay da olmayacak) veya mevsim değişip soğuk kahve içeyim dediğinizde diğerine geçersiniz. Şimdi farklı demleme teknikleri için neler alabiliriz bakalım.

pour over

Burada temel mantık sıcak suyu nispeten kaba öğütülmüş kahvenin üzerinden döküp kahvenin özünün çıkmasını sağlamak. Filtre kahve makineleri tam da bu işi yapıyorlar. O kadar şık filtre kahve makineleri var ki alıp hiç kullanmasanız bile verilen paraya değer gibi geliyor bana (hayır, hayır sakin olun).

Bu konuya başlangıç için bir V60 alın. Bakınca ulan bu ne işe yarar diyeceğiniz kadar basit bir şey. Oldukça ucuza da bulabilirsiniz. Sonra bakarsınız seramik olanı mı daha iyi cam olanı mı. V60'ı kullanabilmek için bir de filtre kağıdı almamız lazım. Aynı marka filtre kağıdının 40'lık paketi Japonya'da üretilirken 100'lük paketi Çin'de üretiliyormuş gibi şeyler şimdilik bizi ilgilendirmiyor. Ucuz bir tane alıp deneyin. Sonra nasılsa internetlerde filtre kağıtlarını suyla ıslatıp, emip kağıdın tadı suya ne kadar geçiyor vidyoları izleyeceksiniz. Kahveyi hangi kalınlıkta öğütmek sizin için daha iyi sonuç verecek diye denemelerle haftalar, aylar hızlıca geçecek göreceksiniz.

V60'a çok benzer bir yöntem de Chemex. Onun şişesi V60 için alacağınız sürahilerden çok daha havalı. Filtre kağıtları da farklı. Katlamasını öğrendim, hangi kahve için nasıl öğütmem gerektiğini anladım derken yine zaman su gibi akar geçer. İlk okuduğumda aynı kahveyi V60 ve Chemex ile demlemenin tadının farklı olacağına ihtimal vermemiştim ama gerçekten farklı oluyor. Bu dünyaya bütün kahve demleme yöntemlerini deneyimlemek için gönderilmedik. Bazıları eksik kalsın ne sorun var bunda?

press

French press diye bilinen yöntemde temelde yapılan şey kahveyi yeterince sıcak suyun içinde kısa süre bekletip özünün çıkmasını sağlamak. American press diye bir başka ekipman da var, hatta bir zaman sonra Aeropress isimli espresso benzeri kahve yaptığı söylenen bir başka alete de gözünüz kayacak (elbette farklı filtre kağıtları var onun da). Önce basit bir French press alın, ileride çift cedarlısını da alırsınız çok beğenirseniz. Kahve nasıl öğütülecek, ne zaman sonra süzülecek derken denenecek çok şey var burada da.

Sifon ve Moka Pot

Espresso makinesini yanınızda taşıyamayacağınız için espresso için gereken basıncın altıda birini üretebilen ama yine de güzel kahve çıkaran Moka Pot'u mutlaka denemek isteyeceksiniz. Kampa, dağa bayıra gitmediğim halde ben merak edip aldıysam biraz dışarı çıkan bir kahve tutkunu (artık kahve tutkunu oldunuz görüyorsunuz) kesin alacaktır bu nispeten ucuz ekipmanı.

Sifon belki de en havalı kahve demleyicidir, düğmesine basıp kahve içmeye benzemez. Kendimize yalan söylemeyelim; birilerini etkilemek için bulunmaz bir teçhizat sifon. Bir laboratuvar aleti gibi ama aynı zamanda gösterişli, yine de hemen ona heveslenmeyelim. Sıra ona gelene kadar öğrenilecek, denenecek çok şey var.

Soğuk demleme

Havalar ısınınca bir de kahveyi soğuk içme sevdasına tutuluyor insan. Kahvenin soğuk suda özünü bırakması çok zaman alıyor, bazen bir tam gün sürüyor. Bunun için ya kahveyi soğuk suyun içinde bekletiyoruz (cold brew) ya da soğuk suyu kahvenin üzerine damla damla düşürüp kahvenin suyu yeterince emdikten sonra özünü aşağı bırakmasını bekliyoruz (cold drip). Her iki yöntem için de muazzam tasarlanmış ekipmanlar var. Üçüncü nesil kahvecilerde gördüğünüz devasa düzeneklerin evinizde birini etkilemek için kullanabileceğiniz boyutlarda olanları da var merak etmeyin.

Kahveyi soğuk demlerken kahve tanelerini filtre edebilmek için büyük öğütmek gerekiyor. Böyle olunca daha az çözündüğü için daha çok kahve konuyor. İçine buz da koyacağımız için daha da çok kahve kullanmak gerekiyor. Bu kadar atık kahveyi bir şekilde değerlendirememek de çok saçma ben mantıklı bir yol bulamadım.

Soğuk demlemeye radikal yaklaşımlar

Kahveyi soğuk demlerken üzerinden döktüğümüz sıvının illa su olması gerekmiyor elbette. Böyle denemeler yaptığım dört yazı yazmıştım, onları tekrar etmek yerine linklerini bırakayım: 

Bütün yönleriyle evde kahve demlemek (4) - temel ihtiyaçlar

Kahve macerasına tam otomatik bir makineyle devam ediyorsanız artık alınacak bir şey kalmamış demektir. Zaten burada bahsedeceğim şeylerden fazla parayı harcadınız, artık keyfini sürme zamanı. Eğer espresso ve türevleri için bir makine, filtre kahveler için ayrı bir makine almadıysanız devam edelim biz.

İlk almamız gereken şey hassas tartı olmalı. Göreceksiniz bütün reçetelerde kullanacağınız kahve miktarı gramla verilecek. 8 gram, 50 gram kahveyi göz kararı ayarlayamazsınız. Şimdilik çok ucuz bir tartı alın, sonra hem süreyi gösteren hem de üzerine eklediğiniz sıvının saniyede kaç ml olduğunu gösteren müthiş tartılardan alırsınız.

Kahvenin üzerine sıcak suyu dökerek demleyeceğimiz reçeteler için bir su ısıtıcısına ihtiyacımız olacak. Mutfağınızda illa ki bir tane vardır ama suyun sıcaklığını 94 veya 96 dereceye getirip (evet fark edecek, sormayın artık bunu) öyle kullanmak isteyeceksiniz. Bunun için ya suyu kaynatıp sonra sıcaklığı düşerken bir termometreyle ölçüp uygun sıcaklığa geldiğinde kullanmalıyız ya da suyu istediğimiz sıcaklığa kadar ısıtacak bir su ısıtıcı almalıyız. Şimdilik bir termometre alıp geçin. Diğerini sonra alırsınız nasılsa. Sıcaklığı uygun dereceye gelen suyu kahvenin üzerine dökmek için kaz boyunlu bir kap da gerekecek. Eğer su ısıtıcısını baştan alayım derseniz suyun döküleceği kısmın böyle olmasına dikkat edin.

Espresso makinesinde kullandığımız portofiltreyi boşaltmak için bir küçük çöp tenekesine de ihtiyacımız var. Portofiltreyi mutfaktaki çöpün kenarına vurup içini boşaltmak zamanla sizi deli edecektir eminim. Bunun için şimdilik sert kenarlı bir kutu bile kullanılabilir.

Kahveyi çekirdek olarak alıp kullanacağımıza göre bir de öğütücüye ihtiyacımız var demektir. Oturduğunuz evin altında bir kahveci olsa bile her gerektiğinde gidip taze öğütülmüş kahve alamazsınız. Burada seçenekler çok artıyor. Elektrikli çok güzel öğütücüler olduğu gibi elle çevirip kullanacağınız öğütücüler de var. Kahveyi kırıyor mu, eziyor mu gibi parametreler de girecek işin içine. Sadece espresso için 8-10 gram kahveyi elle çekmekte bir sorun olmaz ama soğuk demleme yapmak için 50 gram kahveyi çekmek hem yorucu hem de çok vakit alan bir şey. Günde bir fincan kahve için kocaman bir öğütücü almayın bence. Bende bir el öğütücüsü ve minik bir şarjlı öğütücü var. Hemen gidip bir comandante almayın değirmen olarak.

Kahve çekirdekleri için hava sızdırmaz bir saklama kabına da ihtiyacımız var. O kadar seçerek aldığımız kahveyi evde saklarken bayatlasın istemeyiz elbette. Nasıl bir saklama kabı alırsanız alın kahveyi büyük miktarlarda almayın. Bir ayda bitiremeyeceğimiz kadar kahve almıyoruz!

