8 Kasım 2025 Cumartesi

yapay zeka ve müzik

Çok uzun yıllardır müziği ciddiye alarak dinliyorum. Evde kitap okumuyor veya film izlemiyorsam mutlaka müzik açıktır ama kast ettiğim dinleme başka bir şey yapmadan sadece şarkıya odaklanıp onu anlamaya çalışmak süreci benim için. Çalan bütün enstrümanları ayrı ayrı duymaya ve şarkıyı da bir bütün olarak dinlemeye çalışmak (aktif dinlemek) çok zaman ve çaba isteyen bir iş, en azından benim için. Ankara'da Uğur'la yaptığımız gibi [ne Uğur'muş arkadaş] bir albümü baştan sona neredeyse hiçbir şeyle uğraşmadan bu şekilde dinlemeye kalkınca ne kadar çok zaman ayırsanız da çok fazla grup bilmeye vakti olmuyor insanın. Tabi bir de hayatın geri kalanı var. Derrida'ya ev dolusu kütüphanesi için bunların hepsini okudunuz mu diye sorulduğunda "üç ya da dört tanesini okudum. ama o dördünü çok iyi okudum" demesi gibi ben de az grup biliyorum ama bildiklerimi yapabildiğim kadar iyi anladığımı düşünüyorum. Keşke bir enstrüman çalmayı öğrenmiş olsaydım, eminim ufkumu çok açardı ama başka hayata artık.

Bir müzisyeni, besteciyi veya grubu hayatıma almak çok fazla mesai gerektirdiğinden genellikle yeni grupları hiç bilmiyorum (yeni dediğim bir grup 20. yılını kutluyordu). Bazı müzik türlerini de neredeyse hiç bilmiyorum. Uçan Hollandalı'yı AKM'de izledikten sonra Wagner'i biraz öğreneyim diyerek hakkında yazılmış ve Türkçeye çevrilmiş her şeyi alıp okumuştum. Tabi kendi yazdığı Geleceğin Sanat Eseri'ni ve bütün librettoları da. Nibelung Yüzüğü serisinin 15-16 saat süren temsillerini YouTube'dan izleyip hakkında belki birkaç cümle konuşmuşumdur birisiyle, o kadar. Böyle bakınca aylar süren bu kadar emek neye yarıyor bilemiyorum doğrusu. İnsan ne izledikleri, ne okudukları, ne de dinlediklerinden ibaret, ben de biliyorum ama bunlardan hiç mi iz kalmıyor? Umarım kalıyordur [kocaman rahatsız edici bir sessizlik olmayacak, telaşlanma. sanki konuşamadığın bir zaman mı oldu bugüne kadar?].

Müziği eğer canlı ve akustik dinlemiyorsak çalındığı halini duymadığımız bir gerçek. Aslında aynı salonda farklı bölgelerde oturanlar bile aynı şeyi duymuyor. Söz konusu bir kayıt olunca araya giren ses mühendisleri ve prodüktörler bazen müzisyenleri bile şaşırtan değişiklikler yapıyorlar. Ben hiç dinlemesem bile elektronik müzik diye geniş bir dinleyici kitlesi olan bir tür bile var. Elektro gitarlardaki pedalları çoktan hepimiz kabul etmiş durumdayız ve böyle müzik mi olur demiyoruz.

İnsanlığın geliştirdiği en çok kaynak tüketen araç olan yapay zeka bir zamandır müzik alanına da el atmış durumda. Biz bir derde deva olacak diye beklerken zaten yeterince iyi yapabildiğimiz alanlarda kullanıyoruz yapay zekayı. İklim değişikliği konusu artık kapıdan içeri girmişken komikli vidyolara bu kadar elektrik harcamayı sürdüremeyeceğiz bence. Harcanan bu korkunç derecede enerjiyi görmezden gelirsek (nasıl olacaksa artık) çok güzel işler çıkartılıyor yapay zeka kullanarak. Kendi özgür irademle hiç Zeki Müren dinlememişken aşağıdaki cover'ı çok beğendim örneğin. Bu tarzdaki bir parçada mutlaka olması gereken bas gitar da eklense gümbür gümbür bir şarkı olabilirmiş ama bu hali bile yeterince güzel. Vokaller dahil parçanın tamamı yapay zekayla hazırlanmış diye not düşeyim de öyle dinleyin.

Dinlediğimiz şarkılardaki at seslerine, tren seslerine nasıl tepki göstermiyorsak yapay zekayla oluşturulan parçalara da mesafeli olmayalım derim ben. Arada teknik olarak pek bir fark yok. Sanatta yazılımların kullanılmasına hepten karşı değilseniz (sinema izliyorsanız örneğin) yapay zekalı eserlere de bir şans verin.

7 Kasım 2025 Cuma

Bu kontenjanlarla bir üniversite eğitimi mümkün mü?

Önce mevcut duruma bakalım: 208 üniversitede toplam yedi milyondan fazla öğrencimiz var. Ülkede yaşayan neredeyse 13 kişiden biri üniversite öğrencisi. Seksenlerde halk eğitim merkezlerinde okuma yazma kurslarının açıldığı zamanları hatırlayan biri için hayal etmesi bile çok zor olan bir durum bu. Bu kadar çok insanı meslek öğrensinler diye değil de bilim insanı olsun diye okutmadığımız herkes için açık olmalı. Üniversite mezunlarının sayısını da düşününce bu kadar bilim insanına ihtiyacımız olmadığı gibi istihdam da sağlayamayız onlara. Aradan bilim insanı çıkabilir ama bunu temel hedef değil tesadüfen gerçekleşebilecek bir şey olarak görmek daha mantıklı değil mi? Yok hepsini bilim insanı yapmalıyız diyorsanız yazının gerisini okumayın bence.

