9 Aralık 2025 Salı

Wagner'i tanımak için bir okuma listesi

Hakkında en çok okuduğum besteci belki de Wagner'dir. Geçen yıl AKM'de izlediğim Uçan Hollandalı'nın ardından hakkında bulabildiğim her şeyi alıp okumuş ve izlemiştim. Çok güzel sahnelenmiş bir eserdi ama beni bu kadar etkileyen neydi de bu kadar zaman harcadım şimdi hatırlayamıyorum doğrusu (çok güzel bir gündü orası ayrı). Hala Wagner dinliyor muyum, evet. Geçen yılki kadar büyük bir tutkuyla mı dinliyorum, hayır. Wagner'in eserlerine ve yazdıklarına yakınlaşabilmek için (burada anlamak diyemiyorum iddialı olur diye) felsefeye de girmek gerektiğinden bahsedeceğim yol ne kısa, ne de kolay. Hakkında hiçbir şey okumadan da olağanüstü müziğini dinleyip keyif alma imkanı olsa da neden birazcık daha fazlası için çaba göstermeyelim diyenler için başlıyoruz.

Öncelikle bu yazıda sadece Türkçe'ye çevrilmiş kitaplardan bahsedeceğimi söyleyeyim. Eğer İngilizce okumak isterseniz elbette daha kapsamlı bir külliyat var (eşi Minna Wagner'in biyografisi okunmaya değer bence). Almanca okuyabilenler için kaynaklar eminim kıyaslanamaz şekilde fazladır.  

Wagner'in kendi yazdığı Geleceğin Sanat Eseri [1] başlıklı kitapla başlamamanızı öneririm. Wagner bu kitabında dans, müzik ve şiirin yeniden birleşmesinden oluşacak tümleşik bir sanat eserini tasvir ediyor ama bir başlangıç kitabı olarak bence ağır bir kitap. Wagner'in yazdığı ve Türkçeye çevrilmemiş Das Judenthum in der Musik isimli bir kitap da var ama arayıp bulmaya değmeyecek zırvalar içerdiğinden bahsetmiyorum bile.

Eğer Wagner hakkında tek bir kitap okuyayım diyorsanız Uğur Ekren'in Felsefenin Perspektifinden J.S.Bach ve Richard Wagner'in Sanatı [2] kitabı çok iyi bir tercih olacaktır. Uğur hoca Bach ve Wagner hakkında felsefeci olmayanların da anlayabileceği (veya anladığını sanabileceği) kapsayıcı bir metinle çıkıyor karşımıza. Bu kitapla başlayın, ilginiz devam ediyorsa okumayı sürdürürsünüz. Kitap tarihsel bir kişiliğin başka türlü de yorumlanabileceğini kabul eden harika bir bölümle bitiyor:

"Felsefenin de kendi içinde sayısız farklı tepelerinin olduğu bilinen bir gerçektir. Ancak yine de şehrin tüm sokaklarını, meydanlarını, evlerini, bahçelerini diğerlerinden daha iyi görebileceğimiz bir ya da birden fazla tepenin var olması olanağını üstelik bizimkisinden daha iyi bir konumda olduğu için şehrin manzarasını daha fazla ayrıntısıyla resmedebileceğimiz bir tepenin var olması olanağını reddedemeyiz. Bu aslında bizimkisinden çok daha yetkin ve daha iyi çalışmaların gelecekte ortaya çıkabilme olanağını barındırdığından umut verici ve sevinilecek bir durumdur."

Bir başka aydınlatıcı kaynak da Louis William Flaccus'un yazdığı Sanatçılar ve Düşünürler [3] isimli kitap. Kitapta Wagner'e ayrılmış sadece 34 sayfa olsa da bir bütünlük içinde okumak faydalı bir deneyim olmuştu benim için.

Wagner hakkında okunabilecek en boş kitap bence S. Alksandrovich Bazunov'un Richard Wagner Hayatı ve Müzik Çalışmaları [4] başlıklı kitap. Büyük bir önyargıyla, sadece eleştirmek için yazılmış böyle bir kitabı okumaya kimin ihtiyacı var bilemiyorum.

Wagner'i arayan herkesin yolu Nietzsche ile kesişecektir. Nietzsche'nin bir dönem çok sevdiği, sonra sevmediği Wagner'le ilgili üç kitabı var: Wagner Olayı / Nietzsche Wagner'e Karşı [5], Richard Wagner Bayreuth'ta [6]. Tragedyanın Doğuşu [7] kitabında Richard Wagner'e Önsöz bölümü var diye okumuştum ben, belki siz de okumak istersiniz. Nietzsche okuması, anlaması çok zahmetli bir felsefeci benim için.

Son olarak Fihrist Yayınlarının [8] harika bir iş çıkartarak opera eserlerinin librettolarını özgün dili ve Türkçesi bir arada bastığını da söylemek isterim. Kısa opera diye bir şey var mı bilmiyorum ama Wagner operaları gerçekten çok uzun. Fihrist Yayınları başka hiçbir şey yapmasanız bile bir günde izleyemeyeceğiniz yedi Wagner eserini basmış. Bu kadar zaman harcayacağınız bir eylem için önceden okuma yapmak gerekir herhalde.

Bir sanatçının eserlerinde değil de kişiliğine bakmak gerekir mi sorusuna tutarlı bir cevap veremiyorum. O kadar çok asla arkadaş olmak istemeyeceğim büyük sanatçı var ki onları hayatımdan çıkartırsam geriye büyük bir kuraklık kalacakmış gibi geliyor. Elbette kimileri var ki sefillikleri sanatlarının çok önüne geçmiş durumda. Onların sanatlarından mahrum kalmayı göze alabiliyorum. Wagner'in hayatınıza dokunmasına bir şans verin. Siz de birilerinin hayatlarına ne büyük heyecanlarla girdiniz ve sonra dışarıda kalmadınız mı?


 

8 Aralık 2025 Pazartesi

Yojimbo'yu anlamak

200 yıl öncenin Japonyasını anlatan, 65 yıl önce çekilmiş bir filmin bugün bize söyleyebileceği bir şey var mı? Bu soruya kolayca hayır diyebiliyorsak soruyu şöyle güncelleyelim; bugün çekilmiş ve içinde yaşamadığımız bir kültürü anlatan bir filmin bize söyleyebileceği bir şey var mı? Bir adım daha ileri gidip bir filmin bize söyleyebileceği bir şey var mı'ya ulaşınca o kadar da kolay hayır diyemiyorum ben.

Türkiye dışında bir yerde bir haftadan uzun yaşamadım. Bir şehirde yaşamanın orada turist olarak bulunmaktan farklı bir deneyim olduğunun da farkındayım. Sorulduğunda Ankaralıyım diyorum ama bugünün Ankarasını neredeyse hiç bilmiyorum. Ankara denildiğinde aklıma gelen Kızılay'dan Botanik Parkına yağmur altında yürümek. Bugün benim 40 yıl önceki Ankara ile ilgili hatırladıklarımla o yıllarda Ankara'da çekilmiş filmlerin ne kadar ortak noktası var? Muhtemelen hiç yoktur. Bu ne benim hatıralarımı yalanlar (böyle bir şey nasıl yapılabilir bilemiyorum) ne de o filmlerin gerçekliğini.

Peki Akira Kurosawa yaşamadığı bir dönemin (hem de bu dönemde insanlar bellerinde kılıçlarla dolaşıyorlar, birini öldürmenin ciddi bir yaptırımı yok, ortada para diye bir şey var ama onu kim basıyor, nasıl taklit edilemiyor gibi soruların cevabı açık değil, kasabada sadece bir kişide tabanca var, o mermiyi nereden buluyor, neden başkası bu silahı edinemiyor belli değil) filmini çekip bize ne anlatıyor? O döneme ait tek bir fotoğraf bile (henüz fotoğraf icat edilmemişken) yokken evlerin, yemeklerin nasıl olduğuna inanabiliyor muyuz? Tek bir eşya bile olmayan evler, zeminin üzerinde bir hasırda uyunan yerler, inanılmaz gelmiyor mu? Bana çok gerçekdışı gelen bu görüntüler kadar garip şeyleri ben yaşamadım mı peki? [yeter soru sorma artık] Bugün gaz lambası, kömür sobası, telefon için sıra beklemek, televizyonun açılmasını beklemek, mektup beklemek gibi şeyleri bilmiyor büyük kalabalıklar.

İnsan biyolojik değil kültürel bir canlı iken bugüne dair şeyleri nereden biliyor? Elbette anlatılanlardan ve gördüklerinden. Gördükleri de aslında o eylemleri gerçekleştirenlerin duyduklarından yani anlatılardan oluşuyor. 1950'lerde birini ağzından öperken şimdi dudaklarından öpüyoruz. Nasıl seveceğimizi, nasıl kıskanacağımızı da okuyup, izleyip, görüp öğrenmedik mi?

Ne zaman Kurosawa'ya itiraz eden bir şey yazmaya kalkışsam sonunda bakıyorum kendime itiraz ediyorum. Elbette Kurosawa'nın benim övgüme ihtiyacı yok



7 Aralık 2025 Pazar

Ikiru'yu anlamak

İnsan yakın zamanda öleceğini bilse daha iyi birine dönüşür mü? Edebiyatın ve sinemanın üzerinde çokça üretim yaptığı bu soruya cevap verebilmek için daha iyi olmak ne demek ve insanın nasıl biri olduğu tamamen kendi elinde midir sorularını cevaplamak gerekiyor. Ben bir davranışın insanın içinden mi geliyor yoksa öyle davranması gerektiğini düşündüğü için mi öyle davranıyor sorusunun cevaplanmasının mümkün olmadığını düşünüyorum. Sonuçta ortaya konan davranışa bakmak gerektiğini ve motivasyonuna bakmamak (zaten anlaşılamayacağı için) gerektiği fikrindeyim. İnsan her davranışını, tepkisini düşünerek değiştiremiyor. Kendi üzerimde yaptığım tespitlerden asla bunu yapmayacağım dediği şeylerin neredeyse hepsini yaptığımı söyleyebilirim. Yani insan altı ay ömrü kaldığını bilse bile davranışlarını değiştirmeyebilir, hiç olmadığı kadar toplumsal bir insana dönüşebilir veya içinden bir canavar çıkabilir. Irvin D. Yalom'un Güneşe Bakmak [6] isimli kitabı ölüm duygusuyla başetmek için daha önce düşünmediğiniz şeyleri okuyabileceğiniz güzel bir kaynak. Ölmenin nasıl bir şey olduğu hakkında okuduğum, bana en faydalı olan kitapsa Sherwin B. Nuland'ın Nasıl Ölürüz [7] adlı kitabı olmuştu.

1952 yapımı Ikiru'da [1] rutin işlerle ömrünü geçirmiş olan Watanabe bir yıldan az ömrü kaldığını öğrenince yaşamına bir anlam katma çabasına girişir. Bunu nasıl yapacağını da bilemez (bunu hangimiz biliyoruz aslında?). Bütün hayatını sahip olmak üzerine kuranların bir zaman olmak [8] üzerine düşüneceklerini elbette sanmıyorum ama çok da akla gelmez bir duygu olmadığını kabul edebiliriz herhalde. Zaten yaşı da ilerlemiş olan Watanabe ne yapsa hayatını anlamlı kılamayacağını çok kısa zamanda anlar ve bildiği tek iş olan bürokratlığı kullanarak kendisine gelen bir talebi hayata geçirmeye adar kalan ömrünü, ki pek az kalmıştır.