Bu saydıklarımın arasında henüz bir kahve demleme düzeneği olmadığına dikkatinizi çekerim. Yukarıdakileri çok ucuza alıp başlayabilirsiniz bu maceraya, belki aman bu da neymiş diyeceksiniz. Uğraşılmaz bunlarla diyip tam otomatik bir düzene geçmek de mümkün, o yüzden baştan coşmayın. Sonra tahmin ettiğinizden fazla şey alacaksınız zaten.

Bütün yönleriyle evde kahve demlemek (3) - kahve makineleri

Kahve makinelerini genel olarak ikiye ayırabiliriz: çekirdeği kendi öğütenler ve öğütülmüş kahve kullananlar. Her ikisinin de olumlu ve olumsuz tarafları var. Öğütücüsü üzerinde olanları sadece çekirdek kahve alıp kullanmak büyük rahatlık ama hazneye koyduğunuz kahve orada çok kalacaksa nemlenip kalitesinden çok şey kaybediyor (evet fark edersiniz bunu). Öğütülmüş kahve kullananlar bu dertten muzdarip değil ama onlar için ayrıca bir kahve öğütme macerasına girmeniz lazım.

Kahve demleme macerasının en başında aklıma gelen ilk şey alayım bir makine, menüden bir şey seçip onu içeyim ve bu konu kapansın olmuştu. İnsanı cezbeden çok fiyakalı otomatik kahve makineleri var, oldukça pahalılar ve ancak çok sınırlı durumlarda derdinize (neyse artık bu derdiniz) derman olabiliyorlar. Bir makineye kahve çekirdeklerini ve suyu doldurup çok iyi kahve içmek bence mümkün değil (yazının bundan sonrasında söyleyeceğim her şey elbette bence olacak. Gerisini ben yazmasam da öyle okuyun rica ederim). İçme suyunuzu mutfakta bir hafta bekletip öyle içmiyorsanız suyun tadı da ilk doldurduğunuz halinden farklı gelecek size. Yine de çok kahve içiyorsanız ve/veya kahve hazırlamaya hiç vaktiniz/enerjiniz yoksa alın bir otomatik kahve makinesi ve konu kapansın. Bir şeyleri kaçıracaksınız ama hangimizin hayatta kaçırdığımız bir şeyler yok?

Aslında espresso bazlı kahveler hazırlamak istiyorsak makineden başka seçeneğimiz yok. Ortada bir makine olmadan 9 bar basınç nasıl üretilecek? Espresso içmek şart mı derseniz elbette değil. Hem kahve çok zengin bir yelpazede hazırlanabiliyor, hem de belki espresso damağınıza uygun gelmeyecek, belli mi olur. Dışarıda içtiğiniz espressolar zehir gibi geliyor diye önyargılı olmayın. Evde hazırladıklarınız başka olacak.

Filtre kahve diye bilinen; üstten sıcak suyu dökerek demlenen kahveleri hazırlayan makineler de görmüşsünüzdür. Onların da çekirdekleri kendi öğütenleri var ama mümkün olduğunca onlardan da uzak durmaya çalışın. Yine de öyle güzel görünümlü olanlar var ki sırf dekorasyon için bile alınır (hayır yapmayın böyle şeyler). Filtre kahve demleyip saatler sonra içebileceğiniz bir şey olmadığından kocaman hacimli bir şey almaya heveslenmeyin. Evde kaç kişiyseniz o kadar bardaklık bir hazne yeter, bir sonraki içişinizde yeniden demlersiniz. Bunlarla uğraşamam diyorsanız otomatik filtre kahve makinesi size göre demektir.

Türk kahvesi için de çok şık makineler var. Alıp memnun olmayan kimseyi görmedim ama ben eskiden de pek az içtiğim için cezvede yapılandan bir farkı var mı bilemiyorum. 

Bütün yönleriyle evde kahve demlemek (2) - kahvenin bileşenleri

İyi kahve hazırlamak için iyi suya, uygun ekipmana ve elbette iyi kahveye ihtiyacımız var.

Kahve çok büyük oranda sudan oluştuğu için içtiğinizde hoşunuza gitmeyen suyu kullanarak iyi kahve de hazırlayamazsınız. Hangi tip suyla daha iyi kahve hazırlanabilir diye sorarsanız bunun cevabını sizin bulmanız gerekecek. Başkasının hoşuna giden kahve size o kadar da iyi değil gibi gelebildiğine göre biraz deneme yapıp uygun suyu bulmanız zor olmayacaktır. Eğer bir makine kullanıyorsanız haznesinde uzun zaman beklemiş suyla hazırlamayın kahveyi. Espresso makinelerinde incecik borular olduğundan kireçli su kullanmamak çok önemli.

İyi kahve nedir cevabı herkes için değişen bir soru olsa da bir iki şey söylenebilir. Öncelikle öğütüldükten sonra bekletmemek gerekiyor kahveyi aromalarını kaybetmemesi için. Kavrulmasının ardından da uygun şartlarda saklanıp yine çok bekletilmeden kullanılması lazım. Kahve poşetlerinin üzerindeki son kullanma tarihine aldırmayın, kavrulmanın üzerinden bir aydan fazla zaman geçmişse soğuk demleme yapabilirsiniz ama espresso ve diğer sıcak demleme tekniklerinden birinde kullanmasanız daha iyi olur. Buradan bir ayda tüketemeyeceğiniz kadar kahve alıp stoklamamanız gerektiği sonucunu çıkartabiliriz. Bayatlamış kahveyle hangi yöntemle olursa olsun iyi sonuç elde edemezsiniz.

Hangi ülkenin kahvesini hangi demleme tekniği için tercih edeceğinizi de ancak deneyerek öğrenebilirsiniz. Başkalarının tavsiyelerine kulak asmayın, küçük paketler halinde çeşitli kahveleri alıp deneyin. Blend kahveleri denemeyi biraz ileriye bıraksanız daha iyi olabilir. Onlardan öğreneceğiniz çok az şey var. Önce farklı bölgelerin kahvelerini tanıyın sonra harmanlanmış olanlarını da içersiniz. Burada önemli bir nokta var: not alın. Yazmadığınız her şeyi unutacaksınız. İlk başlarda yazacak bir şey bulmakta zorlanabilirsiniz ama güzel kahve diye de not almayın. Zamanla daha çok şey yazabileceksiniz notlarınıza, dert etmeyin bunu. Denemelerinizde bir defada sadece bir şeyi değiştirmeye çalışın (ceteris paribus). Bir kahve çekirdeğini diğerinden daha ince öğütüp karşılaştırdığınızda bir yargıya varmak imkanı olmayacaktır (bunlarla uğraşmak istemeyenler için bir sonraki yazıda kahve makinesi önereceğim).

Kahveyi içerken nasıl bir ruh halinde olduğunuzun da aldığınız tadı değiştireceğini hesaba katın. Ben luwak kahvesini o kadar mutlu olduğum zamanlarda içtim ki aklımda harika bir kahve olarak kalmış örneğin. Yaban ellerden getiren harika biriydi, harika insanlarla içtim, haliyle kahve de çok güzeldi. Bugün içsem eminim peşinden koşulacak bir kahve gibi gelmeyecektir ama hayatta her şey böyle değil mi zaten?

Uygun ekipmanla kast ettiğim şey tabi ki pahalı ekipman değil. Başlangıç için ne alırsanız alın ileride değiştirirsiniz zaten onu (her şeyin ama her şeyin çok daha iyisini göreceksiniz bu işle uğraştıkça. Mutfak tartısının, su ısıtıcısının ne özelliği olabilir demeyin). Makinelerden başka bir yazıda bahsedeceğim ama şimdilik daha pahalı makine her zaman daha iyi kahve hazırlamıyor demiş olayım.

İyi kahve, iyi su ve uygun ekipmanla da kötü kahve hazırlamak imkanı var, burada size tariflere bakmak, tekniklere uygun davranmak ve aldığınız notlara uymak düşüyor. Şimdiye kadar neler öğrendiğinizi düşünün, kahvenin üzerine suyu uygun şekilde dökmek nedir, kolayca öğrenirsiniz. Göz kararı, aldığı kadar su gibi ölçüler yerine gramla ve saniyeyle demleme yaptığınızda her seferinde aynı lezzeti elde edeceksiniz.

12 Aralık 2025 Cuma

Bütün yönleriyle evde kahve demlemek

Hangi konuya elimi atıp derinlemesine öğrenmek istesem konunun neredeyse tamamını öğrenmenin çok kısa bir vakit aldığını tecrübe ediyorum. Ama o neredeyse tamamından arta kalan kısmı öğrenmek çok uzun zaman ve emek istiyor. Kahve de bu konuda bir istisna değil.