Bu gençlere mesleklerinde kullanacakları şeyleri öğretmeyi hedefliyorsak ve bu eğitimin önemli bir kısmını yüz yüze eğitimle yapacaksak sınıfları bu kadar doldurmamalıyız. Öğretim elemanlarına kendisinden daha yararlı taşların kesilmesi için kullanılmak üzere cilalanması gereken önemsiz bir taş parçası olarak bakıyorsak bile (pratikte öyle yapıyoruz, kabul edelim bunu) onlara bu işi yapabilmeleri için daha uygun imkanlar sunmalıyız. Öğretmenliğin bana en çarpıcı gelen yanı birine iade edemeyeceği bir şey verebilme ayrıcalığı. Bir kişi karşısındaki 100 kişiyle ilgilenemez, ilgilenemiyor. Çoğu derslik derslerin öğrenci kapasitelerini karşılayacak durumda bile değil. Zaten bu kadar kalabalık sınıflarda ders dinlemekle youtube'dan ders dinlemek arasında bir fark varsa bu olumlu bir fark değil. Online platformlarda en azından yayını durdurup, çay içip devam edebiliyor öğrenciler.

Ben sınıfların 30 kişi olduğu zamanlarda iki hafta derse gelmeyen öğrenciyi arkadaşlarına sorabiliyordum bir şeyi mi var diye. Şimdilerde mevcutlar 120'lere gelince değil öğrenciyi derste tanımak, onunla bir ilişki kurabilmek, sınavda gördüğümde bizim bölümde mi okuyor ondan bile emin olamıyorum. Eğer öğrencilerle usta-çırak ilişkisi kurulsun istiyorsak (laf öyle olduğu için usta diyorum, yoksa bir ustalık yok elbette) bir hocanın en çok 5-6 kişiyle ilgilenebileceğine ikna olmamız lazım. Kimsenin el kaldırıp soru sormadığı, sorulan soruya cevap vermediği hayalet bir topluluğun önünde konuşmak kadar motivasyon kırıcı, ben burada ne yapıyorum sorusunu sorduran bir ortam düşünemiyorum.

Başka bir düşünme disiplinini kazandırmaya çalıştığımız algoritma ve programlama dersini uzun yıllar anlattım. Dönem başında 100 üzerinden 5'lik zorlukta problemlerle başlayıp sınıfın seviyesi arttıkça problemlerin seviyesini de arttırmayı hedefliyoruz. Kendi özel gayretiyle 100'lük sorular çözebilen çok öğrenci görmüş olsam da sınıf seviyesinin asla 50'ye gelemediğini tecrübe ettim. Dersin sorumlusu olmayı bıraktıktan sonra bir defalığına sadece dört öğrenciye tekrar, bu sefer online, anlattım bu dersi. İlk oturumda 5'lik sorular karşısında hiçbir şey yazamadılar ama dönem bitmeden her biri 85 zorluğundaki, o derste duydukları bir problemi çözdü. Sınıf kontenjanlarını dörde düşürelim demiyorum ama 120 olmuyor arkadaşlar.

Üniversite tercih kataloglarında gördüğünüz sayılar sizi yanıltmasın. O sayıların üzerine yatay geçiş, dikey geçiş ve yurtdışından gelen öğrenciler eklendiğinde 90 görünen mevcutlar 120-130'lara çıkıyor.

Biliyorum insanın üniversiteden alacağı tek şey ders dinlemek değil. Tek başına yaşamayı, insanları tanımayı, birini sevmeyi de akranlarıyla birlikte olunca öğreniyor gençler ama bu ihtiyaçların cevabı aşırı kalabalık sınıflarla dolu üniversiteler değil. Yüksek eğitimin laboratuvar eksikliği, hoca sayısının/kalitesinin yetersizliği, sosyal imkanların azlığı gibi çok sorunu var ama öncelikle sınıfları makul kalabalıklara getirmemiz lazım. Bunun için ya hoca sayısını arttırmamız (bu çok uzun vadeli bir plan) ya da kontenjanları düşürmemiz lazım.

Yazının başlığındaki soruya gelirsek; bence hayır! 

6 Kasım 2025 Perşembe

Theseus'un Gemisi'ne başka taraflardan bakmak

Bir müzik grubunu dinlerken en kolay ayırt edilen enstrüman lead gitar olsa gerek. Cin içerken en kolay anlaşılan tadın ardıç olması gibi [yapma, buraya girme]. Aslında grupların bizden böyle bir talebi yok. Hotel California'yı dinlerken vokalleri davulcunun yaptığına dikkat etmesek parçadan aldığımız keyif azalıyor mu? Böyle bilmemeye övgüye başladığımızda Caravaggio'nun kırmızısından alınacak keyiften vazgeçiyormuşuz gibi geliyor bana. Elbette kahvenin moleküler seviyede özünün nasıl çıktığını bilmeden de espresso içip ne güzel kahve demek mümkün ama neden bilmemeyi seçelim? Öğrenilecek şeylerin bir sınırı olmadığından bir konuyu öğrenmeyi seçince sayısız diğer şeyden de vazgeçmiş oluyoruz [hadi müziğe geri dönelim].

Neredeyse tamamen hard rock, heavy metal dinlediğim dönemde bir gün Uğur'la dinlediğimiz parçadaki bas gitarın sesini ayırt etmiştik. Bu ikimiz için de bir aydınlanma anı oldu. O zamana kadar dinlediğimiz ve bildiğimizi sandığımız albümleri tekrar tekrar dinledik. Artık şarkılarda başka bir sesi de duyabilmek, hem de aynı kayıtları dinlerken, inanılmaz bir mutluluk verdi bize. İnsan hayal edemediği bir şeyin eksikliğini de hissetmiyor ama bir kez o güzelliği görünce eksikliği aklından çıkmıyor [yapma n'olur].

Bir süredir YouTube'da Drumeo kanalını [1] takip ediyorum. Kanal bateristlerle ilgili ama bana çok öğretici ve düşündürücü geliyor.  Yaptıkları serilerden birinde çok ünlü davulculara daha önce dinlemedikleri çok meşhur bir şarkının davul kısmını çıkarıp dinletip, eksik kısmı kendisinin tamamlamasını bekliyorlar. Kanalı ilk izlediğim zamanlar bu parçayı nasıl duymamış olabilirler diye düşünüyordum ama zamanla profesyonel olarak bu işi yapan birinin (eğer grup sürekli cover çalmıyorsa) bizim kadar değişik şeyleri dinlemiyor olması o kadar da beklenmedik bir şey değil gibi gelmeye başladı. Bülent Ortaçgil hayatında hiç Ahmet Kaya dinlememiş mesela. Hem o kadar beğendiğim müzisyenlerin yalan söylediklerine inanmak da istemiyorum. Bazı davulcular ilk defa duydukları parçanın davul kısmını aslına (yani bizim bildiğimiz haline) o kadar yakın çalıyorlar ki izleyicide bu parça sanki sadece bu şekilde çalınabilirmiş hissi oluyor. Belki hassas ayar argümanında bahsedilecek konulardan biri bile olabilir. Newton ve Leibniz'in birbirinden habersiz türev ve integrali neredeyse aynı şekilde icat etmeleri gibi iyi müzik de doğanın içinde ve biz onu olduğu yerden çıkartıyoruz gibi geliyor bana (bazen tabi).