Filmin sonlarında bir odada 2 kadın ve 12 adam bir odada konuşmaktadır. Başlangıçta hepsinin fikri Watanabe'nin parkın yapımında pek önemli bir rolünün olmadığıdır. Zaman ilerledikçe herbiri diğerinin konuşmasından etkilenip kendi düşüncelerini açıklarlar ve sonunda 1957 yapımı 12 Angry Men [2] filminde olduğu gibi o parkın Watanabe olmasa yapılamayacağında hemfikir olurlar. Sanatın böyle izini sürebilmek pek mutluluk verici geliyor bana.

Bergman'ın Yaban Çilekleri [4] filminde de Ikiru'dan beş yıl sonra benzer şekilde hayatının sonuna geldiğini düşünen kahraman nasıl boşa yaşadığını farkeder. Dr. Eberhard Ikiru kadar olmasa da daha önce yapmadığı şeyleri yapmaya başlar.

Edebiyat dünyası bu temayı işleyen romanlarla dolu aslında [anladık bunu]. Charles Dickens'ın Bir Noel Şarkısı [9] en bilinen örneklerinden biri. Ölüm denildiğinde Tolstoy'un İvan İlyiç'in Ölümü [10] de ölüm üzerine okunması gereken kitaplardan biri bence.

Ölümün eşiğindekinin bağlantı kurma ihtiyacını Çığlıklar ve Fısıltılar'larda [3] gördüğüm gibi başka bir yerde görmemişimdir herhalde. Filmde Agnes acısının dindirilmesi veya yaşamaya devam edebilmesinden çok, bir temas aramaktadır. Sonunda büyük acılar içinde ölür. Öleceğini bilmesi onu ne daha iyi biri yapar ne de daha kötü.

Ölümün yakın ve durdurulamaz olduğunu anladıktan sonra bütün zincirlerini kıran ekran karakterlerinin en çok bilineni Breaking Bad [5] dizisi olabilir. Dizide Walter White ölümcül bir hastalığı olduğunu öğrendikten sonra uyuşturucu yapımına girdiği gibi cinayetler de işler.

Daha iyi bir insan olabileceksek (bundan her ne anlıyorsak anlayalım) o kişi olmak için ölümün çok yakınımızda olduğunu öğrenmemize gerek de yok aslında. Ölüm zaten hep yakınımızda. 

 

Babalara mektuplar

Pek de şaşırtıcı olmayan bir şekilde dünya edebiyatının önemli bir kısmı yazarların babalarıyla hesaplaşmasını içeren metinlerden oluşuyor [hayır hayır, böyle başlama yazıya].

Geçen hafta bahsettiği her kitabı ve referanslarını okuduğum ama kendisinden haberim olmayan bir kitabı okudum: Ev Ödevi [1]. İnsanın kendi okuduğu, altını çizdiği bir kitabı hediye etmesi ne büyük incelik. Kitabın ilk bölümü Oğuz Atay'la ilgili olunca ilk aklımdan geçen bütün Atay'ları yeniden okuyayım oldu ama sürekli onları okumaya artık vaktim kalmadığını bildiğimden sadece Korkuyu Beklerken'i [2] yeniden okudum. Bu harika öyküleri defalarca okumuş olmama rağmen Babama Mektup'u belki birkaç sefer ancak okumuşumdur. Hep bir şekilde atlarım onu. Babamla ilgili çok çok az hatıram olduğundan öykünün bana hatırlattığı bir şey de yok aslında. Belki de Atay'ın bir öyküsü olarak değil de kendi yaşamından bir şeyler barındırdığını düşünüp çekiniyorum, bilemiyorum. Atay öykünün hemen başında iki yıl önce ölen babasına şöyle seslendiriyor kahramanına:

"Yıllar önce, sen olmasaydın birçok şey yapabileceğimi düşünürdüm. Şimdi artık suçun kendimde olduğunu görmek zorundayım."

Babama Mektup'u bu okuyuşumda sonuna gelene kadar klasik Atay metinlerinden biri gibi geldi bana.

"Gene de sonunda sana bütünüyle benzemekten korkuyorum babacığım: Yani ben de sonunda senin gibi ölecek miyim?"

Atay'ın Babama Mektubunu okuduktan sonra Kafka'nın Babaya Mektup'u [3] da okudum peşi sıra. Kafka'nın mektubu Atay'daki ironinin yanından bile geçmiyor elbette. Kafka babasına "özünde iyi kalpli ve yumuşak bir insansın" diyor, "beni sevdiğini inkar ediyor muyum?", hasta olduğunda babasının odasına girmeyip sadece eliyle selam vermesini düşündüğünde bile hala ağlıyor. Babasının kendine başkalarına davrandığı gibi davranmamasına, kendine koyduğu kurallara uymamasına çok üzülüyor olmasına rağmen hayatındaki olumsuzlukları tamamen babasına da yüklemiyor. Bu bağışlayıcı tavrının aslında kendini yukarı çekmek olduğu yönündeki itirazı kitabın sonunda kendi yapıyor. Böyle parantezlerle dolu, kendi yazdıklarına itiraz eden metinleri çok sahici buluyorum. Kafka'nın babasına yazdığı mektubun sahiciliğini değerlendirmek değil elbette niyetim, zaten kimin haddine bu?

Bu yaşımda benim için de geçerli şu cümle bana mektubun en yaralayıcı yeri gibi geliyor (Metin Altıok'un Sarıl Bana şiirini de hatırlatıyor bana)

"çok güç idare edilebilen bir çocuk olduğuma inanmıyorum; sıcak bir sözcüğün, usulca elimden tutulmasının, tatlı bir bakışın istenilen her şeyi sağlayamayacağına inanmıyorum"

İnsanın çocukluğunda bu duyguları yaşamamış olması yetişkinliğinde arzuladığı bu şeylerle karşılaştığında onların farkına varmasını bile engelliyordur herhalde. Kafka'nın babasının gözünde bir hiç olduğunu düşünerek büyüdüğünü okumak insanın içini yakıyor.

Yazıya başlarken iki erkek yazarın babalarına yazdıklarından sonra kadın yazarların çok daha travmatik metinlerinden de bahsetmek istemiştim ama baba kavramı o kadar bilmediğim bir şey ki (kendim de bir baba olmama rağmen) bir de kadınların babalarıyla yaşadıkları hakkında konuşmamın çizgiyi aşmak olacağını düşünüp vazgeçiyorum. Sadece Vigdis Hjorth'un Miras [4] kitabının adını anmış olayım.

Madem babalardan bahsediyorum Hayatta Ben En Çok Babamı Sevdim [5] diyen Can Yücel'i de anmak isterim. Nasıl Atay ve Kafka'nın mektupları babaları tarafından okunmamışsa Can Yücel'in şiiri de babasının ölümünden 13 yıl sonra yayınlanmış; sevgi de yergi de babalarla konuşması kolay şeyler değil demek ki. Yirmili yaşlarımın başında bu şiiri okuduğumda herhalde benim annemi sevdiği kadar sevmiştir babasını diye düşünmüştüm.

Son olarak Cemal Süreya'nın Sizin Hiç Babanız Öldü Mü? şiirinden bahsedip bitireyim. Bu şiirin bendeki duygusu Can Yücel'in şiirine benzerdi. Ne vakit ki Yalnızlığın Başkenti [6] kitabında Yelda Karataş'ın yazısını okudum, o zaman anladım bambaşka bir duygudan bahsettiğini. Belki sizin için de durum böyledir diyerek Süreya'nın bu şiiri 23 yaşında, annesinin ölümünden sonra, babası sağken yazdığını söyleyeyim. Yelda Karataş bu şiir için şöyle diyor:

"Şiirde baba sevgisi yok. Çok sevmek istediği babasının zulmüne duyduğu öfkenin utancı var."

Tahmin ettiğimden uzun olan bu yazıyı oğlumla çocukluğunda çokça dinlediğimiz bir şarkıyla bitireyim

5 Aralık 2025 Cuma

Asılacak Kadın - Pınar Kür

Pınar Kür romanlarıyla ilk tanışmam Cinayet Fakültesi romanıyla olmuştu. Roman kahramanının benim de olmak istediğim gibi bir matematikçi olması harika bir tesadüf gibi gelmişti bana. Dünyanın bir yerinde, bir okuma grubu onun Asılacak Kadın [1] romanını okuyordur diyerek ben de bugün tekrar okudum. İlk okuyuşumun üzerinden otuz yıldan fazla zaman geçtiğinden romanı buğulu bir camın ardından görülen sonbahar manzarası kadar hatırlıyordum.

Roman 1979'da yayınlanmış, yani bilinç akışı tekniğiyle çokça Türkçe metin yazılmış, Tutunamayanlar'ın onlarca sayfa akan konuşmasını herkes okumuş. İçeriği çok cesur ve çarpıcı olmasına rağmen dil açısından bir yenilik yok bence Asılacak Kadın'da. Hatta ilk iki bölümde fazlalıklar var. İlk bölümde aklından geçenleri dinlediğimiz Faik İrfan Elverir'in düşünceleri nasıl kesikli ise anlatım dili de öyle. Neredeyse sadece nokta var noktalama işareti olarak, hatta çok fazla nokta var. Ceza Reisinin aklı hep kırılan kalemde, verdiği cezada, tabi bir yandan da mutsuz evliliğinde. Böyle bir akışta hiç virgül, soru işareti kullanmayarak tam olması gereken hissi vermiş diyecekken nedense hiç de gerekmeyen birkaç virgül ve soru işareti var. Keşke onlar da olmasaymış.

İkinci bölümde romanın asıl kahramanı olan Melek'in aklındayız. İdama mahkum olmuş, öncesinde berbat şeyler yaşamış bir köylü kızı olan Melek düşünürken elbette noktalarla, noktalı virgüllerle düşünmüyor. Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'da onlarca sayfa akan bir nehir gibi konuşturmasına benzer bir şekilde yazılmış ama nedense Fransızca metinler büyük harfle ve Melek'in asla okuyamayacağı şekilde özgün halleriyle geçiyor metinde. Melek kendi aklından düşünürken Jozet derken başkası aynı kadından bahsederken yine Melek'in aklından JOSETTE diye geçiyor metinde. Bunlar küçük ayrıntılar gibi görünebilir belki ama romanın bir büyük eser olmasının önüne geçmiş bence.

Son bölümde Yalçın'ın kendisi de Melek'e yapmadığını bırakmamış olmasına rağmen onu kurtarmak istemesinin nasıl sefil bir düşünce olduğunu anlamamızı sağlayan (pekiştiren) yazılarını okuyoruz. Yeterince steril bir ortamda yaşan biri bu rezillikler nasıl yaşanmış diye şaşabilir belki ama biz bütün bir köyün birlik olup neler yaptığını çokça okuduk, unuttuk, tekrar okuduk/izledik, tekrar unuttuk. Bugün bile genelevlerde çalışan kadınların Melek'ten bir farkları var mı emin değilim doğrusu.