Birkaç yıl öncesine kadar evde kahve içmek denildiğinde aklıma gelen şey sadece granül kahveyi sıcak suyla karıştırıp içmekti. Şerbet gibi geldiğinden üçü bir arada olanları değil ama ikisi bir arada diye satılan kahve karışımlarını (aslında kahve olmadıklarını söylemeye gerek var mı bilmiyorum) uzun yıllar boyunca içmişimdir. Ama erkekler bilirsiniz, yaşayan bir varlık gibi daima yeni zamanlara, yeni zamanların gerçeklerine uyarak, uygulanarak hayatlarını sürdürürler. Hakkında kitaplar yazılmış, milyonlarca abonesi olan kanallarda yüzlerce saatlik vidyoları çekilmiş bir konuyu bir yazıya sığdıracamayağımızdan kahvenin gerçekten bütün yönlerine her ayrıntısıyla değinmenin imkanı olmadığında sanırım hepimiz anlaşmış durumdayızdır. Yazının geri kalanında ne tarif ne de tavsiye var.

Önce sorumluluk reddi: Yazının bundan sonrası sizi huzurunuzu kaçıracak bir yola sürükleyebilir. Mevcut durumda keyifle içtiğiniz ve kahve sandığınız şeyleri artık eskisi gibi içemeyeceksiniz muhtemelen. Günde bir fincan kahve içmek için bu kadar zahmete ve masrafa gerek var mı emin değilim. Kahve aparatlarını almaya başlamadan buradaki listenin nerelere varabileceğini bir düşünün isterim. Ben olsam bu mevzudan yol yakınken vazgeçerdim (sağolsunlar Canan, Uğur ve Neslihan beni uyardılar ama mevzu buraya geldi) ama okumaya devam ederseniz bütün sorumluluk sizin, haberiniz olsun.

İyi kahve nedir? 

Nasıl cep telefonu almadan önce arkadaşlarınıza danışıyorsanız kahve konusunda da tecrübeli arkadaşlarınızdan fikir almak elbette iyi olur.  Şu makineyi al, şu kahveyi kullan gibi bir tavsiye bekleyenleri hayal kırıklılığına uğratacak olsam da böyle bir reçetenin olmadığını söylemem lazım. Mecburen kendiniz deneyip neyi / neleri seveceğinizi bulacaksınız. Bu kadar fazla demleme tekniği, ekipman, kahve, öğütücü ve daha neler varken en iyisi şu demek inanın mümkün değil. Olsa dükkan sizin, niye söylemeyelim! Nasıl en iyi parfüm diye bir şey yoksa (var mı yoksa?) en iyi kahve de ancak sizin için var.

Adı çok havalı olsa da espresso'nun en iyi kahve olmayabileceğini de zamanla göreceksiniz. Kahveyi etkileyen o kadar çok faktör var ki belki de en çok seveceğiniz kahveyi hiç bulamayacaksınız. Bir sefer içtiğiniz kahvenin tadı damağınızda kalacak ama bir daha o tada yaklaşamayacaksınız bile. Ya kahvenin menşei farklı olacak, ya farklı şekilde kavrulmuş olacak, ya aynı şekilde öğütmemiş olacaksınız, hiçbir şey farklı olmasa kullandığınız su veya suyun sıcaklığı farklı olacak. Ursula Le Guin'den "Ömrümce görmezsem de bir daha, / eh diyebilirim yine de, / Bir kez orada bulundum." satırlarını okuduğumdan beri her şeye bu tarafından bakmaya çalışıyorum ben.

En iyi kahve keyfiniz yerindeyken, sevdiğiniz biriyle içtiğiniz kahvedir.

İyi kahvenin farkını herkes anlar mı?

Cevap maalesef evet. Bütün kahveler aynı gibi geliyor diyorsanız bunun nedeni henüz iyisini içmemiş olmanız. Hatay'da künefe yedikten sonra marketten alıp mikrodalgaya attığınız künefenin tadı aynı gelmediği gibi daha iyi kahve içtikten sonra diğerleri ile farkı maalesef anlayacaksınız ve geri dönüş olmayacak.

Ne kadar masraflı bir iş?

Bu yazının konusunun kahveyi evde demlemekle sınırlı olduğunu unutmayalım. Bir kahveci açma planı olanın blog yazısıyla yola çıkacağını hiç sanmıyorum ama bir ofis için bile elbette başka türlü bir planlama yapılacaktır.  Yolun başındayken hiç tecrübe etmediğiniz bir malzeme için en iyisini alayım diyerek çok masraf etmeyin (ileride lazım olacak) çünkü hem en iyisi diye bir şey yok hem de neyi seveceğinizi zamanla öğreneceksiniz. Hudutsuz paranız varsa zaten bir şey okumaya ihtiyacınız da yok demektir, bir uzmandan danışmanlık alın.

Zamanla göreceksiniz ki iyi kahve içebilmek için illa çok masraf yapmanız gerekmiyor. Her şeyi deneyeyim dediğinizde bunun bir bedeli olacak elbette. Zamanla evde hiç kullanmayacağınız kahve aparatları olacak, onları boşuna mutfakta beslemeyin. Verin arkadaşlarınıza onlar denesinler. Espresso'ya çok yakın kahve demliyormuş diye duyduğunuz ve çok şık görünen Moka Pot'u asla kullanmayacağınızı bildiğiniz halde kenara koymayın örneğin. 

Kahve kaç farklı şekilde demlenebilir?

Kahvenin özü birkaç şekilde çıkartılabiliyor. Yüksek basınç ve yüksek sıcaklık altında kısa sürede (espresso), yüksek sıcaklığa orta sürede maruz bırakarak (pour over ve pressler), soğuk suda uzun süre bekleterek (cold brew). Bir de bizim Türk Kahvesi dediğimiz kahveyi yakarak, haşlayarak hazırladığımız kahve var. 

Bu yöntemlerin herbiri için ayrı yazılar yazıp buraya bağlantılarını ekliyorum. Ekipmanlar, yaygın hatalar, dikkat edilmesi gerekenler gibi konuları da ekleyip kahve hakkında öğrendiğim her şeyi bir araya getirdim gibi geliyor bana.

Kahvenin bileşenleri [1], kahve makineleri [2], temel ihtiyaçlar [3], gerekli aparatlar [4] konularında yazdım. Sonradan atladığım bir şey olduğunu farkedersem onu da eklerim. 

Üç Renk: Kıskanmak

İkisini karşı karşıya koyunca (neden böyle bir şey gereksin bilmiyorum ama) Dostoyevski'yi fersah fersah ilerisinde görsem de kıskanmanın kitabını yazan Tolstoy'dur. Kreutzer Sonat'ta [1] anlatılan Pozdnişev'in kıskançlık duygusu aradan geçen bunca yılda, kültür bu kadar değişmiş olmasına rağmen eskimeden duruyor. Kadınlar hala aslı astarı olmayan şüphelerle öldürülüyor. Elbette bu şüphelerin gerçek olması dahi kimsenin canını almaya yeterli değil. Tanımını nasıl yaparsak yapalım insan birini kıskanıyorsa, arkasını dönüp gitmeli. Biri size başkasını düşünmediğini kanıtlayabilir mi? Elbette hayır! O zaman başka türlü yolunuza bakmalısınız. Şimdi biz kıskanmak üzerine biraz konuşalım.

Kıskanmak çoğunlukla yetersizlik duygusuyla ilişkilendiriliyor ama yeterlilik duygusu nedir? İnsan hangi durumda kendinden daha iyi biri olmadığından emin olabilir? Dünyanın en zengin insanından daha yakışıklı biri yok mu örneğin? Zamanında sekiz defa Mr. Olympia şampiyonu olan bir vücuda sahip olsanız bile bir vakit geliyor yürümek bile bir marifet haline gelmiyor mu? Diyelim bir konuda dünyada rakibi olmayan bir konumdasınız (bunun ne kadar nadir bir şey olduğunu aklımızdan çıkarmadan devam edelim), karşınızdakinin tek ilgi duyduğu şey bu en iyi olduğunuz mevzu olmaya ilelebet devam edecek mi? Karşınızdakinin sizden iyi yüzen, bisiklete binen, ip atlayan, ıslık çalan biriyle karşılaşmayacağını mı düşünüyorsunuz? Sizden çok okuyan, dinleyen, izleyen kamyonla insan var. Yine de insan birini tek bir özelliği yüzünden beğenmiyor. Bütün yeterlilikleri bir araya getirince de toplamda daha yukarıda olmak gibi bir ölçü kalmıyor. İnsanın bir konuda kendini yetersiz hissetmesi kadar normal bir duygu düşünemiyorum ben. Her konuda bizden daha yeterli insanlar var. 187 kilo halter kaldıran kadın var, kiminle yarışıyoruz? Siz kimseyi en en en iyisi olduğu için seçmediniz, o da sizi bu sebeple seçmedi. Hadi biraz kışkırtarak sorayım Liv Ullmann'dan daha güzel olduğu için mi seviyor bir erkek bir kadını, lütfen?