Bazı şarkılarda parçayı hiç duymamış davulcular çok farklı ve yine de parçaya uyan bir performans sergileyebiliyorlar. Theseus'un Gemisi'nde olduğu gibi grubun bir elemanını değiştirince geminin bambaşka bir gemi olduğunu söyleyenlere destek veren bir argüman gibi [konuya gelmeyeceksin sanmıştım]. Bu denemeyi bir adım daha ileri taşıyıp yeni davulcudan sonra bu sefer bas gitarı çıkartıp yeni bir basçıya aynı şarkıyı çaldırıp devam edilse; yani gitarlar ve vokaller de yeni müzisyenlere yaptırılsa hala başlangıçtaki şarkıyı tanıyabilir miyiz sorusu cevaplanmaya değer bir soru olmaz mı? Bütün şarkılar için bunun olmayacağı açık ama yine de öyle şarkılar var ki bu soruya evet cevabını verebiliriz gibi geliyor bana.

İlk defa duyduğun bir parçanın hemen üzerine çalmak bir yanıyla biraz da bizim konuşmamız gibi; bir sonraki notanın ne olacağını bilmeden, hatta bir sonraki nota olup olmayacağını bilmeden yazışmamız gibi.  

Konu müzik grupları olunca grubun bir elemanı değişince hâlâ aynı grup olmaya devam eder mi cevabından kolayca emin olamadığım bir soru benim için. Doğrusu Bonzo'nun ölümünün ardından Led Zeppelin gibi yapıp grubu dağıtmak mı yoksa AC-DC'nin Bon Scott'ın yerine Brian Johnson'u koyup yoluna devam etmesi mi? Dio Ozzy'li dönemden bir parçayı seslendirince sahnedeki grup hala Black Sabbath olmaya devam ediyor mu? Bunları düşünmek yerine dinle geç denilebilir, öyle diyene elbette bir şey demiyorum. Bu kadarına razıysan yaşa gitsin.

The Doors'un tarihi bu soruya yeni bir bakış getiriyor bence. Geminin parçalarından biri eksildiğinde gemi yine aynı gemi olmaya devam eder mi? Gemiden bir kürek denize düşünce artık başka bir gemi mi olur? Morrison 27 yaşında öldükten sonra grup onun yerine bir solist almadan üç kişi olarak albümler çıkarttı. Zaten o hayattayken de vokal yapan Manzarek söyledi şarkıları. Sonuçta eski albümlerinin yanına yaklaşabilen şeyler çıkmadı ortaya. 

Sözlerini Bertolt Brecht'in 1927'de yazdığı ve bir yakın arkadaşının bestelediği ve The Doors'un meşhur ettiği Alabama Song ile bağlayayım bu yazıyı. Zaten bir blog yazısı nereye bağlanabilir ki?

[1] https://www.youtube.com/@DrumeoOfficial

ölçme takıntısı

İlk çıktığı zamandan beri etkileşimli saatleri ve cep telefonlarını günlük faaliyetleri ölçmek, kaydetmek ve sonrasında değerlendirmek için kullanıyorum. Aslında saatleri daha eskiden de severdim. Bir çocuk için saat nasıl tam bir saniyede bir saniye ileri gidiyor sorusu oldukça meraklandırıcı bir konu. Benim için (belki de onlara yetecek param olmadığından) saatlerin markaları, görünüşleri değil de aynı anda birkaç saat dilimindeki zamanları göstermeleri, radyosunun olması gibi özellikleri çekici gelirdi. Ben büyüdükçe saatlerin özellikleri de arttı ve artık kaç adım attım, kaç saat uyudum gibi verileri sürekli takip eder oldum.

Kendime bir hedef koyup onu gerçekleştirmeye çalışmak bana hep motive edici geliyor [eminim bunu başka bir yere bağlayacaksın]. Günde 8000 adım atmalıyım, 8 saat uyumalıyım, iki günde bir kitap hesabıyla yılda 183 kitap okumalıyım, 52 defa sinemaya, 80 defa konsere/tiyatroya gitmeliyim, yılda 500 albüm dinlemeliyim gibi hedefler olunca kedi vidyolarıyla saatler geçirmemiş oluyorum (yine de hiç kedi vidyosu izlemiyorum demiş de olmayayım). İşin doğrusu öyle art arda yazınca bana da ciddi bir disiplinle yaşıyormuşum gibi geldi ama hayatım askeri bir planla geçmiyor aslında. Hedefler yıllık olunca bir müşahhas azim olmaya ihtiyaç duyulmuyor [bu kelimeyi ilk defa cümle içinde kullanıyorsun]. Bazen otobüste, uçakta uyuyorum, okuyorum, daha çok müzik dinliyorum ve planlarda aksayan yerleri kapatmaya çalışıyorum. Hayatım her zaman berrak ve tatsız bir su gibi akmıyor, bir hafta boyunca herhangi bir plan için artı koyabileceğim tek bir şey yapmamış oluyorum örneğin. Çok uzun yıllardır böyle planlar yaptığımdan ne kadar açığı ne kadar zamanda kapatabileceğimi biliyorum ve tedirginliğim hiç olmuyor. Hem benden başka kimseyi etkilemeyen şeyler bunlar; hedefler tutmasa ne olacak sanki? Sonundaki mutluluk da, kısacık hüzün de sadece bende kalıyor. Belki bir psikiyatrist olsam bunlara hayata anlam katma çabası, boşa yaşamıyorum diye atılan bir çığlık belki de diye bakabilirdim bilemiyorum.