Kitabın sonuna Pınar Kür'ün romanının toplatılması için açılan davaya yazdığı savunması da konmuş. Tam da onun yazdığı gibi Asılacak Kadın hala okunurken onu toplatmak, imha etmek isteyenleri bugün hatırlayan yok.

Roman 1986'da Başar Sabuncu tarafından sinemaya da uyarlanmış [1]. Üçte ikisi kahramanların bilinç akışlarıyla anlatılan bir metni filme çekmek yönetmenin bir yandan işini zorlaştırırken bir yandan da ona yaratıcılığını gösterebileceği bir alan bırakmış. Türk sinemasında çok sevilen bir yöntem olan romanı birebir izleyiciye göstermek imkanı olmadığından yönetmenin araları kendisinin doldurması gerekmiş. Anayurt Oteli filmi hiçbir yaratıcılık içermemesine rağmen neden bu kadar seviliyor gerçekten hiç anlamıyorum.

Bir romanı film olarak karşımıza getiren yönetmenin romanın ruhu haricinde her şeyi değiştirmeye hakkı olduğunu düşünüyorum. Hamlet kızılderili bir kadın olarak bile gösterilebilir bize, yeter ki o duyguyu bize geçirsin. Asılacak Kadın'da da Yalçın tabancayla mı ateş etmiş, tüfekle mi gibi konuların zerre önemi yok bence. Yönetmen mahkemenin hakiminin özel hayatını dışarıda bırakarak çok iyi bir karar vermiş, yoksa işin içinden çıkamazmış gibi geliyor bana. Filmi youtube'dan bile izlemek imkanı var [3], bir başyapıt değil ama romanı okuduktan sonra bir buçuk saat ayırıp izlense fena olmaz. Filmde Müjde Ar (bu filmde 32 yaşında ve öncesinde çokça ses getirmiş filmleri olan, hadi kabul edelim, çok güzel bir kadın) haricindeki oyunculuklar çok zayıf. Kötü oyunculukların sorumluluğu bence oyunculara değil, yönetmene yazılmalı.

Gaspar Noé, Michael Haneke veya Lars von Trier bu romandan film yapsalardı nasıl şeyler izlerdik diye düşünmek de iyi bir akıl oyunu olabilir.

Velhasıl güzel bir roman Asılacak Kadın

3 Aralık 2025 Çarşamba

müziği sanatçıdan çok bilmek

Kimi müzisyenleri aklımda çok sabit bir yere koyuyorum ve değiştirmek bazen mümkün olmuyor (en azından çok zor oluyor diyeyim). Halbuki sorsalar değişime çok açığımdır [buraya gülme efekti koyalım].

Hadi Dominic Miller'ı Sting'in gitaristi diye hatırlıyorum [adamın 10 stüdyo albümü var ama sen bilirsin] ama Sting'i neden hala The Police'in basçısı diye kodlamışım aklımda bilemiyorum. Son albümlerini 1983'te çıkartan gruptan ayrı harika bir kariyeri olmasına rağmen, belki ara ara toplanıp turneye çıktıkları için onu grubun basçısı diye düşünüyorum hep.

Yıllar önce Bob Dylan'ı konserde izlerken bütün parçaları ilk anda tanınmayacak gibi çaldığında böyle olacağını bildiğimden yadırgamamıştım. 50 yıldır çaldığı şarkılar zaten cdlerde, plaklarda duruyor; o hallerini dinlemek mümkün, adama kızmanın manası yok demiştim. Herkesten Satriani gibi her konserde parçaların ilk halini çalmasını beklememek lazım. Zaten öyle olacaksa konsere neden gidiyoruz?

Peki Deep Purple'ın gitaristi denildiğinden neden aklıma hala Ritchie Blackmore geliyor? Blackmore son 30 yıldır sevgilisi Candice Night ile birlikte kurdukları Blackmore's Night grubunda eskisiyle hiç ilgisi olmayan müzikler yapıyor, Deep Purple'ın da yıllardır çalıştığı bir gitaristi var. 80 yaşına gelen Blackmore'a bence artık sen de herkes gibisin demem gerekmiyor mu? Tabi müziği ilk dinlemeye başladığım yıllarda Lazy, Child in Time, Mistreated gibi muazzam şarkıları ondan dinlemiş olmamın etkisi var ama otuz yıl yeterli zaman olmalı onun yeni halini kabul etmem için [bak hala yeni hali diyorsun]. Blackmore's Night ile yaptığı albümlerde kabiliyetini harcadığını düşünüyorsam bile sadece Mistreated'i [1] yapan birinin bütün ömrünce saçmalama hakkı olmalı.

2019'da Rainbow ile yeniden çaldığı Storm adlı besteyi bir Blackmore's Night'tan [2], bir de son halinden dinleyince bizi büyük güzelliklerden mahrum etti gibi geliyor bana. Bugün bu parçayı arkadaşlarımla paylaşırken birinin Blackmore'a bir rockçı olduğunu hatırlatması lazım dedim ama dilerim Candice ile buna değecek bir mutluluk içindedir.



1 Aralık 2025 Pazartesi

Bir Distopya Olarak Sanatı Yok Etmek

Çok uzun yıllardır, geçen bin yıldan beri, resim üzerine okuyorum. Bazıları yazıdan bile önce yapılmış ve bize kalmış sanat eserlerini anlamaya çalışmak, bunun bendeki karşılığı nedir diye düşünmek hem zorlayıcı, hem de zihin açıcı bir eylem [bu zihni açıp ne yapıyorsun gerçekten bilemiyorum]. Resim okumak rüya yorumlamak gibi, at görmek murad demektire benzer şekilde dönemine bağlı olarak tablodaki baykuşun ne anlama geldiğini anlamak mümkün oluyor. Hep daldan dala atladığımdan Klimt hakkında okuyup, tablolarına bakıp, ilgili filmleri izlerken bir şekilde Egon Schiele ile yolum kesişti. Hakkında çok güzel İngilizce kitaplar [3] var ama çoğu çevrilmemiş, hak vermiyor değilim; kim Schiele ile ilgili kitabı satın alacak, kaça satılacak belli değil.

Schiele hakkında birkaç film çekilmiş. Bu filmler aynı Suskind'in Koku'sunun [1] filmini [2] izlemek için roman hakkında bilgi sahibi olmayı gerektirdiği gibi çekilmişler. Böyle izleyicinin entelektüel geçmişine yaslanan filmleri çok seviyorum. Yazıya devam etmek için filmi, Death and the Maiden [4] (Polanski'nin filmi değil [5]), izlemek gerekmesin diye hızlıca özetleyeyim. Bir ressam var, mahkeme onu suçlu bulup tablosunu imha ediyor. Birinci dünya savaşına pek az zaman kalan yıllardayız, tabloların da fotoğrafları çekilebiliyor (Schiele 1918'de ölüyor). Bir sanat eserinin böyle mahkeme kararıyla yok edilebilmesi bugünün insanına garip gelse de Grup Yorum'un şarkılarının YouTube ve Spotify'dan erişilemez olmasından ne kadar farklı acaba?

Şöyle distopik bir plan yapalım; bir şairimiz ölmüş olsun ve yeterince parası olan biri onun eserlerinin yayın haklarını satın alsın. Benim için her miktar büyük ama eminim bir şairin bütün eserlerinin yayın haklarını almak tahmin ettiğimiz kadar da büyük paralar gerektirmeyecektir. Bu kötü niyetli kişinin şirketi haklarını aldığı bu kitapları basmasın ve eserlerinin  paylaşılmasına karşı davalar açsın. Böyle bir şey olur mu demeyelim çünkü Rıfat Ilgaz'ın şiirlerini kendi yayınevi olan Çınar Yayınları ölümünden sonra yıllarca basmadı. Bir yazara ait telif hakları 70 yıl boyunca korunduğundan onu edebiyat dünyamızdan üç kuşak boyunca silebilir. 2019'da ölen Küçük İskender'in şiirlerinin 2089'a kadar basılamayacağını düşünün. Kim onu 2090'da hatırlayıp yeniden basar? Bunu yapan şirket neden sadece bir yazarımızı silsin kültürümüzden? Buna karşı ne yapılabilir bilemiyorum ama kötü senaryoda Veysel gittikten sonra sadece sazı kalabilir dünyada.

30 Kasım 2025 Pazar

La Divina - Maria Callas

Geçen yıl Angelina Jolie'nin başrolünü oynadığı Maria'yı [1] izleyene kadar Maria Callas'ı özellikle merak edip okumamıştım. Bir sopranoyu diğerlerinden ayıran nedir, neden birini diğerlerinden çok beğeniyorum sorularına cevap vermemi de sağlayacağını düşünerek biraz okudum ve izledim. Belki ilgilenen başkalarına faydası olabilir diyerek yazıyorum.

Callas'ın hayatını anlattığı iddiasında olan iki kitap çevrilmiş Türkçeye. Aradığım şey elbette Callas'ın sanat hayatı olmasına rağmen içlerinde belki işe yarar bir şeyler bulurum diyerek okudum ama özetle söyleyeyim ikisi de gereksiz kitaplar. İlk okuduğum kitap Çok Gururlu, Çok Kırılgan [3] adıyla yayınlanmış, alt başlığı ise Maria Callas'ın Hayatı. 247. sayfaya geldiğinizde ise şöyle yazıyor:

"Her ne kadar bu kişiler gerçekten yaşamış olsalar da bu sayfalarda anlatılan olay ve konuşmalar yazarın hayal gücünün ürünüdür.

Kitabın içeriğinin tamamen üfürme olduğunu anlamak için elbette kitabın sonuna gelmek gerekmiyor. Callas on yıldır evliyken ilk defa orgazma ulaştı gibi şeyleri kimsenin bilmesi mümkün olmayacağından (kimseyi ilgilendirmemesi zaten apayrı bir konu) tamamen kafadan sallanıp yazılmış bir kitap. Harcanan paraya da, zamana da yazık. 

İkinci kitap Aşk Mektupları [4] adıyla yayınlanmış. Maria Callas'ın bir müzayedede satılan mektupları, fotoğrafları gibi gerçek şeyleri okuduğunuzu düşündüren bir kitap. Yazarın Callas'ı şahsen de görmüş olduğu iddiasındaki kitaptan Callas'ın hayatıyla ilgili şeyler öğrenmek mümkün ama öğrendiklerimizin çoğunu hiç okuyamıyor olmamız gerekirdi bence.

Aralık 2023 tarihli Andante dergisi kapağında Doğumunun 100. Yıl Dönümünde Maria Callas yazısıyla çıktığından bir umut onda Callas'ın sanatçı yönüyle ilgili bir şeyler bulabilirim diyerek okudum ve Yiğit Günsoy'un bir dergi için oldukça tatmin edici yazısıyla karşılaştım. Aslında diğer iki kitabı okumak yerine sadece bu yirmi sayfaya bakmak bile yetermiş.

Callas yaşadığı dönemde hem yaşadıklarıyla hem de performansıyla çok ses getirmiş bir sanatçı olduğundan hakkında çokça film çekilmiş, kendisi de sinemada yer almış. Kendi oynadığı filmi Medea'yı [5] bulup izlemek imkanım olmadı ama 2017 tarihli Maria By Callas [2] belgeseli tamamen Callas'ın görüntüleri ve performanslarından oluştuğundan izlemesi çok keyifli geldi bana. Tarihin bir döneminde bir opera sanatçısının performansına bu derece ilgili duyulmuş, beğenilmiş, yuhalanmış olması günümüz dünyasında akıl almaz bir şey gibi geliyor.