Karşımızdakinin doğruyu söylemediğine yönelik bir şüphe mi kıskançlığı tetikliyor peki? Bunun için de birinin yaşadığı şeyin doğrusunu, yalnızca doğrusunu ve tüm doğrusunu anlatabilmesini bekliyor olmamız lazım. Bunun yapılamayacak bir şey olduğu çok açık değil mi? Bir odadan çıkan iki kişi aynı olayı aynı şekilde anlatamaz. Hatta aynı kişi aradan süre geçince aynı hatırayı aktaramaz. O zaman soruyu şöyle güncelleyelim: bizim için önemli olduğunu bildiği bir şeyi anlatmıyor olabilir mi? Sanki bizim için önemli olan şeyleri biz kesin olarak biliyoruz, bizim için önemli olan şey değişmiyor, anlattığı her şeyi biz anlıyoruz gibi kabuller de çok geniş kapsamlı geliyor bana. Buradan yine anlaşmak mümkün değil noktasına gelmek istemiyorum ama kıskanmanın temelini anlamaya çalışıyorum.

Aldatılmanın karşısında hissedilen duygu muhtemelen kıskanmak değildir. Hayal kırıklığı, öfke, üzüntü olabilir ama artık kıskançlık aşaması geçilmiştir herhalde bu durumda. Burada bahsettiğim duygu ikili ilişkideki kıskançlık; Nahid Sırrı Örik'in Kıskanmak'ta [3] muazzam bir şekilde anlattığı başka bir kıskanmak da var. Canım Uğur'la okuduğumuz Sultan Hamid Düşerken'le [4] tanıştığım Nahid Sırrı Örik'i çok severim. Yazdığı her şey bence okunmaya, ayrılan vakte değer.

Üşüyen ellerini ısıtacak başkası olmasın, o hep ben olayım duygusu yok demek gerçekçi gelmiyor bana. Beth Harh'ın [5] yaptığı gibi ileri gitmeyelim elbette ama bir yere kadar sahiplenmek, olmayınca devam etmek gerekiyor.

[1] https://www.goodreads.com/book/show/18729673-kreutzer-sonat

11 Aralık 2025 Perşembe

Üç Renk: Unutulmak

Geçmiş büyük müzisyenlerden ses kaydı bile kalmamışken bazılarının sanki yaşıyorlarmış gibi vidyo kayıtlarını izleyebilmek ne büyük ayrıcalık. İnsanlık tarihinde kendi sesini duyabilen bu kadar az nesil yaşamış olması da şaşırtıcı bir durum. Bu aralar çokça konser kaydı dinleyip, izlerken yolum çokça Motörhead'e çıkıyor. Lemmy'nin 70 yaşında ölümünden kısa bir süre önce çıktığı konserdeki son sözleri [1] bence üzerinde düşünmeye değer. Lemmy 50 yıl sahnelere çıkmış, grubuyla sayısız müzisyeni etkilemiş, müzik dünyasında herkesin saygı duyduğu bir büyük müzisyen. Bu konsere çıkarken çok az ömrünün kaldığını biliyor ve bizi unutmayın diyor. Hayatı boyunca duygusallığa hiç prim vermemiş böyle bir yıldızın bile neden unutulma korkusu var?

Irvin D. Yalom Güneşe Bakmak [3] isimli kitabında unutulma endişesinin ölüm korkusundan kaynaklandığını söylüyor. Disney yapımı Coco [2] isimli animasyonda da hatırlarsınız ölüler diyarındakileri dünyada son kişi de unuttuğunda bir başka yok oluş yaşıyor ve oradan da siliniyordu. Belki Lemmy de bizim gibi bir insandı ve onun da ölüm korkusu vardı.

Unutulma konusuna tersten bakınca hatırlanmak çok güzel bir duygu. Biz sıradan insanlar için bile böyle bu. Yıllar önce taktığın saatin veya beraber içilen cinin markasının hatırlanması (elbette hatırlayanın bizim için önemi çok etkili bu mutlulukta) kimi mutlu etmiyor? Biriyle birlikte olmadıktan sonra seni unutsa ne olur, unutmasa ne olur diye düşünerek başladığım bu yazıda da sanki başka bir yere varacağım gibi ama bakalım. Hatırlanmak güzelse unutulmak kötüdür diye bir çıkarım yapmak elbette doğru değil. Pekala hatırlanmak güzel olmasına rağmen unutulmak önemli olmayabilir. Bir daha iletişime geçme ihtimali yoksa insan birisinin kendini unutmasını dert etmemeli bence. Şimdi bir de tekrar iletişime geçme ihtimali diye bir şey çıkardım ama bu ihtimal ne zaman sıfır olabilir ki? Hiç aklımızdan geçmeyen şeyler gerçekleşmiyor mu sanki?

Öldükten sonra unutulmak bana en anlamsız korku gibi geliyor şimdilerde. Lemmy gibi dünya durdukça hatırlanacak bir insan olmadığımı biliyorum. Bu dünyadan yok olunca çok hızlıca akıllardan da silineceğimi biliyorum ve bunu dert etmiyorum. Hem ben olmayınca ne olursa olsun. Bir yandan da kendimin olmadığı ortamlarda hakkımda ne konuşulduğunu hiç mi önemsemiyorum diye sorunca tamamen önemsiz diyemiyorum. Öldükten sonra hatırlanmamakla kötü hatırlanmak arasında fark var tabi. Elbette kötü hatırlanmak istemem, yaşarken de yaşamazken de. Yine de hayatta olmadığım dönemde nasıl hatırlanacağımı dert etmemin bir anlamı olmadığının bilincindeyim.

Aslında unutulmak konusunda yazmayı düşündüğümde aklımda canım Oğuz Atay'ın Korkuyu Beklerken [4] kitabındaki Unutulan öyküsü vardı. Kafka'nın öyküsü diye okusak yadırgamayacağımız Unutulan'da bir kadın yıllar önceki eski sevgilisini tavan arasında ölü bulur. Adamın oraya çıktığını hatırlıyordur ama sonrasında unutmuştur adamı. Bu öyküdeki tavan arası bana kahramanın zihni gibi geliyor. "Şimdi onu nasıl inandırabilirim bütün bu süreyi onunla birlikte yaşadığıma? Onu unutmuş gibi yaşarken onu düşündüğüme?" diyen kadın elbette sevgilisini tavan arasında unutmamıştır. 

Müzik dünyasında unutulmamak için atılan çığlıklardan koca bir antoloji yapılabilir. Sevinç Eratalay'ın Beni Unutma şarkısı aman kim unutursa unutsun diyen benim bile her dinleyişte gözlerimi doldurur. Gülten Akın'ın 23 yaşında (buradaki unutulma tedirginliği ölüm korkusundan kaynaklanmıyor herhalde) yayınladığı ilk şiir kitabı olan Rüzgar Saati'ndeki Uzun Yağmurlardan Sonra şiirinden bestelenmiş olan bu şarkıda bana geçen duygu kendi unutmamak isteğim değil de Gülten Akın'ın yaşadığı duygunun yoğunluğu galiba. Gülten Akın şiirde "Her şeye rağmen ellerin üşür / Üşürse beni unutma" derken aslında üşüyen ellerini ısıtacak başkası olmasın diyor. Buradan da üçüncü renk olan kıskanmak konusuna bağlayayım artık.

10 Aralık 2025 Çarşamba

Üç Renk: Unutmak

Vortex [1] 2021'de çekilmiş olmasına rağmen günümüz popüler sinemasından 20 yıl eski bir filmmiş gibi gelse de bu durum 20 yıl sonra da değişmeyecektir. Gaspar Noé'nin bu filmde yaptığı gibi şeklin içeriğe uygunluğu benim sanatta, edebiyatta en çok hayran olduğum şey. Anlatması zor, kesikli duyguları upuzun cümlelerle anlatmak, Hintli bir kadını Alman felsefecisi gibi düşündürmek anlatılan şeyden bağımsız olarak edebiyatın içine girmeyi imkansız hale getirmiyor mu hepimiz için? Her öykü için uygun şekli bulmak da sanatçının tarihteki yerini belirliyor bence.