Hedef koymaya bu kadar güzelleme yaptıktan sonra yaklaşık bir yıldır saat kullanmayı bıraktığımı da söyleyeyim [bir kere kendine ters düşmesen, itiraz etmesen dişimi kıracağım]. Yürüme ve uyku konusunda topladığım veriyi artık değerlendiremediğime karar verdim. Her iki işlemin de sonradan telafisinin veya önceden stoklanmasının anlamı çok az olduğundan artık olduğu kadar diyorum. Telefon bildirimlerini saatten görmek de çok sevdiğim bir şeydi ama telefonun sesini açarak bu derde de derman buldum. Hem sevdiğim şeylerden illa vazgeçmem gereken zamanlar gelmiyor mu? Saatle kıyaslanmaz ne büyük mutluluklara artık ulaşamıyorum. Saatin artık pek kullanmadığım zamanı gösterme özelliğine ise neredeyse hiç ihtiyacım kalmadı. Örneğin şimdi saatin yaklaşık 03 civarında olduğunu tahmin ediyorum ve bilgisayarın saatine bakınca 03:26 olduğunu görüyorum. Bu kesinlikle ne yapabilirim? 03:42 olsa bir şey değişecek miydi? Benim için hayır! Çok gerekirse telefonda saat var ona bakıyorum. Evdeki fırın gibi aletlerin üzerindeki saatlerin tamamı hatalı ve birbirinden farklı. Hiçbirine güvenerek bakamıyorum bu yüzden.

Belki de çocukluğunda bir otorite görmemiş bir çocuğun kendine bir otorite yaratma hatta kendi kendinin babası olma çabasıdır kendine hedefler koyup onları denetlemesi.

5 Kasım 2025 Çarşamba

"asıl yolculuk geri dönüştür"

Geçen bin yılın sonları. Bir kelebeğin kanadıyla gelen mutlulukların örtülere sarılı bir bedenin güverteden karanlık bir denize kayışı gibi sessizce yok olup gittiği zamanlar [Yazıya buradan başlıyorsan ben artık karışmıyorum]. Başarısızlıklar, en iyisini yapmalar hep peşpeşe. Ya bir koşuşturmanın içindeyim ya da bir sessiz sinema piyanisti gibi hayata dokunmadan eşlik ediyorum. Birkaç yıl neredeyse sadece okuyorum. Hemen hemen her gün il halk kütüphanesindeyim. İki yıl sonra sistem odasında 2000 yılı problemiyle uğraşacağım aklımın ucundan geçmiyor. Bir daha çalışma alanını değiştirmemeye kararlıyım. Halbuki bir değil iki defa değiştireceğim.

Erken seçim öncesi kamuya personel alımının durdurulmasının ardından K. şehrine öğretmen olarak atanıyorum [karışmayayım dedim ama Rus romanlarındaki gibi olsun diye böyle yazınca buranın Kırşehir olduğu anlaşılmıyor mu?]. H. ile tanışıyorum kısacık [bak böyle oldu işte]. Almodóvar'ın filmde söylettiği gibi başına bir mucize gelebilir ve bunu fark etmeyebilirsin gibi bir şey. Görevlendirildiğim köyde yok bile yok. Fotoğraftaki okul binası hala yerinde duruyor. Ben çalışırken ne gece aydınlatması var ne de kaldırım. Dışarıda gürül gürül akan bir dünya varken ben altı ortaokul öğrencisine bozkırın ortasında, bir ev odası için bile küçük sayılacak bir sınıfta matematik anlatıyorum.

Ufak tefek bir kız çocuğunu hatırlıyorum o sınıftan. İlgilenebilsem eminim çok başarılı olacak harika bir öğrenciydi. Ne anlatsam gözlerinden ateşler çıkararak dinlerdi. Üniversitede araştırma görevlisi olarak çalışmaya başlıyorum ve onunla irtibatım da kesiliyor. Değil internet, telefon numarası bile yok ona ulaşacak. Yüz hafızam pek zayıf ama bugün gözümü kapatınca adını bile hatırlamadığım o çocuğun yüzü gözümün önünde. Hayattaki bir büyük pişmanlık benim için.

Bu yıl bir veda turnesi gibi geçmişi yeniden ziyaret ediyorum. Geçen ay 26 yıl aranın ardından İbrahim'le bu köye yeniden gittik. Yol üstü bir yer olmadığından geçerken görülecek bir köy değil ama sağolsun İbrahim çekti kahrımı yine. Zamanla benim öğretmenlik yaptığım okul kantine çevrilmiş ve karşısına yeni ve çok daha büyük bir okul binası yapılmış.

Çok az insan yaşadığından elbette bu okulu dolduramamışlar ve çocuklar ilçeye taşımalı sistemle taşınır olmuş. Öğle arasında evine gidip yemeğini yiyebilecek çocuklar şimdi kim bilir nasıl besleniyor, o yolda nasıl yoruluyorlar. Tabi o dağ köyünde bir okula yetecek kadar öğretmeni çalıştırmak da kolay değil biliyorum. Kimse oralarda çalışmak istemiyor. Haklılar da. Yine de çaresi olmayan işler değil elbette.

Köyde yeni ve büyük bir cami daha yapılmış. Her evin bahçesine beton duvarlar çekilmiş. Kim hangi duvardan atlayıp geçemiyor, bir avuç insan bu duvarlarla kimi kimden koruyor anlamak mümkün değil.

Le Guin'in kast ettiği geri dönüş böyle bir yolculuk değil biliyorum ama herkesin yolculuğu kendine önemli geliyor. Bazen de bir mucize tekrarlıyor.

16 Ekim 2025 Perşembe

neden bir kurbağayı yavaşça ısıtmıyoruz?

Aristoteles'in kadınların erkeklerden daha az dişi olduğunu söylemesi ve yüzlerce yıl kimsenin bunun doğruluğunu kontrol etmeye kalkmaması insana ilk okuduğunda çok saçma bir şey gibi geliyor. Gerçek bir dakikada öğrenilebilecek kadar uzakta olmasına rağmen insanın duyduğunu sınamaması ancak çok eski çağlarda olur, şimdi böyle bir önerme olsa her şeyi test ettiğimiz gibi onu da test ederiz diyor insan. Bu şüphecilik çağında en azından bu kadar göz önünde olan şeylere sadece duyarak inanılmaz gibi gelse de geniş kitleler için durumun hala değişmediğini düşünüyorum. Birkaç örnekten bahsedip bir yere bağlayabilecek miyim bakalım.