Hakkında çokça kadar okuyup izledikten sonra hayatı hakkında dedikodu gibi şeyler yazmak bana ayıp geldiğinden sadece çalışmalara ilk gelen ve son çıkan oymuş diye yazsam yeterli olur gibi geliyor bana. Elbette çok çalışan herkes ileride başarılı olamıyor ama kalıcı olanların hepsinin ortak özellikleri tutkulu olmaları ve çok çalışmaları herhalde. İnternette çok daha iyi kayıtları var ama aşağıdaki vidyoyu büyüleyici güzelliğini görmek için izleyelim


27 Kasım 2025 Perşembe

yapay zeka işimizi elimizden alacak mı?

Önce çoğumuz için geçerli olduğunu düşündüğüm cevabı yazayım: hayır almayacak. Şimdi soruya biraz daha yakından bakalım.

Yapay zeka denilince neyi anlıyoruz? Benim gördüğüm, okuduğum kadarıyla otomasyon çoğunlukla yapay zeka ile karıştırılıyor.  Ford üretim bandı ile tanışıklığımız yüz yılı aşkın zamandır var. O bandın üzerinde çalışan işçilerle ilgili Modern Zamanlar [2] filmini Chaplin 1931'de çekmiş. Ne zaman bir işçiden daha ucuza çalışabilecek bir makine parçası yapılabilmiş o işçi işten çıkartılmış ve o iş tanımı ortadan kalkmış. Bunlar benim de hayatım boyunca çokça gördüğüm şeyler. Eskiden otobüslerde yolculuk ücretlerini alan muavinler vardı, şimdi kart okutup geçiyoruz. Muavinlik diye bir iş tanımı, en azından şehir içi ulaşımlarda, artık kalmadı. Daha da eskiden asansörleri çalıştıran insanlar varmış, artık düğmeye basıp inip çıkıyoruz. Bu değişimler hayatımızın doğal bir parçası.

Yapay zeka otomasyon değilse nedir? Bunu meslekten bilişimci olmayanlara ayrıntısıyla anlatmak benim yeterliliğimi aşıyor ama verili durumlara bakarak daha önceden karşılaşmadığı durumlar için bir kavrayışı olan mekanizmalar için yapay zekanın kullanıldığını söyleyebiliriz. Yani bir sensörden gelen verilere göre döner kesen alette yapay zeka yoktur.

İşimizi zeka ile mi yapıyoruz? Bu sorunun cevabı bazılarımıza ağır gelebilir ama hayır! Çoğumuz (neredeyse hepimiz) rutin işler yapıyoruz. Gerçekçi olalım, kaçımız gezgin satıcı problemine yeni çözümler arıyoruz? Uzun ömründe yeni bir yaklaşımla bir problemi değil çözmek, çözümü üzerinde düşünen kaç kişi var? Bunu bir eksiklik olarak söylemiyorum elbette, milyarlarca bilim insanına ihtiyacımız yok zaten. Ekmek yapmak için, çöpleri toplamak için, tansiyon ölçmek için, ameliyat yapmak için, tıkanan boruları açmak için yeni yaklaşımlara, kavrayışlara gerek yok. Ama bu işlerin yapılmaları gerekiyor. Şöyle düşünün daha "zeki" olsaydınız günde ürettiğiniz iş miktarı artar mıydı? Çoğumuz için cevap hayır. Maalesef demiyorum çünkü yapılacak o kadar çok işimiz yok.

Bu yazdıklarıma gelen itirazlar sonrası düşündüklerimi yeterince açık yazamadığımı fark ettim. Bahsi geçen işlerde hiç zeka kullanılmadığını iddia etmiyorum. Hayatta karşımıza çıkan durumların hepsi birbirinden farklı. Eğer sadece vida sıkmıyorsak aklımızı kullanmamız elbette gerekiyor. Her briç oyununda daha önce insanlık tarihinde kimsenin karşılaşmadığı bir dağılım oluyor ve oyuncular ellerine gelen kağıtlarla en iyisini yapmaya çalışıyorlar. Böyle olmasına rağmen birkaç örneğini verdiğim işlerin hepsi otomatize edilebilir işler, hem de hiç yapay zeka kullanılmadan yapılabilir bu. Eğer her ameliyatta yeni bir yaklaşım bulunması gerekiyorsa veya yeterince fazla sensör yerleştirip, yeterince hassas aletler tasarladığımızda (bunların maliyetleri şimdilik konumuz değil) aynı işlemler yapılamıyorsa bile bu benim iddiamı yanlışlamaz çünkü böyle işlerin sayısı çok az. Benim iddia ettiğim şey çoğumuzun yaptığı işlerin zekanın zerresini içermeyen yazılım ve donanımlarla tekrarlanabileceği. Bir iş zeka olmadan da aynen yapılabiliyorsa o işi yapanın zekasını kullanmasının önemi olmadığını düşünüyorum. 

Yaptığımız işi bir makine yapsa daha mı ucuza mal olacak? Bugün bile çoğumuzun yaptığı işleri yapacak makineleri üretebilir durumdayız ama makineler bizden pahalıya çalışıyor. Reddit'ten aldığım aşağıdaki fotoğrafta [1] gören gözler için nice ibretler yok mu? Biz robot süpürgelerin satıldığı mekanları süpüren insanlarız. İşin garip tarafı onları satın alanlar da başka stantları süpürenler.

Bütün işleri makineler yaparsa biz ne yapacağız? Bilim kurgu dünyasının çokça kafa yorduğu bu konuya ben elbette bir blog yazısında cevap veremem ama üzerinde düşünülmeye değer bir konu olduğu kesin. Bize yapılacak iş kalmayınca bu eve nasıl ve neden kira ödeyeceğim, beslenme ve sağlık giderlerimi nasıl karşılayacağım, hatta uyanınca neden yataktan kalkacağım, benim hayatım böyle ama başkalarının neden farklı sorularını düşünmeyecek miyiz?

Yapay zekayı sürdürecek enerjiyi sağlamaya devam edebilir miyiz? Günlük 1500 kaloriye hayatta kalıp ne iş olsa yapan bizlere karşı inanılmaz kaynak tüketen ve henüz bir derde derman olmamış yapay zekayı hangi gelirle ve motivasyonla beslemeye devam edebiliriz? Hala otomobilleri yapay zeka kullansın mı diye tartışmalar görüyorum ve inanamıyorum. Neden toplu taşımayı yeterli konuma getirmiyoruz sorusunu sormadan bir kişi için bir tonluk aracı kim kullansın diye tartışmamalıyız. Yapay zeka için harcadığımız enerjinin ortaya çıkardığı karbon salınımı sadece "çevrecileri" ilgilendiren bir konu mu?

Önümüzde bir sorun varsa, ki var, bu yapay zeka değil bir sistem sorunudur.

25 Kasım 2025 Salı

Ev Beyi - Aslı T. Kızmaz

Bu kadar eski ve köklü yayınevleri nasıl böyle son okuması yapılmamış, neredeyse hiç editörün elinden geçmemiş kitaplar basabiliyor gerçekten anlaması çok güç. İnkilap 98. yılımızdayız diye kitap kapağına yazmayı biliyor ama bir romanı hiç okumadan önümüze getirmiş, bir de kitabın kapağında başka bir yerde görmediğim Düzenleyen diye bir isim daha yazıyor. Bu kadarı ayıp sayılmalı artık. Çok daha yeni yayınevleri hiç hatasız kitaplar basabilirken saçma sapan yazım hatalarıyla dolu kitaplara para vermemiz kabul edilemez bir şey bence. Bu yazım hataları ve son okuma konusunu geçebilenler için bile (bunu nasıl yapacağız, niye yapalım bilemiyorum ama) vasatın çok altında bir roman Ev Beyi.

Şimdi bakalım roman arka kapakta yazdığı gibi benzersiz bir roman mı?

Kadın ve erkeğin rollerini değiştirip mevcut durumun hep yaşadığımız ama nasıl dengesiz olduğunu göstermek iyi bir fikirmiş gibi görünse de Ev Beyi bunu bir tiktok vidyosu derinliğinde yapabiliyor. Cinsiyetleri yıldan yıla değişen insanların olduğu Karanlığı Sol Eli [1], kadınlık rolünün sadece çocuk yapmaya indirgendiği Damızlık Kızın Öyküsü'ndeki [2] derinliği elbette her romandan beklemiyorum, zaten bu Le Guin ve Atwood'un da her zaman yapabildikleri bir şey değil. Yine de Ev Beyi'nin [3] twitter diliyle yazılmış olması (çocukların bağırtısını AAAAAAAAAAAAAAA! diye yazması, "kişisel alanına şapırt diye dalması", "Rahat ol sennn," gibi ifadeler) bana bir roman değil de, belki bir twit akışını okuyorum hissi verdi. Romanın iki baş kahramanından erkek olanına ikiz kız çocuklarının anne demesiyle başlıyoruz romana. Romanda anlatıcı erkek kahramanı "çocuklarına hem analık hem de analık yapıyordu" diyerek tanıtıyor bize. Kadının dışarıda çalışması, erkeğin çocuklara bakması erkeğin rolünü böyle bir konuma getiremez elbette. İki kadından oluşan bir çift olması durumunda bile tarafların ikisi birden ana olamaz. Annenin ilgisini çocuktan alan tarafa baba demiyor muyuz yüz yıldır?

İkinci baş kahramanı ise "Çok yetenekli bir doktordu Duygu" olarak tanıyoruz. Doktorlukta nasıl bir yetenek olabilir acaba? Çok iyi doktor denilen insanların ardında yoğun ve disiplinli çalışmalarla, uzun nöbetlerle geçen yıllar varken biri nasıl yetenekli doktor olabiliyor? Bir de Duygu şöyle yapmış: "Cerrahpaşa Tıp kazanmasına rağmen Halil'le uzak kalmamak için Ege Tıp yazmış". Yazarın ülkemizde üniversitelere nasıl girildiğini bilmemesi lazım böyle yazabilmesi için. Yazar da bir bölümü kazandıktan sonra başka bir bölüm yazılamayacağını elbette biliyor olmalı ama yukarıda da dediğim gibi kitabın bir editörü olsa (olmadığını umuyorum aslında, varsa ve bunu onayladıysa daha fena çünkü) böyle basit şeyleri düzeltip öyle karşımıza çıkartırlardı bu romanı.

Daha uzatmak istemiyorum ama romanda karakterler karikatür gibi, kurgunun da bir derinliği yok. Peki niye okuyup hakkında yazıyorum o zaman? Hiçbir toplantısına katılmadığım ve artık hiçbir üyesiyle konuşmadığım bir kitap grubunun sanki içindeymiş gibi olmak hoşuma gidiyor. Zaman zaman hangimiz böyle şeyler yapmıyoruz?