Vortex iki buçuk saate yakın çok uzun bir film. Doğrusunu söyleyeyim günümüz sinema izleyicisine hiç hitap etmiyor. Benim gibi bir yönetmenin tüm filmlerini izleyeyim diye ısrar eden biri için bile katlanması kolay olmayan bir film. Nasılsa seyretmeyeceğiniz için sürprizbozan sayılmaz diyerek bir cümlelik bir özet yapayım. Yaşlı bir çift var, kadın demans, sonunda ikisi de ölüyor. Savaş ve Barış'ı olay Rusya'da geçiyor gibi özetlemek değil bu yaptığım. Gerçekten filmde neredeyse sadece bu kadar şey oluyor.

Peki şeklin içeriğe uygunluğu ile kast ettiğim şey ne? Demans yaşayanın bize nasıl bir duygu durumu olduğunu aktaramadığı için hakkında pek az bilgi sahibi olduğumuz bir hastalık. Dışarıdan bakınca (yanında durunca) edindiğimiz tecrübeler var ama o insan ne yaşıyor hiç bilemiyoruz. Hepimiz geçmişi hatırlıyoruz ve her seferinde biraz değişiyor hatırladıklarımız. Demans hastaları bir hatıranın tek bir formunun içine sıkışmış gibi görünüyorlar. Yaşayanın ne hissettiğini bilemesek de yanındakilerin nasıl katlanılmaz bir zorluk içinde oldukları hepimizin malumu. Vortex ekranın tamamını kaplayarak çıkmıyor karşımıza. İlk olarak ekranın bir kısmına sıkışmış olarak görüyoruz görüntüyü, daha sonra ekran ikiye bölünüyor ama yine iki farklı sıkışmışlık var. Aynı sahneyi bile iki farklı kameradan izliyoruz film boyunca. Kameraların biri adamı, diğeri kadını takip ediyor; onların gözünden değil, onları izleyen kameralardan görüyoruz. Adam öldükten sonra bile bu ikili gösterim normale dönmüyor. Bazen solda bazen sağdaki bölüm kararmış oluyor. Benim daha önce görmediğim bu anlatım dili (elbette ben görmedim diye hiç yapılmamış demek istemiyorum) bana çok etkileyici geldi.

Kadın psikiyatrist, adam yazar, ev kitaplarla dolu. Klozetin arkası, lavabonun altı, her yerde kitap var (hani entelektüel çaba demansı erteliyordu?). Adamın üzerinde çalıştığı kitabı sinema ve rüya üzerine. Adam her film bir rüyadır derken, oğlu annesinin cenaze töreninde her rüya kısadır diyor.

Biz savaşın bombaların uzaktan atıldığı ve cesetlerin etrafa saçıldığı, sevişmelerin iki insanın öpüşmeye başladığı ve sonrasında yatağa bitkin şekilde uzandığı, uyuşturucunun alındığı ve sonrasında perişanlığının gösterildiği sahnelere alışmışken Noé bize arada neler olduğunu da gösteriyor. Bütün filmler böyle olmalı demiyorum ama sinemanın bu büyülü gerçekliğinden çıkıp aslında olanın ne olduğu göstermeye cesareti olan yönetmenler de olmalı. Vortex'teki acıyı, çaresizliği, adamın 20 yıldır sevdiği diğer kadını kimse göstermesin mi?

Unutmak bir yandan da hayatı yaşanabilir kılan şey. Ömrümüzde utanacağımız o kadar çok şey yapıyoruz ki, sürekli bunları düşünerek hayatta kalamayız. Kötü bir bitiş oluyor farkındayım ama bu şarkıyla bitirelim

9 Aralık 2025 Salı

Wagner'i tanımak için bir okuma listesi

Hakkında en çok okuduğum besteci belki de Wagner'dir. Geçen yıl AKM'de izlediğim Uçan Hollandalı'nın ardından hakkında bulabildiğim her şeyi alıp okumuş ve izlemiştim. Çok güzel sahnelenmiş bir eserdi ama beni bu kadar etkileyen neydi de bu kadar zaman harcadım şimdi hatırlayamıyorum doğrusu (çok güzel bir gündü orası ayrı). Hala Wagner dinliyor muyum, evet. Geçen yılki kadar büyük bir tutkuyla mı dinliyorum, hayır. Wagner'in eserlerine ve yazdıklarına yakınlaşabilmek için (burada anlamak diyemiyorum iddialı olur diye) felsefeye de girmek gerektiğinden bahsedeceğim yol ne kısa, ne de kolay. Hakkında hiçbir şey okumadan da olağanüstü müziğini dinleyip keyif alma imkanı olsa da neden birazcık daha fazlası için çaba göstermeyelim diyenler için başlıyoruz.

Öncelikle bu yazıda sadece Türkçe'ye çevrilmiş kitaplardan bahsedeceğimi söyleyeyim. Eğer İngilizce okumak isterseniz elbette daha kapsamlı bir külliyat var (eşi Minna Wagner'in biyografisi okunmaya değer bence). Almanca okuyabilenler için kaynaklar eminim kıyaslanamaz şekilde fazladır.  

Wagner'in kendi yazdığı Geleceğin Sanat Eseri [1] başlıklı kitapla başlamamanızı öneririm. Wagner bu kitabında dans, müzik ve şiirin yeniden birleşmesinden oluşacak tümleşik bir sanat eserini tasvir ediyor ama bir başlangıç kitabı olarak bence ağır bir kitap. Wagner'in yazdığı ve Türkçeye çevrilmemiş Das Judenthum in der Musik isimli bir kitap da var ama arayıp bulmaya değmeyecek zırvalar içerdiğinden bahsetmiyorum bile.

Eğer Wagner hakkında tek bir kitap okuyayım diyorsanız Uğur Ekren'in Felsefenin Perspektifinden J.S.Bach ve Richard Wagner'in Sanatı [2] kitabı çok iyi bir tercih olacaktır. Uğur hoca Bach ve Wagner hakkında felsefeci olmayanların da anlayabileceği (veya anladığını sanabileceği) kapsayıcı bir metinle çıkıyor karşımıza. Bu kitapla başlayın, ilginiz devam ediyorsa okumayı sürdürürsünüz. Kitap tarihsel bir kişiliğin başka türlü de yorumlanabileceğini kabul eden harika bir bölümle bitiyor:

"Felsefenin de kendi içinde sayısız farklı tepelerinin olduğu bilinen bir gerçektir. Ancak yine de şehrin tüm sokaklarını, meydanlarını, evlerini, bahçelerini diğerlerinden daha iyi görebileceğimiz bir ya da birden fazla tepenin var olması olanağını üstelik bizimkisinden daha iyi bir konumda olduğu için şehrin manzarasını daha fazla ayrıntısıyla resmedebileceğimiz bir tepenin var olması olanağını reddedemeyiz. Bu aslında bizimkisinden çok daha yetkin ve daha iyi çalışmaların gelecekte ortaya çıkabilme olanağını barındırdığından umut verici ve sevinilecek bir durumdur."

Bir başka aydınlatıcı kaynak da Louis William Flaccus'un yazdığı Sanatçılar ve Düşünürler [3] isimli kitap. Kitapta Wagner'e ayrılmış sadece 34 sayfa olsa da bir bütünlük içinde okumak faydalı bir deneyim olmuştu benim için.

Wagner hakkında okunabilecek en boş kitap bence S. Alksandrovich Bazunov'un Richard Wagner Hayatı ve Müzik Çalışmaları [4] başlıklı kitap. Büyük bir önyargıyla, sadece eleştirmek için yazılmış böyle bir kitabı okumaya kimin ihtiyacı var bilemiyorum.

Wagner'i arayan herkesin yolu Nietzsche ile kesişecektir. Nietzsche'nin bir dönem çok sevdiği, sonra sevmediği Wagner'le ilgili üç kitabı var: Wagner Olayı / Nietzsche Wagner'e Karşı [5], Richard Wagner Bayreuth'ta [6]. Tragedyanın Doğuşu [7] kitabında Richard Wagner'e Önsöz bölümü var diye okumuştum ben, belki siz de okumak istersiniz. Nietzsche okuması, anlaması çok zahmetli bir felsefeci benim için.

Son olarak Fihrist Yayınlarının [8] harika bir iş çıkartarak opera eserlerinin librettolarını özgün dili ve Türkçesi bir arada bastığını da söylemek isterim. Kısa opera diye bir şey var mı bilmiyorum ama Wagner operaları gerçekten çok uzun. Fihrist Yayınları başka hiçbir şey yapmasanız bile bir günde izleyemeyeceğiniz yedi Wagner eserini basmış. Bu kadar zaman harcayacağınız bir eylem için önceden okuma yapmak gerekir herhalde.