Kurbağa yavaş yavaş ısıtılırsa sıcaklığın arttığını fark edemeden ölür: Bununla anlatılmak istenen çok açık; değişiklikler yavaş yavaş yapılınca her şeye alışırız. Peki bunun bir sonu yok mu? Biri de çıkıp ben kurbağayı yavaşça ısıtmayı denedim, bir zaman sonra çok sıcak oldu diye kaçtı neden demiyor? Ben eminim kurbağanın ölmeden önce kaçacağına. Yıllar önce küvette sıcak suyun içindeyken uyuyakalmıştım, su yavaş yavaş soğudu elbette ve ben de üşüyerek uyandım. Bu kadar işte! Kurbağalar da bu kadar sıcaklık fazla diyerek kaçarlar o kazandan. Bu, metaforun kullanıldığı anlamı tam tersine çeviren bir tezat değil mi aslında? Toplumsal değişimler yavaş yavaş da yapılsa kabul edilemeyecek bir eşik seviyesi vardır denebilecekken nasıl tam tersine ikna olunabiliyor?

Mehter takımı gibi iki ileri bir geri gitmek: Mehter takımının nasıl yürüdüğünü görmek en az bir kadının dişlerini saymak kadar kolay olmasına rağmen ilerlemenin çok yavaş olduğunu ifade etmek için kullanılıyor bu ifade. Halbuki değil mehter bölüğü, hiçbir birlik geriye doğru adım atmaz. Mehter bölüğü iki adım attıktan sonra bir seferinde sağa, diğer iki adımdan sonra ise sola dönerek etrafı selamlar. Bunun sadece törenlerde yapılan bir şey olduğu herkesin malumu olması gerekirken ve bir tıklamayla nasıl yürüdükleri görülebilirken niye bu zırva metafor hala kullanılıyor? Daha vahimi neden böyle yürüdükleri yönünde bir inanç var? Mehter bölüğünü yürürken görenlere bile sorulsa eminim önemli bir kısmı iki ileri bir geri gittiklerini söyleyeceklerdir.

İğne yapraklılar yaprak dökmez: Herdem yeşil (evergreen) çam, ardıç, sedir gibi ağaçların özelliklerini tarif etmek için kullanılan bir şey onların yaprak dökmedikleri. Hatta sözlüğe bakınca evergreen'in karşılığı olarak yaprak dökmeyen'i görmek mümkün. Eminim öğrenci olduğum yıllarda sorulduysa ben de bunu yazmışımdır sınav kağıdına. Halbuki bahçemizde 4 tane kocaman çam vardı çocukken ve ben sararmış iğne yaprakların yerleri nasıl kapladığını hep görürdüm. Okula bile gitmeden önce gördüğüm, bildiğim bu gerçeği nasıl ezip yaprak dökmediklerine ikna olduğuma yıllardır şaşarım. Çocukluğumdaki bütün arkadaşlarım da aynı durumdaydılar; hepimiz dökülen pürleri (çamların iğne yapraklarını) görüp derste söylenenlere itiraz etmiyorduk.

Yarin yanağından gayrı her şeyde her yerde hep beraber!: Bu da Nazım'ın bizi ikna ettiği kadınların diş sayısı mevzusu. Şiirde (destanda) şöyle bir bölüm var:

"Torlak Kemalle Mustafa
öptüler
şeyhlerinin elini.
Al atların kolanını sıktılar.
Ve İznik kapısından
dizlerinde çırıl çıplak bir kılıç
heybelerinde al yazma bir kitapla çıktilar...

Kitaplarının adı:
"Varidat"dı.
"

Bahsi geçen kitap Şeyh Bedreddin'in Varidat adlı eseri. Varidat öyle efsanevi bir kitap değil, her yerde satılıyor. Ben dahi kelebeğin kanadında uçuyormuş gibi mutlu olduğum bir gün almıştım bir kopyasını. O zamanın dilini okumak zor, kabul ediyorum ama bir sürü dipnotlarla basımları var. Ben büyük bir hevesle okumama rağmen devrimci bir metinle karşılaşmadığımı söylemek zorundayım. Yarım yüzyıldan fazla zamandır Bedreddin'in kendi eserine değil de Nazım'ın onunla ilgili yazdığı şiire inanmak akıl alır şey değil.

Elbette yukarıda yazdıklarımı kimse düşünmemiş, hakkında yazmamış demiyorum ama genel kanaatin gözümüzün önünde olan değil de duyduklarımız olmasında da gören gözler için nice ibretler yok mu? Her seferinde J.F. Kennedy'nin kardeşine yapıldığı gibi kafatasının içini açalım demiyorum ama herkesin dilinde olan, gün gibi aşikar görünen şeyler belki de öyle değildir diye şüpheyle yaklaşmakta fayda var gibi geliyor bana.

14 Ekim 2025 Salı

Saç Örgüsü, Uçurtma - Laetitia Colombani

Okumak sadece bireysel bir etkinlik olsa da birisiyle/birileriyle yakın zamanlarda okuyup üzerinde kısacık da olsa konuşabilmek hayatın büyük keyiflerinden biri benim için. Okunan metnin kendisinde anlaşılmayan bir şey olmasa da kitabın çağrıştırdığı şeyleri duymak, onlar üzerine konuşmak insanın başka türlü elde etmesi mümkün olmayan bir deneyim. Benzer şeyleri okumaktan hoşlanan birini / birilerini bulmak nadirattan bir durum olduğu kadar bunu sürdürebilmek belki daha da az bulunan bir şeydir.

Hakkında konuş(a)masam bile tanıdığım biriyle yakın zamanlarda aynı kitabı okumayı da severim. Belki bu da karşıdakinin arzusunun nesnesi olmayı arzulamanın bir tezahürüdür [bu laflar nereden çıkıyor bugün anlamadım ama neyse]. Velhasıl her kitabının kapağında Fransa'da şu kadar sattı diye yazan (elbette bunda yazarın bir kabahati yok ama) Laetitia Colombani'nin kitaplarının benzer bir saikle [yok artık] okudum. Yan Pasaj Yayınları her iki kitabı da büyük bir özenle hazırlamış. Çevirmen Gülşah Ercenk okurken rahatsız eden bir cümle bile kurmamış. Aslında sadece Saç Örgüsünü okumayı planlıyordum ama yazarın onun devamı niteliğinde bir romanı olduğunu görünce onu da okuyayım dedim [sanki niye okudun diye soran var].