 

21 Kasım 2025 Cuma

Bir Olimpik Spor Olarak Beklemek

Canım Oğuz Atay Korkuyu Beklerken öyküsünde kahramana şöyle söyletiyor:

"Acaba iyi bir şey olacak mı? Hayır! dedim kendime. İyi şeyler birdenbire olur; bu kadar bekletmez insanı. Sürüncemede kalan heyecanlardan ancak kötü şeyler çıkar. Ya da hiç bir şey çıkmaz."

Yazarların eserlerinde geçen ifadeleri o böyle diyor diye alıntılamak bana çok hatalı geliyor. Yazar bazen iki farklı fikri savunan tarafları konuşturuyor. Hangisi kendi fikri oluyor bu durumda? Anna Karenina'dan bir bölümü alıntılayıp Tolstoy böyle düşünüyor dememek lazım [bugün de Atay'a itiraz edeceğiz diye anlıyorum].

90'lı yıllarda, aslında cep telefonu kullanmıyorken, beklemek hayatın önemli bir parçasıydı. 12'de Dost Kitapevi'nin önünde buluşalım denilince bunun biraz sarkması vakayı adiyeden bir durumdu. Ben geç kalacağımdan korktuğumdan mutlaka erken giderdim ve hep beklerdim, hala erken giderim buluşmalara (yine de geç kalırım). Oğlumu kurslara, antrenmanlara taşırken de çok bekledim. Cep telefonunun olmadığı, yakınlarda oturup bir şeyler yapabileceğim yerler bulunmadığında birer, ikişer saat neredeyse hiçbir şey yapmadan durmak konusunda iyi terbiye edildim o zamanlar.

Bir şey okumadan, dinlemeden, konuşmadan vakit geçirmek çok sıkıcı bir şey işin doğrusu ama hayatın çok büyük bölümü böyle geçmiyor mu zaten? Beklerken sıkıldın mı sorusuna evet diyorum ama sorun etmiyorum sıkılmayı. Sıkılıyorum evet ama hayat genel olarak sıkıcı. Eğlence nadirattan bir durum. Yaşamın her anından eğlenceyi beklemek mutsuzluğu arttıran bir tutum gibi geliyor bana.

Atay'ın söylettiği iyi şeylerin birden bire olmasının hiç aslı yok demiyorum. Bazen sabahın köründe bir telefon gelir, bir akşam hiç beklemediğin biri geliyorum diye arar, hiç beklemediğin bir eposta alırsın, dünyanın sonundan biri başka bir mecradan yazar. Bunları mucize gibi şeyler diye kabul edip diğer iyi şeyler için uğraşmak ve beklemek gerekiyor çoğunlukla. 

Beklerken beklenen şeyin kaçıp gitmemesine dikkat etmek de lazım; "Şans Fransa turu gibidir. Uzun süre beklersin sonra hemen geçer." [1] Behçet Necatigil'in de dediği gibi hep geniş vakitleri beklemeyelim ama biraz beklemek hayatın doğasında var.

  [1] https://www.imdb.com/title/tt0211915/

17 Kasım 2025 Pazartesi

Rashomon'u anlamak

Akira Kurosawa'nın bütün filmlerini yaklaşık yirmi yıl önce izlemiştim. O dönemimde daha çok görmekle / izlemekle ilgiliydim. Elbette sinema görsel bir sanat ama ya o yıllarda yönetmenler hakkında kitaplar yoktu ya da benim ilgi alanımda değildi filmleri böyle izlemek. İki haftadır neredeyse tek satır okumadığımdan film izliyorum. Kurosawa imdb ilk 250'de en çok filmi olan yönetmen herhalde. Geçen ay sorulsa ben de en büyük yönetmenler arasında mutlaka onun da adını anardım. Peki Kurosawa'nın filmlerinden ne anlıyorum da onu böyle seviyorum? Buna cevap vermek için bir filmden ne anlaşılabilir, bir şey anlamak gerekir mi, sevmek için anlamak gerekir mi sorularına da cevap vermek gerekiyor. Verebildiğim cevapları vereyim zaten olmazsa hesap soran mı var?

Elbette dil felsefesinin önemli sorununa, anlaşmak mümkün mü, bir blog yazısında cevap verme imkanı yok (hele ki benim). Ben "olmayacak şey bir insanın bir insanı anlaması" sözüne daha yakın hissediyorum kendimi ama bunu söylemek bile benim Attila İlhan'ı biraz olsun anlamamı gerektiriyor. Anlamayı yazarın, sanatçının, senin, ne hissettiğini tam olarak anlayamasam bile söylediklerinin, yaptıklarının bende bir karşılığı var ve bunun senin kast ettiğinle bir yakınlık içinde olduğunu umuyorum diye kabul ediyorum. Oktay Rıfat'ın Saksılar şiirinde "ah! güzel şeyler düşünmeme rağmen / muttasıl ağlamak geliyor içimden" mısralarını anlamıyorsam karşılıklı anlaşmamız da mümkün değildir ve bu satırlar da boşadır (velev ki boşa olsun!). Eğer böyleyse "Kapıyı kapatma!"dan da bir şey anlamamam gerekirdi ama anladığıma eminim.

Her izlediğimiz filmden bir şey anlamamız gerekir mi sorusu da önemli. Sinema muazzam kaynak gerektiren gerektiren bir sanat dalı, bakmayalım bir telefonla çekilebiliyor denmesine. Bugün Kubrick olsanız filminizi gösterime sokabilmeniz için ciddi paraya ihtiyacınız var (zaten Kubrick gibi çekemezsiniz, o bambaşka bir mevzu). Sinemadan izleme keyfi bekliyorsak geniş kitlelerin bir şey anlamasını da beklememeliyiz. Geniş kitleler genel olarak bir şey anlamaz aslında. Hayat o kadar zor ki, kimseden Tarkovski'nin babası şairmiş falan gibi şeylere vakit ayırmasını beklememek gerekir.

Bir sanat eserini sevmek için (sevmenin ne olduğunu da tanımlamak gerekiyor farkındayım ama o da terapistlerimize kalsın artık) anlamak gerekir mi sorusuna da cevabım gerekmez olacak (burada aklımdan Özdemir Erdoğan'ın şarkısı geçiyor ama linkini bırakıp devam ediyorum [2]). Bir şey anlamadığımız bir sanat eserini de sevebiliriz, Rembrandt'ın her tablosunu üzerinde okuyarak, düşünerek mi seviyoruz? Olağan Şüpheliler filminden ne anlıyorum ben? Hayatımda sadece altı defa, tamamı askerde, tetiğe dokunmuş biri olarak bu kadar ateş edilen bir görsellik bana ne ifade ediyor? Hayatımda değil birine vurmak, birini itmedim bile (iyi bir insan olduğumdan değil, steril bir ortamda yaşadım).

Başkalarının akıllarını (bu akıl güzellemesinden de nefret ediyorum ya neyse), hayallerini paylaşmak için değilse neden okuyoruz, izliyoruz, dinliyoruz?

Buradan çok başka yerlere gitmek yerine Rashomon'a geri döneyim istiyorum [kurban olayım dön artık]. Omzunda yayı ve okları, belinde kılıcıyla yanındaki atta yeni evlendiği kadınla ormanın içinden yürüyen bir Samuray'ın yaşadıklarıyla ilgili siyah beyaz bir filmi neden beğendiğimi gerçekten çözemiyorum. Hele o haydutun insanı deli eden gülmeleri! 75 yıl önce Japonyada insanlar öyle mi gülüyordu acaba? Bugün biz Türk filmlerindeki gibi mi gülüyoruz? Samuray'ın bir medyum aracılığıyla konuşması bana bugün coşkulu bir saçmalık olarak geliyor ama görmezden gelebilirim. Son sahnede o bebeği hangi kadın, nasıl bırakıp gitti?

Hayatımda hiç kovboy görmemiş olmama rağmen bir Amerikan filmini izlerken böyle yabancılık çekmiyorum doğrusu. Batı bizi kendine o kadar maruz bırakmış ki sanki onlardan biriymiş gibi sanat eserlerinin içine kolayca girebildiğimizi sanıyoruz. Halbuki Los Angeles bana Seul kadar uzak.

Yazmaya başlarken Rashomon'u anlamak mümkün değil diye düşünüyordum ama şimdi herhangi bir filmi anladığımızı düşünüyorsak onu da anlayabiliriz gibi geliyor.

14 Kasım 2025 Cuma

yeniden doğmak

Daha geçen gün Neşet Ertaş'ın bahsettiği üç büyük korkudan; ayrılık, yoksulluk ve ölümden bahsetmişken dün akşam bambaşka bir korkuyla daha karşılaştım (hayır canım onu yazabilir miyim hiç!). Telefon elimdeyken ekrana bakınca yeniden başlatayım mı sorusunu gördüm, ben de belki aylardır yeniden başlatmadım hadi yeniden açılsın dedim ve kenara koydum. Sonunda telefon açılmadı, bugün götürdüm işlemcisi bozulmuş dediler, yeni telefon aldım.

Tabi bahsetmek istediğim korku binlerce liranın boşa gitmesi değil, o zaten yoksulluk kısmına giriyor. Telefonla o kadar az konuşuyorum ki, bir zaman daha konuşmasam hiç sorun olmaz eminim. Eposta ve telegram zaten bilgisayarda açık. Keza yıllar önce vazgeçip, çaresizlikten yeniden kurduğum whatsapp da aynı şekilde çalışmaya devam ediyor. Peki yarın kiralarımı nasıl ödeyeceğim? (bu da yoksulluk evet) Bilgisayarda kullandığım bütün uygulamalar kimlik kanıtlamada ikinci parti olarak telefondaki uygulamadan doğrulama istiyor. Neredeyse hiçbir uygulamanın parolasını hatırlamıyorum, gerektikçe yenisini istiyorum maille bir şekilde bu sorunu çözüyorum. Oldu da gmail adresime ulaşamadım diyelim, hayatımda neler eksilirdi? Elektronik dünyadaki hayatıma sıfırdan başlayabilir miyim, burada yeniden doğabilir miyim? Okumaya, izlemeye, dinlemeye o kadar vakit ayırmama rağmen günün yarısı yine de boş [kimseyle konuşmazsan nasıl olacaktı geri zekalı?], tekrar tekrar okuduğum yazışmalar kaybolsa salondaki koltuk altımdan çekilmiş gibi olmayacak mıydı? Bir sabah uyanıyorsun ve internetteki bütün hesapların silinmiş! İzlemeye dayanamayacağın bir korku filmi senaryosu değil mi? Aslında (bunun fotokopisinde diye bir şakası da varmış ama hiç yeri değil biliyorum) herhangi bir hesabımızın sonsuza dek açık kalacağının da garantisi yok, biliyoruz. Yarın whatsapp'a giremeseniz kime hesap sorabilirsiniz?

Telefonu tamirciye bırakınca ne zaman geleyim diye sordum. Oğlumdan bile küçük bir genç kız firmanın kartını verdi, gelmenize gerek yok arayın. Telefonu size verdim nasıl arayayım? Belki arkadaşınızdan ararsınız. Tek başınayım. O zaman 2 saat sonra gelin. Bizi konuşurken gören (sonradan dükkanın sahibi olduğunu öğrendiğim) erkek kıza kart versene dedi. Kız da kimsesi yokmuş diye seslendi. İlk aklımdan geçen o kadar da yalnız değilim demek oldu ama tabi bir şey demedim. Doğrusu daha da yalnızım.