Bir sanatçının eserlerinde değil de kişiliğine bakmak gerekir mi sorusuna tutarlı bir cevap veremiyorum. O kadar çok asla arkadaş olmak istemeyeceğim büyük sanatçı var ki onları hayatımdan çıkartırsam geriye büyük bir kuraklık kalacakmış gibi geliyor. Elbette kimileri var ki sefillikleri sanatlarının çok önüne geçmiş durumda. Onların sanatlarından mahrum kalmayı göze alabiliyorum. Wagner'in hayatınıza dokunmasına bir şans verin. Siz de birilerinin hayatlarına ne büyük heyecanlarla girdiniz ve sonra dışarıda kalmadınız mı?


 

8 Aralık 2025 Pazartesi

Yojimbo'yu anlamak

200 yıl öncenin Japonyasını anlatan, 65 yıl önce çekilmiş bir filmin bugün bize söyleyebileceği bir şey var mı? Bu soruya kolayca hayır diyebiliyorsak soruyu şöyle güncelleyelim; bugün çekilmiş ve içinde yaşamadığımız bir kültürü anlatan bir filmin bize söyleyebileceği bir şey var mı? Bir adım daha ileri gidip bir filmin bize söyleyebileceği bir şey var mı'ya ulaşınca o kadar da kolay hayır diyemiyorum ben.

Türkiye dışında bir yerde bir haftadan uzun yaşamadım. Bir şehirde yaşamanın orada turist olarak bulunmaktan farklı bir deneyim olduğunun da farkındayım. Sorulduğunda Ankaralıyım diyorum ama bugünün Ankarasını neredeyse hiç bilmiyorum. Ankara denildiğinde aklıma gelen Kızılay'dan Botanik Parkına yağmur altında yürümek. Bugün benim 40 yıl önceki Ankara ile ilgili hatırladıklarımla o yıllarda Ankara'da çekilmiş filmlerin ne kadar ortak noktası var? Muhtemelen hiç yoktur. Bu ne benim hatıralarımı yalanlar (böyle bir şey nasıl yapılabilir bilemiyorum) ne de o filmlerin gerçekliğini.

Peki Akira Kurosawa yaşamadığı bir dönemin (hem de bu dönemde insanlar bellerinde kılıçlarla dolaşıyorlar, birini öldürmenin ciddi bir yaptırımı yok, ortada para diye bir şey var ama onu kim basıyor, nasıl taklit edilemiyor gibi soruların cevabı açık değil, kasabada sadece bir kişide tabanca var, o mermiyi nereden buluyor, neden başkası bu silahı edinemiyor belli değil) filmini çekip bize ne anlatıyor? O döneme ait tek bir fotoğraf bile (henüz fotoğraf icat edilmemişken) yokken evlerin, yemeklerin nasıl olduğuna inanabiliyor muyuz? Tek bir eşya bile olmayan evler, zeminin üzerinde bir hasırda uyunan yerler, inanılmaz gelmiyor mu? Bana çok gerçekdışı gelen bu görüntüler kadar garip şeyleri ben yaşamadım mı peki? [yeter soru sorma artık] Bugün gaz lambası, kömür sobası, telefon için sıra beklemek, televizyonun açılmasını beklemek, mektup beklemek gibi şeyleri bilmiyor büyük kalabalıklar.

İnsan biyolojik değil kültürel bir canlı iken bugüne dair şeyleri nereden biliyor? Elbette anlatılanlardan ve gördüklerinden. Gördükleri de aslında o eylemleri gerçekleştirenlerin duyduklarından yani anlatılardan oluşuyor. 1950'lerde birini ağzından öperken şimdi dudaklarından öpüyoruz. Nasıl seveceğimizi, nasıl kıskanacağımızı da okuyup, izleyip, görüp öğrenmedik mi?

Ne zaman Kurosawa'ya itiraz eden bir şey yazmaya kalkışsam sonunda bakıyorum kendime itiraz ediyorum. Elbette Kurosawa'nın benim övgüme ihtiyacı yok



7 Aralık 2025 Pazar

Ikiru'yu anlamak

İnsan yakın zamanda öleceğini bilse daha iyi birine dönüşür mü? Edebiyatın ve sinemanın üzerinde çokça üretim yaptığı bu soruya cevap verebilmek için daha iyi olmak ne demek ve insanın nasıl biri olduğu tamamen kendi elinde midir sorularını cevaplamak gerekiyor. Ben bir davranışın insanın içinden mi geliyor yoksa öyle davranması gerektiğini düşündüğü için mi öyle davranıyor sorusunun cevaplanmasının mümkün olmadığını düşünüyorum. Sonuçta ortaya konan davranışa bakmak gerektiğini ve motivasyonuna bakmamak (zaten anlaşılamayacağı için) gerektiği fikrindeyim. İnsan her davranışını, tepkisini düşünerek değiştiremiyor. Kendi üzerimde yaptığım tespitlerden asla bunu yapmayacağım dediği şeylerin neredeyse hepsini yaptığımı söyleyebilirim. Yani insan altı ay ömrü kaldığını bilse bile davranışlarını değiştirmeyebilir, hiç olmadığı kadar toplumsal bir insana dönüşebilir veya içinden bir canavar çıkabilir. Irvin D. Yalom'un Güneşe Bakmak [6] isimli kitabı ölüm duygusuyla başetmek için daha önce düşünmediğiniz şeyleri okuyabileceğiniz güzel bir kaynak. Ölmenin nasıl bir şey olduğu hakkında okuduğum, bana en faydalı olan kitapsa Sherwin B. Nuland'ın Nasıl Ölürüz [7] adlı kitabı olmuştu.

1952 yapımı Ikiru'da [1] rutin işlerle ömrünü geçirmiş olan Watanabe bir yıldan az ömrü kaldığını öğrenince yaşamına bir anlam katma çabasına girişir. Bunu nasıl yapacağını da bilemez (bunu hangimiz biliyoruz aslında?). Bütün hayatını sahip olmak üzerine kuranların bir zaman olmak [8] üzerine düşüneceklerini elbette sanmıyorum ama çok da akla gelmez bir duygu olmadığını kabul edebiliriz herhalde. Zaten yaşı da ilerlemiş olan Watanabe ne yapsa hayatını anlamlı kılamayacağını çok kısa zamanda anlar ve bildiği tek iş olan bürokratlığı kullanarak kendisine gelen bir talebi hayata geçirmeye adar kalan ömrünü, ki pek az kalmıştır.

Filmin sonlarında bir odada 2 kadın ve 12 adam bir odada konuşmaktadır. Başlangıçta hepsinin fikri Watanabe'nin parkın yapımında pek önemli bir rolünün olmadığıdır. Zaman ilerledikçe herbiri diğerinin konuşmasından etkilenip kendi düşüncelerini açıklarlar ve sonunda 1957 yapımı 12 Angry Men [2] filminde olduğu gibi o parkın Watanabe olmasa yapılamayacağında hemfikir olurlar. Sanatın böyle izini sürebilmek pek mutluluk verici geliyor bana.

Bergman'ın Yaban Çilekleri [4] filminde de Ikiru'dan beş yıl sonra benzer şekilde hayatının sonuna geldiğini düşünen kahraman nasıl boşa yaşadığını farkeder. Dr. Eberhard Ikiru kadar olmasa da daha önce yapmadığı şeyleri yapmaya başlar.

Edebiyat dünyası bu temayı işleyen romanlarla dolu aslında [anladık bunu]. Charles Dickens'ın Bir Noel Şarkısı [9] en bilinen örneklerinden biri. Ölüm denildiğinde Tolstoy'un İvan İlyiç'in Ölümü [10] de ölüm üzerine okunması gereken kitaplardan biri bence.

Ölümün eşiğindekinin bağlantı kurma ihtiyacını Çığlıklar ve Fısıltılar'larda [3] gördüğüm gibi başka bir yerde görmemişimdir herhalde. Filmde Agnes acısının dindirilmesi veya yaşamaya devam edebilmesinden çok, bir temas aramaktadır. Sonunda büyük acılar içinde ölür. Öleceğini bilmesi onu ne daha iyi biri yapar ne de daha kötü.

Ölümün yakın ve durdurulamaz olduğunu anladıktan sonra bütün zincirlerini kıran ekran karakterlerinin en çok bilineni Breaking Bad [5] dizisi olabilir. Dizide Walter White ölümcül bir hastalığı olduğunu öğrendikten sonra uyuşturucu yapımına girdiği gibi cinayetler de işler.

Daha iyi bir insan olabileceksek (bundan her ne anlıyorsak anlayalım) o kişi olmak için ölümün çok yakınımızda olduğunu öğrenmemize gerek de yok aslında. Ölüm zaten hep yakınımızda. 