Saç Örgüsü

Yazarın aynı zamanda yönetmen ve senaryo yazarı olması romanın kurgusuna çok olumlu katkıda bulunmuş. Hindistan, İtalya ve Kanada'dan üç kadının hikayeleri bir saç örgüsü gibi kıvrıla kıvrıla uçları bir araya gelecek şekilde anlatılıyor. Romana başladığımda bu kadar alakasız yerlerdeki kadınların hikayeleri neden her bölümde birinin olduğu şekilde yazılmış anlamadım ve birbirlerini görmelerinin kurgunun çok zorlanmasını gerektireceğinden keşke birini bitirip diğerine geçseymiş dedim ama yarıyı geçince neden böyle bir izlek takip edildiğini anladım.

Kitabın arka kapağında yazdığı gibi üç kadının ortak taleplerinin özgürlük olduğundan da şüpheliyim. Tamam üçünün de hayatlarında kontrol edemedikleri şeyler var, bazı şeyleri değiştirmek için fedakarlıklar yapmaları gerekiyor ama istedikleri şeyleri özgürlük şemsiyesinin altında toplamak bence çok basitleştirmek olur. Kızını Hindistandaki berbat ötesi hayattan çıkarmak isteyen annenin talebine özgürlük denebilir mi? Kanadalı avukatın hastalığını öğrendiğinde ailesine daha çok vakit ayırmayı istemesi bir özgürlük talebi mi? İtalyan genç kız zaten aile şirketinin batmaması, sevmediği biriyle evlenmek zorunda kalmamak gibi hedefler peşinde. Bu özgürlük meselesini geride bırakınca romanı genel olarak beğendiğimi söylemek isterim.

Fransız yazarın hiç bilmediği kültürlerden üç kadını bir biriyle aynı yoğunlukta, aynı kültürün kavramlarıyla konuşturması ve düşündürmesi anlatılanlara inanmayı zorlaştırdı benim için. Kast sisteminin dışında kalacak kadar perişan durumdaki bir kadın hakkında şöyle deniyor ama aynı ifade İtalyan veya Kanadalı kadın için de söylenebilirdi. Ülkelerin kültürlerinin, insanların yaşadıklarının düşünceleri üzerinde hiç mi etkisi yok?

Smita kocasıyla birlikte gitmeyi çok istemişti ama savaşmayı reddettiği an Nagarajan'a olan bütün sevgisi de bitmişti. Sevgi kuş misaliydi; bazen bir kanat çırpışıyla geldiği gibi, yine bir kanat çırpışıyla gidiyordu. 

Dünyanın üç köşesindeki kadınların aynı kavramlarla anlatılmaları bende Stanley Kubrick'in Paths of Glory'de Fransız ordusunu İngilizce konuşturması gibi bir etki bıraktı. Yazar bunun için ne yapabilirdi bilemiyorum ama o yazarın sorunu değil mi zaten?

Uçurtma

Devam niteliğinde olduğunu okuyunca yazar Saç Örgüsü'ndeki üç kadını bir şekilde karşılaştıracak diye düşünmüştüm ama öyle olmadı. Smita'nın kızı ile bir Fransız kadın karşılaşıyor Uçurtma'da. Birbirinden çok uzak kültürlerden kadınların dayanışması anlatılıyor gibi görünse de tarihin gerçeklerinden bu kadar habersizmiş gibi nasıl roman yazılabiliyor doğrusu hiç anlamıyorum. Metin Altıok'un "Ben eğilmem gündüzleri ama geceleri kanatırım kendimi" dediği gibi bir kahraman olan Preeti, ilk kitapta saçları önce İtalya'ya, oradan Kanada'ya uçan Lalita ve Fransa'dan bir kurtarıcı gibi gelen Lena bu kitabı bir roman yapmaya yetmemiş maalesef.

Lena Hindistan halkının bir kısmının berbat durumunu görünce "acaba bunda Avrupa'nın hiç sorumluluğu var mı?" diye düşünmüyor. Ailelere Fransa'da öğrencilere el kaldırılmadığını anlatırken kolonize edildiği dönemde Hintlilere neler yapıldığı da hiç aklından geçmiyor. İki defa alıntıladığı "Çocuklar her şeye sahipler, ellerinden aldıklarımız dışında" cümlesinde "Çocuklar" yerine "Hintliler" yazsam ne olur diye veya Hindistan'da neden çocuklara İngilizce öğretiyorum diye düşünemiyor bile. Sanki Avrupa içinde bulunduğu refahı kendi kaynaklarıyla sağlamış ve Hindistan'ın eşit şartlarda olmamasının tek sorumlusu adetleriymiş gibi anlatılması insanın sabrını zorlayan bir masal olmaktan öteye gidemiyor.

Saç Örgüsü hadi neyse ama Uçurtma bence vakit kaybı. 

9 Ekim 2025 Perşembe

plakaların hatırlattıkları

Geçenlerde lise arkadaşımın tavsiyesiyle (Bülent selamlar) Prime Target [1] dizisini izledim. Matematikçi genç bir adamı bir dizide görmek hep heyecanlandığım bir şey benim için. Diziyi genel olarak beğenmesem de açılışındaki sahne beni etkilediğinden onun çağrıştırdıkları hakkında kısaca yazayım istiyorum.

Cambridge'de bir öğrencinin hocasının odasına girip, geldiğim arabanın plakası 204'tü ne kadar ilginç bir sayı dediği sahnede aa ben bu sahneyi bambaşka bir şekilde biliyorum diyip durdurdum. Elbette her sayı için bir güzellik, ilginçlik bulunabilir ama benim sayılarla ilgili en etkileyici bulduğum sahne Thomas Hardy'nin Hintli genç ve büyüleciyi matematikçi Ramanujan'ın yattığı hastanede lafı nasıl açacağını bilemediği için geldiği taksinin plakasının 1729 olduğunu ve sayının hiçbir özelliği olmadığını söylediği sahnedir. Ramanujan ölüm döşeğindeyken [2] iki farklı pozitif sayının küplerinin toplamı olarak, iki farklı şekilde yazılabilen sayıların (1^3+12^3=9^3+10^3) en küçüğü diyor 1729 için. Hangimiz söze nasıl başlayacağımızı bilemediğimizden böyle deli şeyler söylemiyoruz? Bu plan filmde [3] bambaşka bir anda geçiyor ama zaten sanat gerçeğin bozulup yeniden üretilmesi değil mi? Henüz yeterince sıkılmadıysanız 204'ün de üç ardışık sayının (23, 24, 25) küplerinin toplamının karekökü olduğunu söyleyeyim. Ramanujan hakkında bir kitap daha okuyayım diyenler için bunu [4] da bırakmış olayım.