Pandemi dönemi İstanbula oğlumu yurda yerleştirmek için gittiğim zaman arabayı iskeleye yakın bir park yerine bırakmıştım. Gece İstanbulda kalıp döneceğiz (ne kadar güzel bir gündü). Telefon çaldı, arabanızı oradan çekin. İstanbuldayım, ancak yarın sabah çekebilirim. Buradan biri çeksin. Sadece bende anahtar var kimse çekemez. Hiç mi kimseniz yok?

Selanikte bir lokantaya girdim, kaç kişisiniz diye sordu garson. Tek başımayım. Avrupa'da asla olmayacak bir şekilde elini omzuma koydu ve çok üzülme buna dedi.

Hiç uzun mesafe koşmadım ama yalnızlık denilince aklıma hep bu şarkı gelir.

It's all so futile!
 

ya yarın pişman olursam!

Dövme yaptırmaktan imtina edenlerin iki temel korkusundan biri yarın o dövmeden pişman olmak, diğeri ise dövmenin canını çok acıtacak olması [bu cümleyi saniyen, salisen diye kurmak istiyordun biliyorum]. Bu yargıya bir (1) kişi üzerinde yaptığım bilimsel bir gözlemle varıyorum elbette. Her ikisine karşı argümanlar yazıp sizi dövmecilere göndermek istiyorum.

Öncelikle yarın olacağına nasıl bu kadar eminiz? Şimdiye kadar hep yarın oldu ama buna bakarak sonsuza kadar yaşayacağımızı mı düşünüyoruz? Bugüne kadar hiç ölmedim, demek ki yarın da ölmem! Buna inanmıyor olmalıyız aslında. Daha kaç milyor yıl yaşayacaksınız da bu lanet olası dövmeden pişman olacaksınız? Belki de yarın olmayacak

Bugüne kadar yaptığınız neyi daha iyi yapamazdınız? Şimdi referans vermeye enerjim olmayan o kadar romanda, filmde bahsi geçen zaman makinesi rastgele bir geçmişe götürse daha iyi yapamayacağınız bir şey var mı? Bırakın bu dövme de daha iyisini yaptırabileceğiniz şeylerden biri olsun. Emin olun ne yaptırsanız aynı şeyi hissedeceksiniz, mükemmel dövme diye bir şey yok.

Picasso'nun aşağıdaki eseri benim ilk kopyasını çizdiğim şey (resim çizmek nasıl öğretilmeli konusunda da yazdım ama çok uzun oldu. ben bile okurken sıkıldım). Tablo öyle güzel ki AKM'de onu gördüğümde (o güne ait pişmanlıklarım bir kamyonu doldurur) tam karşısından ressamın çizdiği halinin fotoğrafını çekmek bile ayıp geldi bana [her şey ayıp gelsin sana moron] yine de dövmesini yaptırdığıma mutluyum. Belki yarın pişman olurum ama ne gam!

Yapmadığınız için pişman olmadığınız bir şey yok mu? Bozcaada'ya gitmeyebilirdiniz, Burgazada'ya gidebilirdiniz, adanın adını hiç ağzınıza almayabilirdiniz! Hepsinin sonu pişmanlık değil mi zaten? Yaşamak tümüyle pişmanlıktır! Kim ki yaptığından/yapmadığından pişman değil, pişmanlığı başka türlü tanımlıyordur. Canım Oğuz Atay'ın Tutunamayanlarda söylettiği gibi olmayacak mı yapmadığınız/yaptığınız her şey?

"Yatağımın karşısında bir pencere var. Odanın duvarları bomboş. Nasıl yaşadım on yıl bu evde? Bir gün duvara bir resim asmak gelmedi mi içimden? Ben ne yaptım? Kimse de uyarmadı beni. İşte sonunda anlamsız biri oldum. İşte sonum geldi. Kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım; kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım."

Acı konusuna gelince tahmin ettiğinizden çok çok az acıyacak. Eğer ayak bileğinizin, göğüs kafesinizin üzerine dövme yaptırmıyorsanız bu muymuş gerçekten diyeceksiniz. Hele kadınsanız ağdayla kıyaslanamaz bir acı olduğundan hissedilmez bir şey gibi gelecektir dövmenin acısı size. Gidin ve o lanet olası dövmeyi yaptırın!

Hayatta yaptığım ve yapmadığım her şeyden pişmanım ama bu kadarım ben 

12 Kasım 2025 Çarşamba

"istediğini yapabilirsin ama istediğini isteyemezsin"

Yürüyüş en sevdiğim faaliyetlerden biri. Ortaokuldayken Çubuk'tan Ankara'ya yaklaşık 40km yürümüştüm arkadaşlarımla. Hayatta en çok yorulduğum günlerden biriydi herhalde. Şimdilerde daha aklı başında yürümeye çalışıyorum. Pandemi döneminde iki hafta evden çıkmadığımız bir sürecin ardından artık evin dışına çıkmak serbest olunca ilk gün 10km, sonraki gün (yarı maratonu tamamlayayım diyerek) 22km yürümüştüm. Tabi bu sadece yürüme sevdasından değil evde durmaya dayanamamaktan olmuştu (şimdilerde günlük ortalama 6-7km civarında yürüyorum). Nasıl başka konularda okuyorsam yürümek ve etkileriyle ilgili çokça kitap okudum. Ne yürüyüşüm değişti, ne de yürüyüşten beklentim (o zaman niye?).

Üç yıl önce Urla caz festivali için İzmir'e gittiğimde Bergüzar'ın coşturmasıyla orta zorlukta bir doğa yürüyüşüne katılmıştım (konserler harikaydı). Bir minibüsle yolun kenarında bir yere geldik, ben nereye kadar yürüyeceğiz diye sordum. Çok uzak bir tepedeki rüzgar tribünlerini gösterip oraya gidiyoruz dediler. Güzel şaka diye düşündüm ve güldüm. Sonuçta oraya kadar çıktık. Bergüzar harika bir yol arkadaşı olduğundan nasıl yorulduğumu konser sonrası anlayabildim ancak. Eylül ortası olduğundan henüz sonbahar başlamamıştı ama yine doğa çok güzeldi. Gördüğüm en güzel sonbaharlardan biri Deliorman'daydı. Çamları, ardıçları (bütün iğne yapraklıların çam olmadığını öğrenmemin bu kadar yakında olması utanç verici), akçaağaçları, çınarları bütün o muazzam renkleriyle görmek harikaydı.

Geçen pazar Kazdağlarına bir doğa yürüyüşü için gittim. Yine orta zorlukta bir parkura. Bu sefer hayatta ne zaman tökezlesem (ki çok olmuştur) beni tutan Kamil vardı yanımda (ben onun yanındaydım aslında). Uzun bir yürüyüş parkuru değildi ama oldukça dik yamaçlardan indik. Hep bana yakın yaşta insanlardan oluşan bir grupla yürüdük. Birkaç gün önce yağmur yağdığından yerler ıslak ve sonbahar yapraklarıyla doluydu. Zemin o kadar yumuşaktı ki eminim ciddi bir zarar görmezdim düşseydim bile. Güneşli güzel bir günde harika renklerle dolu ağaçlık bir yerde yürüyüp, çokça eğlenip döndük.

Bu doğa yürüyüşlerinde benim anladığım eğer hiç eğimi olmayan bir tartan pistte yürüyorsanız zorluk derecesi kolay, Erciyes'e, Ağrı'ya tırmanıyorsanız zorluk derecesi zor diye sınıflanıyor. Aradaki her şey orta zorlukta. Ben nasıl yorulmuşsam iki gündür üst bacaklarım tutmuyor. Bu parkurların zorluk derecesi 10 üzerinden belirtilmeli bence. 2 de 9 da orta zorlukta olmaz arkadaşlar. 

Yaklaşık on yıl önce buradan Ankara'ya uçakla giderken türbülansta uyanmıştım (uçak kalkmadan uyur, indikten sonra uyanırım. Şahitlerim var). Uçağın içi çığlık çığlığa. İlk aklıma gelen son sınıfların bitirme projelerini tamamlamamış olduğumuz olmuştu. Kazdağlarında dik bir yamaçta yer ayağımın altından çekilince bu sefer aklımdan geçen şey haftasonunu görmeden mi bitiyor oldu.

Schopenhauer'un başlıktaki sözünü anladım diye düşünüyorum bir zamandır. Bu yaşadığımı bir ay önce yaşasam eminim bambaşka düşünecektim. Heidegger'in Varlık ve Zaman'ı anladığımı düşünüyorum diyerek psikiyatri kliniğine giden adam gibi [gibi yazmamak için iyi çabaladın] olmasa da bir aydınlanma anı oldu benim için.

Hayatının bir köşesine koyduğun ve artık üzerinde pek az düşündüğün bir şey hareket etmeye başladığında hem diğer şeylerin de yeri değişiyor hem de o hareketin gümbürtüsünü duymuyormuş gibi yapamıyorsun. Cumartesi yolunda gitmeyen bir şey olmaz ve belki öykünün geri kalanını da yazarım [ya da daha iyisi olur ve mutluluktan yazmazsın].

11 Kasım 2025 Salı

bir ayrılık, bir yoksulluk, bir de ölüm

İnsana en büyük korkusunu gösteren bir aynaya baksam ne görürdüm acaba? Bu soruya cevap vermenin iki büyük zorluğu var gibi geliyor bana. Birincisi en büyük korku üzerinde düşünmek oldukça zor. Aslında düşünmenin kendisi zahmetli bir eylem. Karşımıza iki seçenek çıkınca birini seçmeden önce bir şeyleri tartmayı düşünmek olarak tanımlarsak habire düşünüyormuşuz gibi geliyor ama düşündüğümüz önermeyi ve bileşenlerini tanımlamak, tersi olabilecek bir durumu tarif etmeye çalışmak disiplinli bir şekilde uğraşılmadıkça yapılması zor işler. İkinci olarak da bahsi geçen korku zamanla değişebiliyor. Hem neden sürekli korkularımızı düşünelim?

Unutuyor muyum, hatta unuttuğumu unutuyor muyum sorusuna kendi kendine cevap vermek de başta tahmin edildiği kadar kolay değil (en azından benim için). Böyle bir durum başladığında ne yapmayı planladığımı da unutabileceğim için hazırladığım eylem planı da çok karmaşık oldu. Buraya yazsam kimsenin işine yaramaz diyerek onu geçiyorum. Kendimi daha fazla tetiklememek için bu konuyu işleyen edebiyata ve sinemaya mesafeli durmaya çalışıyorum. Florian Zeller'in The Father (Baba) [1] filmini izlemeye ancak cesaret edebildim bugün.