 

Babalara mektuplar

Pek de şaşırtıcı olmayan bir şekilde dünya edebiyatının önemli bir kısmı yazarların babalarıyla hesaplaşmasını içeren metinlerden oluşuyor [hayır hayır, böyle başlama yazıya].

Geçen hafta bahsettiği her kitabı ve referanslarını okuduğum ama kendisinden haberim olmayan bir kitabı okudum: Ev Ödevi [1]. İnsanın kendi okuduğu, altını çizdiği bir kitabı hediye etmesi ne büyük incelik. Kitabın ilk bölümü Oğuz Atay'la ilgili olunca ilk aklımdan geçen bütün Atay'ları yeniden okuyayım oldu ama sürekli onları okumaya artık vaktim kalmadığını bildiğimden sadece Korkuyu Beklerken'i [2] yeniden okudum. Bu harika öyküleri defalarca okumuş olmama rağmen Babama Mektup'u belki birkaç sefer ancak okumuşumdur. Hep bir şekilde atlarım onu. Babamla ilgili çok çok az hatıram olduğundan öykünün bana hatırlattığı bir şey de yok aslında. Belki de Atay'ın bir öyküsü olarak değil de kendi yaşamından bir şeyler barındırdığını düşünüp çekiniyorum, bilemiyorum. Atay öykünün hemen başında iki yıl önce ölen babasına şöyle seslendiriyor kahramanına:

"Yıllar önce, sen olmasaydın birçok şey yapabileceğimi düşünürdüm. Şimdi artık suçun kendimde olduğunu görmek zorundayım."

Babama Mektup'u bu okuyuşumda sonuna gelene kadar klasik Atay metinlerinden biri gibi geldi bana.

"Gene de sonunda sana bütünüyle benzemekten korkuyorum babacığım: Yani ben de sonunda senin gibi ölecek miyim?"

Atay'ın Babama Mektubunu okuduktan sonra Kafka'nın Babaya Mektup'u [3] da okudum peşi sıra. Kafka'nın mektubu Atay'daki ironinin yanından bile geçmiyor elbette. Kafka babasına "özünde iyi kalpli ve yumuşak bir insansın" diyor, "beni sevdiğini inkar ediyor muyum?", hasta olduğunda babasının odasına girmeyip sadece eliyle selam vermesini düşündüğünde bile hala ağlıyor. Babasının kendine başkalarına davrandığı gibi davranmamasına, kendine koyduğu kurallara uymamasına çok üzülüyor olmasına rağmen hayatındaki olumsuzlukları tamamen babasına da yüklemiyor. Bu bağışlayıcı tavrının aslında kendini yukarı çekmek olduğu yönündeki itirazı kitabın sonunda kendi yapıyor. Böyle parantezlerle dolu, kendi yazdıklarına itiraz eden metinleri çok sahici buluyorum. Kafka'nın babasına yazdığı mektubun sahiciliğini değerlendirmek değil elbette niyetim, zaten kimin haddine bu?

Bu yaşımda benim için de geçerli şu cümle bana mektubun en yaralayıcı yeri gibi geliyor (Metin Altıok'un Sarıl Bana şiirini de hatırlatıyor bana)

"çok güç idare edilebilen bir çocuk olduğuma inanmıyorum; sıcak bir sözcüğün, usulca elimden tutulmasının, tatlı bir bakışın istenilen her şeyi sağlayamayacağına inanmıyorum"

İnsanın çocukluğunda bu duyguları yaşamamış olması yetişkinliğinde arzuladığı bu şeylerle karşılaştığında onların farkına varmasını bile engelliyordur herhalde. Kafka'nın babasının gözünde bir hiç olduğunu düşünerek büyüdüğünü okumak insanın içini yakıyor.

Yazıya başlarken iki erkek yazarın babalarına yazdıklarından sonra kadın yazarların çok daha travmatik metinlerinden de bahsetmek istemiştim ama baba kavramı o kadar bilmediğim bir şey ki (kendim de bir baba olmama rağmen) bir de kadınların babalarıyla yaşadıkları hakkında konuşmamın çizgiyi aşmak olacağını düşünüp vazgeçiyorum. Sadece Vigdis Hjorth'un Miras [4] kitabının adını anmış olayım.

Madem babalardan bahsediyorum Hayatta Ben En Çok Babamı Sevdim [5] diyen Can Yücel'i de anmak isterim. Nasıl Atay ve Kafka'nın mektupları babaları tarafından okunmamışsa Can Yücel'in şiiri de babasının ölümünden 13 yıl sonra yayınlanmış; sevgi de yergi de babalarla konuşması kolay şeyler değil demek ki. Yirmili yaşlarımın başında bu şiiri okuduğumda herhalde benim annemi sevdiği kadar sevmiştir babasını diye düşünmüştüm.

Son olarak Cemal Süreya'nın Sizin Hiç Babanız Öldü Mü? şiirinden bahsedip bitireyim. Bu şiirin bendeki duygusu Can Yücel'in şiirine benzerdi. Ne vakit ki Yalnızlığın Başkenti [6] kitabında Yelda Karataş'ın yazısını okudum, o zaman anladım bambaşka bir duygudan bahsettiğini. Belki sizin için de durum böyledir diyerek Süreya'nın bu şiiri 23 yaşında, annesinin ölümünden sonra, babası sağken yazdığını söyleyeyim. Yelda Karataş bu şiir için şöyle diyor:

"Şiirde baba sevgisi yok. Çok sevmek istediği babasının zulmüne duyduğu öfkenin utancı var."

Tahmin ettiğimden uzun olan bu yazıyı oğlumla çocukluğunda çokça dinlediğimiz bir şarkıyla bitireyim

5 Aralık 2025 Cuma

Asılacak Kadın - Pınar Kür

Pınar Kür romanlarıyla ilk tanışmam Cinayet Fakültesi romanıyla olmuştu. Roman kahramanının benim de olmak istediğim gibi bir matematikçi olması harika bir tesadüf gibi gelmişti bana. Dünyanın bir yerinde, bir okuma grubu onun Asılacak Kadın [1] romanını okuyordur diyerek ben de bugün tekrar okudum. İlk okuyuşumun üzerinden otuz yıldan fazla zaman geçtiğinden romanı buğulu bir camın ardından görülen sonbahar manzarası kadar hatırlıyordum.

Roman 1979'da yayınlanmış, yani bilinç akışı tekniğiyle çokça Türkçe metin yazılmış, Tutunamayanlar'ın onlarca sayfa akan konuşmasını herkes okumuş. İçeriği çok cesur ve çarpıcı olmasına rağmen dil açısından bir yenilik yok bence Asılacak Kadın'da. Hatta ilk iki bölümde fazlalıklar var. İlk bölümde aklından geçenleri dinlediğimiz Faik İrfan Elverir'in düşünceleri nasıl kesikli ise anlatım dili de öyle. Neredeyse sadece nokta var noktalama işareti olarak, hatta çok fazla nokta var. Ceza Reisinin aklı hep kırılan kalemde, verdiği cezada, tabi bir yandan da mutsuz evliliğinde. Böyle bir akışta hiç virgül, soru işareti kullanmayarak tam olması gereken hissi vermiş diyecekken nedense hiç de gerekmeyen birkaç virgül ve soru işareti var. Keşke onlar da olmasaymış.

İkinci bölümde romanın asıl kahramanı olan Melek'in aklındayız. İdama mahkum olmuş, öncesinde berbat şeyler yaşamış bir köylü kızı olan Melek düşünürken elbette noktalarla, noktalı virgüllerle düşünmüyor. Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'da onlarca sayfa akan bir nehir gibi konuşturmasına benzer bir şekilde yazılmış ama nedense Fransızca metinler büyük harfle ve Melek'in asla okuyamayacağı şekilde özgün halleriyle geçiyor metinde. Melek kendi aklından düşünürken Jozet derken başkası aynı kadından bahsederken yine Melek'in aklından JOSETTE diye geçiyor metinde. Bunlar küçük ayrıntılar gibi görünebilir belki ama romanın bir büyük eser olmasının önüne geçmiş bence.

Son bölümde Yalçın'ın kendisi de Melek'e yapmadığını bırakmamış olmasına rağmen onu kurtarmak istemesinin nasıl sefil bir düşünce olduğunu anlamamızı sağlayan (pekiştiren) yazılarını okuyoruz. Yeterince steril bir ortamda yaşan biri bu rezillikler nasıl yaşanmış diye şaşabilir belki ama biz bütün bir köyün birlik olup neler yaptığını çokça okuduk, unuttuk, tekrar okuduk/izledik, tekrar unuttuk. Bugün bile genelevlerde çalışan kadınların Melek'ten bir farkları var mı emin değilim doğrusu.