Plakalar diyince Ahmet Hamdi Tanpınar'ı da anmadan geçmek olmaz diyerek Abdullah Efendinin Rüyaları öyküsünden [5] bir alıntı yapmamı mazur görün isterim:

"Gelirken bindiği otomobilin numarasını hatırladı: 1873. Rakamları mutlak kıymetleriyle tekrar topladı. Hepsi 19 ediyordu. 1+9 = 10. Sıfırı atıyordu. Elde kalan birdi; 1 onun çok iyi bir rakamıydı, evvela tekti ve sonra vahdetin ve vahdaniyetin rakamıydı."

Tanpınar yazdıklarını okumaya doyamadığım, Türk edebiyatında neredeyse herkesi etkilemiş bir büyük yazar olduğundan onu yeterince övecek (sanki böyle bir şeye ihtiyacı varmış gibi) bir şey yazmak çok zor benim için.

Bu akşam eve geldiğim taksinin plakası 183'tü. O da benim çok sevdiğim sayılardandır. Buraya kadar okuduysanız sayı nasıl seviliyor demiyor olmalısınız ama ben yine de 183'ün içindeki güzelliklerden birini yazayım [lütfen yaz ne yazacaksan artık]. 183'ten küçük ve onunla arasında asal olan sayılar 120 tane. Şimdi 120 için bakalım ve sonuç 32. 32'den küçük ve 32 ile arasında asal sayıların sayısı da kolayca 16 olarak bulunur. Aradığımız sonuçlar 16 için 8, 8 için 4, 4 için 2 ve 2 için 1 olur. Şimdi bunları toplayalım

120+32+16+8+4+2+1 = 183

İlk bakışta bu büyülü özelliği sağlayan çok sayı olabilir gibi görünse de 10^11'den küçük sadece 57 sayı var [6] bu harika durumda olan.

Bazen aya bakar hüzünlenirsin, bazen de kıytırık bir taksinin plakasında güzellik bulursun.

 

26 Eylül 2025 Cuma

platformlar sanata erişimi zorlaştırdı

Kitapları ekitap okuyuculardan çevrimiçi satın alıp okumak, müziği aylık abonelikle spotify ve youtube'dan dinlemek, filmleri netflix gibi platformlardan izlemek hayatımıza bir miktar kolaylık getirdi bunu inkar etmiyorum. Bunların en önemlisi beklemenin ortadan kalkması oldu bence. Black Sabbath'ın Seventh Star albümünün siparişini verip günü geldiğinde dükkanın açılmasını merdivenlerde beklediğimiz günler çok gerilerde kaldı artık (o günleri büyük bir mutlulukla hatırlıyorum ama bunun müzikle mi yoksa seni bulmuş (birbirimizi bulmuş) olmamızla mı ilgili olduğundan çok emin değilim). Kitapları kargo yolu gözlemeden anında alıp okuyabilmek de hayal edilemeyecek bir konfordu benim gençliğimde. Evden çıkmadan film izleyebiliyor olmak gerçek anlamda bir lüks mü emin değilim ama gösterimde olmayan filmleri izlemenin eskiden de başka yolu yoktu doğrusu.

Ekitaplar aradan geçen bunca zamanda en az yol katedebilen sanat ürünleri oldu maalesef. Amazon'un 16 yıl önce bütün Kindle kullanıcılarından Orwell'in 1984 romanını (tam da romanı çağrıştırır şekilde) silmesi gibi garabetlerin yanında çok az sayıda kitabın ekitap hali ulaşılabilir durumda ve satın aldığınız sitenin uygulamasını kullanmak gibi delice karmaşaları da beraberinde taşıyorlar. Ayrıca ciddi bir maliyet avantajları da yok ekitapların. Elbette gayri resmi tam sürümlerini internetten bulmak mümkün ama konumuz bu değil bu yazıda.

Müzik dinlemek için çok fazla platform var ama hiçbiri kasetten, cd'den, plaktan dinlemenin bütün olanaklarını henüz sunabilir durumda değiller. Ses kalitesini eskisinden çok yüksek bulmak mümkün olsa da aradığın bütün albümlerin bir platformda olması çoğunlukla mümkün olmuyor. Tabi bir de mahkeme kararıyla veya telif haklarındaki anlaşmazlıklar yüzünden sanatçıların/albümlerin engellenmesi durumu var ki beni en çok deli eden şey bu. Grup Yorum'un youtube ve spotify'da hiç olmamış gibi olmaları aslında tehlikenin ne kadar büyük olduğunu göstermeli hepimize. Eskiden de mahkeme kararıyla bir albümün satışı engellenebiliyordu ama evimize gelip plakları toplamıyorlardı. Yarın sadece izin verilen albümleri dinlemekle yetinmek zorunda kalınacak gibi geliyor bana.

Film konusu bana en kafa karıştırıcı gelen şey bu aralar. Eskiden film ya sinemada ya da vhs, cd falan kiralayıp/satın alıp evde izlenebilen bir şeydi. Şimdi gösterimde olmayan bir filmi izleyebilmek için platformlara mecburuz. Sorunum onlara para vermek değil (sanki çok param varmış gibi de olmasın) filmleri bulamamak. Bir sanat ürününün, özellikle sinemanın büyük emek ve masrafla hazırlandığını ve sanatçıların bundan her zaman yeterli geliri elde edemediklerini okuyoruz/biliyoruz. Madem bir film izleyeceğim telif hakkı ödenmiş bir yerden izleyeyim ve onlar da kazansın istiyorum ama sinemalarda gösterimde olmayan (gösterimde olanları zaten sinemada izliyorum) o kadar az film bu platformlarda bulunabiliyor ki inanamıyorum. Filmcehennemi sitelerine gitmeden izleyemediğimiz filmlerin oranı muazzam derecede büyük.