Bir adamın kafasının içinde nasıl kısılıp kaldığını sinema diliyle muazzam anlatmış yönetmen. Aynı olayların defalarca tekrar etmesi, yüzlerin, seslerin başka başka kişilerde tekrarlaması izleyicinin bile kafasını karıştırırken bunları yaşayan kişinin ne hissettiğini anlamamız mümkün değil elbette. İnsanın beyninin yeni hatıra üretememesi, eskileri hatırlarken gerçekliğin kırılması, yaşayanın bize aktaramayacağı tecrübeler. Filmin anlattığı konunun şehvetine kapılmadan çekildiğini söyleyeyim de benzer sebeplerle izlememiş olanlar varsa bir fikirleri olsun. Çevresinde benzer bir tecrübe yaşamış olanlar için ağlama garantili bir film olduğunu söylemeye gerek yoktur sanırım. Benzer bir konuyu işleyen çok güzel bir roman okumak istenler için Julie Otsuka'nın Yüzücüler [3] romanını (Duygu Akın'ın harika çevirisiyle) önermek isterim.

Yönetmenin 2022'de çektiği The Son (Evlat) [2] ise bir başka büyük korkuyu; çocuğuna yeterince iyi anne, baba olamamayı konu ediniyor. Aslında iyi baba olmak diye bir şey mümkün mü emin değilim. En azından benim olamadığımı söyleyebilirim. Filmin sonunda gerçekten oğlunun kitap yazıp döndüğüne inanıp filmi izlediğime pişman olur gibi oldum doğrusunu söyleyeyim.

Yönetmenin bazı olayları göstermeyip sonrasındaki etkisiyle onları tamamlamamızı istemesi çok akıllıca bir hareket gibi geldi bana. Bunu Haneke'nin tercih ettiği gibi kamera açısının dışında bile göstermiyor Zeller. Dünkü tartışma için özür dilerim'i duyduğumuzda artık o tartışmanın kendisini görmemize gerek kalmıyor. Her iki filmdeki sesler ve ışıklar da tam böyle olmalı dedirtecek kadar iyiydi (ben ne anlıyorsam artık).

Seneye gösterime girecek bir filmi daha olacakmış, umarım unutmam ve seyredebilirim. 

9 Kasım 2025 Pazar

Bu lanet olası konser kayıtları neden yayınlanmıyor?

Eskiden müzik dinlemenin tek yolu kaset, plak, cd veya vidyo kaydını satın almaktı. Aslında daha eskiden radyodan veya TRT'den (TRT1 bile değildi adı, ilk dünya savaşının adının ikincisi yapılmadan önce birinci dünya savaşı olmadığı gibi) dinleyip, görüp sevdiğimiz müzikler de oluyordu ama istediğimiz zaman dinleyemiyorduk onları. Böyle olunca bu müziği üretenler satışlara göre para kazanıyordu. Şimdi neredeyse bütün kazançları konserler ve platformlardan elde ettikleri gelirlerden oluşuyor. Hayatımda kimsenin kazandığı parayla ilgilenmedim (kendiminkiyle bile) ama yolunda gitmeyen bir şeyler var bence [hadi bakalım].

Neredeyse bütün müzik ve vidyo platformlarını (hem de aile planıyla) üye olup öyle kullanıyorum. Yılda ortalama haftada birden çok konsere, tiyatroya, operaya, baleye gidiyorum. Bir konsere gitmeden önce grubun setlist'ini mutlaka dinlemiş oluyorum. Eğer bir edebiyat eserinin uyarlaması ise kitabı (muhtemelen tekrar) okuyorum, klasik müzik eseri veya opera ise başka orkestralar nasıl çalmış dinliyorum. Uzun ömrümde bir defa bunun kaydı var online izleyeyim de gitmeyeyim dediğim olmadı. Böyle birini de tanımadım (Oğuz'un şaka yaptığını biliyorum). Bir grubun konser kaydı, bir orkestranın performansı izleyiciyi mekana çekmek için kullanılabilecek bir şeyken neden bilmiyorum çok çok azının kaydı yayınlanıyor. 

İstanbul Atatürk Kültür Merkezinde her sezon muazzam temsiller oluyor. Örneğin Carmina Burana sadece AKM'de öyle izleyebileceğiniz bir sahne şovu (üç defa izledim ben). Daha ne operalar, konserler oluyor burada. Neredeyse hiçbirinin kaydı yayınlanmıyor. Ülkede AKM'ye gitmeyeyim, sonra YouTube'dan kaydını izlerim diyen bir insan evladı mı var ki böyle yapılıyor? Rica ediyorum bir bakın AKM'nin kanalına [1], insan utanır bundan. Carmina Burana'nın telif ücreti de yok eminim. İnsanlar orada yaşayacakları tecrübenin farkında olsalar daha iyi değil mi? Bu etkinliklerin izlenmelerinden elde edilecek kaynak da bir yerde kullanılır herhalde.

Zamanında Çekirdek Sanat Evi'ndeki etkinliklerin çıkışında konser kayıtları bir kasette verilirdi. Ben bir aya da razıyım. Hepsi kaybolup gidiyor maalesef. Bülent Ortgaçgil'in 50. yıl konserinde kimler kimler çaldı, tekrarı olmayan performanslar sergilendi şimdi ancak izleyicilerin kıytırık telefonlarıyla kaydettiklerini görebiliyoruz. Halbuki sahnenin iki yanındaki ekranlardan yayınlandığına göre kayıt alınmış olmalı. Bir de etkinliklerden önce telefon ve kamera kullanımı yasak diye anons yapmıyorlar mı deli oluyorum. Yahu hadi biz kaydetmiyoruz, siz niye kayıt alıp yayınlamıyorsunuz bunları?

Yurtdışındaki gösteri merkezlerinin vidyoları milyorlar izleniyor, biz tek bir kez göremiyoruz. Azıcık vizyonu olan biri yetkililerine bu fikri verse minnettar olurum.

[1] https://www.youtube.com/@akmistanbul

Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Hasret

İki kişi arasındaki mektuplaşmaların yayınlanmasına nasıl karar verilebiliyor anlamıyorum (hayatta anlamadığım o kadar çok şey var ki). Bir yanıyla bakınca yazar hakkında daha dolaysız bir bilgi edinilemez gibi geliyor ama acaba gerçekten öyle mi? Mektuplarını okuduğumuz yazarlar bugünlerde yaşasalar WhatsApp yazışmalarını okumak ister miydik mesela? 

Bir de gerçekten birine yazarken bütün maskelerimizi çıkartıp öyle mi yazıyoruz? Uğur'un (bu sefer oğlum olan Uğur) bebekliğini hatırlıyorum, daha kafasını döndüremezken bir gün öhö öhö yapmıştı. Ben de ah yavrum sen hasta mı oldun diyip öptüm onu. Ertesi gün yalandan olduğu çok belli bir şekilde öhö öhö'yü taklit etmişti. Velhasıl daha dünyanın farkında bile değilken bir maske takıp öyle davranıyoruz. Çünkü toplumsal canlılarız. Her ne bizi karşımızdakinin arzusunun nesnesi olmaya yaklaştırıyorsa öyle davranıyoruz. Benim kendime yakın bulduğum görüş (bu ne cesaretse artık) insanın maskelerinin hepsini çıkartmasının mümkün olmadığı yönünde.

İnsan tek başına yatarken bile poz kesen bir canlı iken Kafka'nın Milena'ya nasıl poz kestiğini okuyup da ne öğreniyoruz? Nazım'ın Piraye'ye yalvarmaları onu daha iyi bir şair mi yapıyor? Cemal Süreya'nın On Üç Günün Mektupları'nın tamamen poz olduğu belli değil mi? Ahmed Arif'in Leyla Erbil'e yazdıkları bu kadar acıyken niye basılıyor? Adam zaten yazdıklarının önemli bir kısmını şiir olarak yayınlamış bir de. Bence (nasıl bir otoriteysem bu konuda) Zeynep Altıok babasının, Metin Altıok'un, kendisine yazdığı mektupları yayınlamaya karar verebilir ama yazan da, alan da ölmüşse kimsenin kendini böyle bir karar mercisi olarak görmemesi gerekir. Turgut Uyar'ın çocukları mektuplarını okumadan yırttık diyorlar, çok örnek bir davranış bence. Diyeceksiniz madem bu mevzuya karşısın neden her çıkan mektuplaşmayı okuyorsun? Bu konuda hatalı davrandığımı düşünüyorum, haklısınız [kimsenin aklında olmayan konularda bile kendinle kavga edebiliyorsun, bravo!].

Nazım'ın Piraye'nin kendisine gönderdiği mektupları şiir yapıp yayınlamasının sorumluluğu kendisine ait olduğundan itirazım yok [ya bir de Nazım'a itiraz et istersen]. Nazım'ın Kemal Tahir'e gönderdiği mektupların yayınlanması da bir yere kadar anlamlı bence. Kafka'nın Milena'ya yazdıkları çok iyi edebiyat buna diyecek bir şey yok ama istese kendi yayınlayamaz mıydı bunları? Felice'ye 700 sayfa yazıp kitaplarından bahsediyor ama Kafka hakkında doktora tezi yazmayacaksak öncesini okuyup ne yapıyoruz gerçekten bilemiyorum. Van Gogh'un, Theo'ya yazdığı mektupları yayınlamak her ne kadar başka yazılı bir şeyi bize kalmadığından anlamlı gelse bile özel hayatın ihlali gibi geliyor bana. Biriyle ilgili hatıraları yazmakta da bir sorun yok bence. Çünkü taraflardan biri hayatta ve yaşadıklarını ister anlatır, ister satar.

Biriyle konuştuğum şeyleri herkese açık yazmak, kalabalık bir masada otururken onun elini masanın altından tutmak gibi geliyor bana, hatta sevimli buluyorum böyle yapmayı [bak bu recursive yazmanın çok iyi bir örneği oldu].

Madem mektuplarla ilgili yazdım seni baharmışsın gibi düşünüyorum diyen Ahmed Arif'in şiirinden bestelenen bir şarkıyla bitireyim


 

8 Kasım 2025 Cumartesi

Köpek Dişi vs. Saflığın Kalesi

Bir zamandır yönetmenler hakkında kitaplar okuyup çektikleri filmleri sıradan izliyorum. Daha önce de yazmıştım [1] eski filmleri bulup izlemek oldukça zahmetli bir iş. Bir yönetmenin yıllar içinde katettiği yolu takip edebilmek büyük bir şans olduğu kadar çokça okuma da gerektiriyor. Almodóvar filmlerini izlerken o tarihlerde İspanya ne durumdaymış, sinema üzerinde nasıl sansürler varmış diye bakmadan izlediğimde deli saçması gibi görünen filmler, özellikle ilk dönem filmleri, dönemden haberdar olunca bambaşka bir şekilde izlenebilir hale geldi benim için [anlatmak istediğinin bunlar olmadığından o kadar eminim ki!]. Elbette hayat her izlediğimiz filmin yönetmeninin bütün filmlerini izleyecek kadar uzun değil (iyi ki değil), bazılarını seçmek gerekiyor. Bu konuda da diğer hemen her şeyde olduğu gibi batı dünyası neyi beğenip önümüze çıkartıyorsa ona mahkum oluyoruz maalesef. Zaten sinema diğer sanat dallarından çok pahalı bir üretim alanı, hele filmlerin dağıtımı, sinemalara gösterime girebilmesi gibi konulara da bakınca para kazanamayan/kazandıramayan yönetmenlerden haberdar olmak imkanı bile yok. Benzer şeyler diğer alanlar için de geçerli değil diyemem aslında [kendine karşı durmadan yapamadığını anladık artık]; Arnavutlukta kitapları çok satmadığından hiç adını duymadığımız şairler yok mudur? Eminim vardır.