Kitabın sonuna Pınar Kür'ün romanının toplatılması için açılan davaya yazdığı savunması da konmuş. Tam da onun yazdığı gibi Asılacak Kadın hala okunurken onu toplatmak, imha etmek isteyenleri bugün hatırlayan yok.

Roman 1986'da Başar Sabuncu tarafından sinemaya da uyarlanmış [1]. Üçte ikisi kahramanların bilinç akışlarıyla anlatılan bir metni filme çekmek yönetmenin bir yandan işini zorlaştırırken bir yandan da ona yaratıcılığını gösterebileceği bir alan bırakmış. Türk sinemasında çok sevilen bir yöntem olan romanı birebir izleyiciye göstermek imkanı olmadığından yönetmenin araları kendisinin doldurması gerekmiş. Anayurt Oteli filmi hiçbir yaratıcılık içermemesine rağmen neden bu kadar seviliyor gerçekten hiç anlamıyorum.

Bir romanı film olarak karşımıza getiren yönetmenin romanın ruhu haricinde her şeyi değiştirmeye hakkı olduğunu düşünüyorum. Hamlet kızılderili bir kadın olarak bile gösterilebilir bize, yeter ki o duyguyu bize geçirsin. Asılacak Kadın'da da Yalçın tabancayla mı ateş etmiş, tüfekle mi gibi konuların zerre önemi yok bence. Yönetmen mahkemenin hakiminin özel hayatını dışarıda bırakarak çok iyi bir karar vermiş, yoksa işin içinden çıkamazmış gibi geliyor bana. Filmi youtube'dan bile izlemek imkanı var [3], bir başyapıt değil ama romanı okuduktan sonra bir buçuk saat ayırıp izlense fena olmaz. Filmde Müjde Ar (bu filmde 32 yaşında ve öncesinde çokça ses getirmiş filmleri olan, hadi kabul edelim, çok güzel bir kadın) haricindeki oyunculuklar çok zayıf. Kötü oyunculukların sorumluluğu bence oyunculara değil, yönetmene yazılmalı.

Gaspar Noé, Michael Haneke veya Lars von Trier bu romandan film yapsalardı nasıl şeyler izlerdik diye düşünmek de iyi bir akıl oyunu olabilir.

Velhasıl güzel bir roman Asılacak Kadın

3 Aralık 2025 Çarşamba

müziği sanatçıdan çok bilmek

Kimi müzisyenleri aklımda çok sabit bir yere koyuyorum ve değiştirmek bazen mümkün olmuyor (en azından çok zor oluyor diyeyim). Halbuki sorsalar değişime çok açığımdır [buraya gülme efekti koyalım].

Hadi Dominic Miller'ı Sting'in gitaristi diye hatırlıyorum [adamın 10 stüdyo albümü var ama sen bilirsin] ama Sting'i neden hala The Police'in basçısı diye kodlamışım aklımda bilemiyorum. Son albümlerini 1983'te çıkartan gruptan ayrı harika bir kariyeri olmasına rağmen, belki ara ara toplanıp turneye çıktıkları için onu grubun basçısı diye düşünüyorum hep.

Yıllar önce Bob Dylan'ı konserde izlerken bütün parçaları ilk anda tanınmayacak gibi çaldığında böyle olacağını bildiğimden yadırgamamıştım. 50 yıldır çaldığı şarkılar zaten cdlerde, plaklarda duruyor; o hallerini dinlemek mümkün, adama kızmanın manası yok demiştim. Herkesten Satriani gibi her konserde parçaların ilk halini çalmasını beklememek lazım. Zaten öyle olacaksa konsere neden gidiyoruz?

Peki Deep Purple'ın gitaristi denildiğinden neden aklıma hala Ritchie Blackmore geliyor? Blackmore son 30 yıldır sevgilisi Candice Night ile birlikte kurdukları Blackmore's Night grubunda eskisiyle hiç ilgisi olmayan müzikler yapıyor, Deep Purple'ın da yıllardır çalıştığı bir gitaristi var. 80 yaşına gelen Blackmore'a bence artık sen de herkes gibisin demem gerekmiyor mu? Tabi müziği ilk dinlemeye başladığım yıllarda Lazy, Child in Time, Mistreated gibi muazzam şarkıları ondan dinlemiş olmamın etkisi var ama otuz yıl yeterli zaman olmalı onun yeni halini kabul etmem için [bak hala yeni hali diyorsun]. Blackmore's Night ile yaptığı albümlerde kabiliyetini harcadığını düşünüyorsam bile sadece Mistreated'i [1] yapan birinin bütün ömrünce saçmalama hakkı olmalı.

2019'da Rainbow ile yeniden çaldığı Storm adlı besteyi bir Blackmore's Night'tan [2], bir de son halinden dinleyince bizi büyük güzelliklerden mahrum etti gibi geliyor bana. Bugün bu parçayı arkadaşlarımla paylaşırken birinin Blackmore'a bir rockçı olduğunu hatırlatması lazım dedim ama dilerim Candice ile buna değecek bir mutluluk içindedir.



1 Aralık 2025 Pazartesi

Bir Distopya Olarak Sanatı Yok Etmek

Çok uzun yıllardır, geçen bin yıldan beri, resim üzerine okuyorum. Bazıları yazıdan bile önce yapılmış ve bize kalmış sanat eserlerini anlamaya çalışmak, bunun bendeki karşılığı nedir diye düşünmek hem zorlayıcı, hem de zihin açıcı bir eylem [bu zihni açıp ne yapıyorsun gerçekten bilemiyorum]. Resim okumak rüya yorumlamak gibi, at görmek murad demektire benzer şekilde dönemine bağlı olarak tablodaki baykuşun ne anlama geldiğini anlamak mümkün oluyor. Hep daldan dala atladığımdan Klimt hakkında okuyup, tablolarına bakıp, ilgili filmleri izlerken bir şekilde Egon Schiele ile yolum kesişti. Hakkında çok güzel İngilizce kitaplar [3] var ama çoğu çevrilmemiş, hak vermiyor değilim; kim Schiele ile ilgili kitabı satın alacak, kaça satılacak belli değil.

Schiele hakkında birkaç film çekilmiş. Bu filmler aynı Suskind'in Koku'sunun [1] filmini [2] izlemek için roman hakkında bilgi sahibi olmayı gerektirdiği gibi çekilmişler. Böyle izleyicinin entelektüel geçmişine yaslanan filmleri çok seviyorum. Yazıya devam etmek için filmi, Death and the Maiden [4] (Polanski'nin filmi değil [5]), izlemek gerekmesin diye hızlıca özetleyeyim. Bir ressam var, mahkeme onu suçlu bulup tablosunu imha ediyor. Birinci dünya savaşına pek az zaman kalan yıllardayız, tabloların da fotoğrafları çekilebiliyor (Schiele 1918'de ölüyor). Bir sanat eserinin böyle mahkeme kararıyla yok edilebilmesi bugünün insanına garip gelse de Grup Yorum'un şarkılarının YouTube ve Spotify'dan erişilemez olmasından ne kadar farklı acaba?

Şöyle distopik bir plan yapalım; bir şairimiz ölmüş olsun ve yeterince parası olan biri onun eserlerinin yayın haklarını satın alsın. Benim için her miktar büyük ama eminim bir şairin bütün eserlerinin yayın haklarını almak tahmin ettiğimiz kadar da büyük paralar gerektirmeyecektir. Bu kötü niyetli kişinin şirketi haklarını aldığı bu kitapları basmasın ve eserlerinin  paylaşılmasına karşı davalar açsın. Böyle bir şey olur mu demeyelim çünkü Rıfat Ilgaz'ın şiirlerini kendi yayınevi olan Çınar Yayınları ölümünden sonra yıllarca basmadı. Bir yazara ait telif hakları 70 yıl boyunca korunduğundan onu edebiyat dünyamızdan üç kuşak boyunca silebilir. 2019'da ölen Küçük İskender'in şiirlerinin 2089'a kadar basılamayacağını düşünün. Kim onu 2090'da hatırlayıp yeniden basar? Bunu yapan şirket neden sadece bir yazarımızı silsin kültürümüzden? Buna karşı ne yapılabilir bilemiyorum ama kötü senaryoda Veysel gittikten sonra sadece sazı kalabilir dünyada.

Bütün yönleriyle evde kahve demlemek (5) - kahve demleme ekipmanları

Aşağıdakilerin hepsini bir seferde alın demiyorum. Kesinlikle almayın! Bu kadar farklı yöntemle kahve demleyip neyin seveceğiniz kahve olduğ...