Toplumsal cinsiyet rolü hakkında konuşuruz diyerek Pedro Almodóvar hakkında kitaplar alıp okumuştum, şimdi de baştan izleyeyim bütün filmlerini dedim ama ne mümkün (film birlikte izlenebilir bir şey mi konusunda da yazdım ama çok uzun oldu, yayına almaya değer mi emin değilim). Bütün Almodóvar aramalarında mubi ilk sırada çıktığından dedim alayım buradan da bir abonelik ama bütün filmleri var görünmesine rağmen sadece ilk filmi izlenebiliyor. Diğer filmleri için hep aynı uyarı var: şimdi izleyemezsiniz.

Velhasıl parasını verseniz bile bir kitabı okuyamamak, bir albümü dinleyememek, bir filmi izleyememek üzerinde üzerinde düşünmemiz gereken konulardan biri bence (yine söylemek istediğim şey haricinde başka şeylerden bahsetmiş oldum ama olsun).

5 Eylül 2025 Cuma

Yazan, Yöneten ve Oynayan aynı kişiyse o tiyatroya gitmeyin

Elbette her genelleme gibi bunun da bazı istisnaları var ama istisna olmadan genelleme zaten yapılamaz.  

Oldukça uzun zamandır yerli ve yabancı, özel ve devlet tiyatrolarından oyunlar izliyorum. İzlediklerim arasında en kötülerini sınıflandırdığımda açık ara en kalabalık grubun tek kişilik oyunlar olduğunu söyleyebilirim. Bunların da önemli bir kısmı aynı kişinin oyunu yazdığı, yönettiği ve sahnelediği oyunlar. Çemberi biraz daha genişletince yönetmenin sahneye indiği oyunların, sahnede kaç kişi olursa olsun genel olarak kötü (hatta berbat) olduğunu söylemek mümkün (Okan Bayülgen'in Otelde oyunu tam bir hayal kırıklılığı örneğin). Meslek olarak bu işi yapmadığımdan teorik altyapısını bilemiyorum ama yönetmen (en kaba ifadesiyle) sahnedekilere "bu olmadı" diyecek tek kişi gibi görünüyor. Bu önemli görevdeki kişiyi sahneye çıkartınca onu uyaracak kimse kalmıyor dışarıda. Kendilerini kaydedip izlemiyorlar mı, izliyorlarsa bu saçmalıkları nasıl karşımıza çıkartıyorlar bilemiyorum doğrusu.

Bir diğer gözlemim de tek kişilik oyunların çoğunun tiyatro bile olmadığı yönünde (stand-uplar zaten tek kişilik olduğundan onlardan bahsetmiyorum). Özel tiyatroların oyunların hazırlık süreçlerine zaman ve para ayırmalarının zor olduğunu anlıyorum. Bilet fiyatlarını yüksek tutsalar zaten sınırlı olan seyirciyi salona çekmekte zorlanacaklar kabul. Sisteme dahil olmak istemeyen sanatçıların zaten düşük olan bilet gelirlerini bölüştüklerinde ellerinde yaşamaya yetecek para da kalmıyor olabilir. Ama ortaya çıkan şeyin çoğunlukla tiyatroyla ancak çok uzaktan bir ilgisi oluyor. Gerçekten iyi bir oyun seyretmemiş olan izleyiciler maalesef tiyatro buymuş diye düşünüyor. Örneğin Sertaç Yekeboğa'dan izlediğim Macbeth ödüller almış bir oyun olmasına rağmen hayatta izlediğim en kötü şeylerden biriydi. Yine yakınlarda izlediğim Özgür Özgülgün'ün yazıp oynadığı (tanıtımda yönetmen kelimesi bile geçmiyor öyle düşünün) Hayatı Hikâye Olan Adam Sait Faik isimli seyirlik gösteri asla bir tiyatro oyunu değildi. Son olarak Serkan Atar'ın oynadığı Tutunamayanlar oyunundan çıkınca sahneye koyanların ya romanı okumadıklarını ya da anlamadıklarını düşündüm. Oğuz Atay ve Tutunamayanlar hakkında o kadar çok değerlendirme yazılmış ki izlediğim halini sahneye koymak bence çok ayıp bir iş olmuş. Kumbaracı 50'de Yiğit Sertdemir'in performansıyla izlediğim Demiryolu Hikayecileri ne kadar güzel bir oyundu halbuki. Genco Erkal'dan Bir Delinin Hatıra Defterini, Uğur Yücel'den Hiç'i izleyip büyülendiğimi, Zerrin Tekindor'un oynadığı Toz'da ise hayal kırıklılığına uğradığımı da yazmış olayım. 

Sahneyi sise boğmak, seyircinin düşündüğünü bile duyamayacağı kadar yüksek desibelli müzikle, nereye geldim ben dedirtecek ışıklarla sahneye bakamaz hale getirmek oyunlardaki eksiklikleri elbette kapatmıyor.  Bunu söylerken elbette tiyatro 2500 sene önceki gibi oynanmalı iddiasında değilim. Bütün sanatlarda olduğu gibi tiyatroda da yenilikler denemek istiyordur sanatçılar, ya ne yapacaklardı? Oyuna eşlik eden müzikler, ışıklar, hareketli dekorlar ve hatta arka planda vidyolar gösteriyi zenginleştiren unsurlar olabiliyor. Serkan Keskin'in tek başına oynadığı Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde bu bahsettiğim her unsur vardı ve bence tiyatro olarak çok başarılıydı (ben romanı bambaşka anladığımdan oyunu çok sevmedim ama o ilgisiz bir konu). Moda Sahnesindeki Onur Ünsal'ın hem oynadığı hem de yönetmeni olduğu Babamı Kim Öldürdü? oyununda neredeyse hiçbiri yoktu ama o da harika bir oyundu. Yani demem o ki bir tiyatroyu iyi veya kötü yapan şey kullanılan materyal değil oyunculuk, yönetmenlik ve senaryo.

yapay zeka ve müzik

Çok uzun yıllardır müziği ciddiye alarak dinliyorum. Evde kitap okumuyor veya film izlemiyorsam mutlaka müzik açıktır ama kast ettiğim dinle...