Doksanların başında Ankara'da Ömer'le [sonunda hatırladın Ömer'i] sinemada günde birkaç film izlediğimiz çok olurdu (hayır öyle filmler değil). Şimdi evde izlerken ikinci filme geçmemeye çalışıyorum, öyle yapınca başka bir şeye vaktim kalmıyor [sanki geri kalan zamanda protonları çarpıştırıyorsun]. Günde bir film izlemek bile öncesinde sonrasında yapılan okumalarla çok vaktimi alıyor. YouTube'da çok fazla sayıda kanalda yönetmen ve film değerlendirmesi var biliyorum ama onları da izlersem ne şiire, ne de romana vakit kalıyor.

Yorgos Lanthimos filmlerini daha önce hiç izlememiştim. Hakkında biraz okuyup [2] izlemeye başlayınca 2009'da çektiği Dogtooth filminin Arturo Ripstein'ın 1972 tarihli El castillo de la pureza isimli filmden çalıntı olduğunun konuşulduğunu okudum (okumalar, izlemeler iç içe geçiyor farkındayım ama böyle oluyor). Sanatta, edebiyatta çalıntı diye bir şeyin olmadığına inanıyorum [sanki konuya geliyoruz gibi]. Bir felaketin ardından dünyada (en azından kahramanın ulaşabildiği dünyada) tek başına kalan birini/birilerini anlatan herkesi Robinson Crusoe'yu çalmakla suçlamıyorsak başkalarına da bu muameleyi yapmamalıyız bence. Biraz uğraşınca Kafka'yı bile Dostoyevski'nin heybesinden çıkarmak mümkün olur. Michael Haneke'nin kendi filmi Funny Games'i sahne sahne yeniden çekmesi gibi bir durum yoksa (kim böyle bir şey yapar, yapsa ne zararı var, bunu kim izler, bambaşka sorular bunlar) bir fikrin çalınması diye bir şey olamaz. Kimsenin aklına gelmemiş bir fikir bulunabileceğine inancım da sıfır (olacağını aklımdan bile geçirmediğim o kadar çok şey oldu/oluyor ki bu düşüncemin de bir değeri yok aslında).

Bir adam bir kadını ikna edip evleniyor, üç çocuğunu evden hiç dışarı çıkartmadan büyütüyorlar. Sadece fikirle film mi olur arkadaşlar? Böyle distopik bir senaryoda yönetmenden geri kalan her şeyi kendi içinde tutarlı bir şekilde anlatmasını beklemek bana haksızlık gibi geliyor. İçinde yaşadığımız dünyayı bile kendi içinde tutarlı değerler silsilesiyle kavramak, anlatmak kaç felsefecinin yapabildiği bir şey? Her yönetmenden yeni bir Spinoza olmasını beklemeyelim. Olaylar nasıl başladı konusunu açıklamıyor diye film eleştirisi olmamalı, zaten açıklanamaz bir şeyin, bir kısmını anlatıyor yönetmen.

Aynı olayı anlatan iki filmden Ripstein'ın çektiğini daha çok beğendim ben. Emreden baba fiilen ortadan kalktığında bile ailenin ölüm korkusu yaşadığı eve geri dönüşü, kızın köpek dişini kırıp evden kaçmak için yine babasının bagajına saklanmasından daha çarpıcı geldi bana. Lanthimos'un kadrajlarda insanların kafalarını göstermemesini onların aslında birer birey olamamaları gibi okumak mümkün elbette ama sinema seyirlik bir şeyse Ripstein çok daha iyi bir iş çıkartmış. Belki Lanthimos'un diğer filmlerini de izledikten sonra fikrim değişir ve yeni bir yazı yazarım bilmiyorum [yazmayacağına bahse varım].

[1] https://www.nyucel.com/2025/09/platformlar-sanata-erisimi-zorlastrd.html 

[2] https://www.goodreads.com/book/show/57986227-cinema-of-yorgos-lanthimos-the

yapay zeka ve müzik

Çok uzun yıllardır müziği ciddiye alarak dinliyorum. Evde kitap okumuyor veya film izlemiyorsam mutlaka müzik açıktır ama kast ettiğim dinleme başka bir şey yapmadan sadece şarkıya odaklanıp onu anlamaya çalışmak süreci benim için. Çalan bütün enstrümanları ayrı ayrı duymaya ve şarkıyı da bir bütün olarak dinlemeye çalışmak (aktif dinlemek) çok zaman ve çaba isteyen bir iş, en azından benim için. Ankara'da Uğur'la yaptığımız gibi [ne Uğur'muş arkadaş] bir albümü baştan sona neredeyse hiçbir şeyle uğraşmadan bu şekilde dinlemeye kalkınca ne kadar çok zaman ayırsanız da çok fazla grup bilmeye vakti olmuyor insanın. Tabi bir de hayatın geri kalanı var. Derrida'ya ev dolusu kütüphanesi için bunların hepsini okudunuz mu diye sorulduğunda "üç ya da dört tanesini okudum. ama o dördünü çok iyi okudum" demesi gibi ben de az grup biliyorum ama bildiklerimi yapabildiğim kadar iyi anladığımı düşünüyorum. Keşke bir enstrüman çalmayı öğrenmiş olsaydım, eminim ufkumu çok açardı ama başka hayata artık.

Bir müzisyeni, besteciyi veya grubu hayatıma almak çok fazla mesai gerektirdiğinden genellikle yeni grupları hiç bilmiyorum (yeni dediğim bir grup 20. yılını kutluyordu). Bazı müzik türlerini de neredeyse hiç bilmiyorum. Uçan Hollandalı'yı AKM'de izledikten sonra Wagner'i biraz öğreneyim diyerek hakkında yazılmış ve Türkçeye çevrilmiş her şeyi alıp okumuştum. Tabi kendi yazdığı Geleceğin Sanat Eseri'ni ve bütün librettoları da. Nibelung Yüzüğü serisinin 15-16 saat süren temsillerini YouTube'dan izleyip hakkında belki birkaç cümle konuşmuşumdur birisiyle, o kadar. Böyle bakınca aylar süren bu kadar emek neye yarıyor bilemiyorum doğrusu. İnsan ne izledikleri, ne okudukları, ne de dinlediklerinden ibaret, ben de biliyorum ama bunlardan hiç mi iz kalmıyor? Umarım kalıyordur [kocaman rahatsız edici bir sessizlik olmayacak, telaşlanma. sanki konuşamadığın bir zaman mı oldu bugüne kadar?].

Müziği eğer canlı ve akustik dinlemiyorsak çalındığı halini duymadığımız bir gerçek. Aslında aynı salonda farklı bölgelerde oturanlar bile aynı şeyi duymuyor. Söz konusu bir kayıt olunca araya giren ses mühendisleri ve prodüktörler bazen müzisyenleri bile şaşırtan değişiklikler yapıyorlar. Ben hiç dinlemesem bile elektronik müzik diye geniş bir dinleyici kitlesi olan bir tür bile var. Elektro gitarlardaki pedalları çoktan hepimiz kabul etmiş durumdayız ve böyle müzik mi olur demiyoruz.

İnsanlığın geliştirdiği en çok kaynak tüketen araç olan yapay zeka bir zamandır müzik alanına da el atmış durumda. Biz bir derde deva olacak diye beklerken zaten yeterince iyi yapabildiğimiz alanlarda kullanıyoruz yapay zekayı. İklim değişikliği konusu artık kapıdan içeri girmişken komikli vidyolara bu kadar elektrik harcamayı sürdüremeyeceğiz bence. Harcanan bu korkunç derecede enerjiyi görmezden gelirsek (nasıl olacaksa artık) çok güzel işler çıkartılıyor yapay zeka kullanarak. Kendi özgür irademle hiç Zeki Müren dinlememişken aşağıdaki cover'ı çok beğendim örneğin. Bu tarzdaki bir parçada mutlaka olması gereken bas gitar da eklense gümbür gümbür bir şarkı olabilirmiş ama bu hali bile yeterince güzel. Vokaller dahil parçanın tamamı yapay zekayla hazırlanmış diye not düşeyim de öyle dinleyin.

Dinlediğimiz şarkılardaki at seslerine, tren seslerine nasıl tepki göstermiyorsak yapay zekayla oluşturulan parçalara da mesafeli olmayalım derim ben. Arada teknik olarak pek bir fark yok. Sanatta yazılımların kullanılmasına hepten karşı değilseniz (sinema izliyorsanız örneğin) yapay zekalı eserlere de bir şans verin.

7 Kasım 2025 Cuma

Bu kontenjanlarla bir üniversite eğitimi mümkün mü?

Önce mevcut duruma bakalım: 208 üniversitede toplam yedi milyondan fazla öğrencimiz var. Ülkede yaşayan neredeyse 13 kişiden biri üniversite öğrencisi. Seksenlerde halk eğitim merkezlerinde okuma yazma kurslarının açıldığı zamanları hatırlayan biri için hayal etmesi bile çok zor olan bir durum bu. Bu kadar çok insanı meslek öğrensinler diye değil de bilim insanı olsun diye okutmadığımız herkes için açık olmalı. Üniversite mezunlarının sayısını da düşününce bu kadar bilim insanına ihtiyacımız olmadığı gibi istihdam da sağlayamayız onlara. Aradan bilim insanı çıkabilir ama bunu temel hedef değil tesadüfen gerçekleşebilecek bir şey olarak görmek daha mantıklı değil mi? Yok hepsini bilim insanı yapmalıyız diyorsanız yazının gerisini okumayın bence.

Bu gençlere mesleklerinde kullanacakları şeyleri öğretmeyi hedefliyorsak ve bu eğitimin önemli bir kısmını yüz yüze eğitimle yapacaksak sınıfları bu kadar doldurmamalıyız. Öğretim elemanlarına kendisinden daha yararlı taşların kesilmesi için kullanılmak üzere cilalanması gereken önemsiz bir taş parçası olarak bakıyorsak bile (pratikte öyle yapıyoruz, kabul edelim bunu) onlara bu işi yapabilmeleri için daha uygun imkanlar sunmalıyız. Öğretmenliğin bana en çarpıcı gelen yanı birine iade edemeyeceği bir şey verebilme ayrıcalığı. Bir kişi karşısındaki 100 kişiyle ilgilenemez, ilgilenemiyor. Çoğu derslik derslerin öğrenci kapasitelerini karşılayacak durumda bile değil. Zaten bu kadar kalabalık sınıflarda ders dinlemekle youtube'dan ders dinlemek arasında bir fark varsa bu olumlu bir fark değil. Online platformlarda en azından yayını durdurup, çay içip devam edebiliyor öğrenciler.

Ben sınıfların 30 kişi olduğu zamanlarda iki hafta derse gelmeyen öğrenciyi arkadaşlarına sorabiliyordum bir şeyi mi var diye. Şimdilerde mevcutlar 120'lere gelince değil öğrenciyi derste tanımak, onunla bir ilişki kurabilmek, sınavda gördüğümde bizim bölümde mi okuyor ondan bile emin olamıyorum. Eğer öğrencilerle usta-çırak ilişkisi kurulsun istiyorsak (laf öyle olduğu için usta diyorum, yoksa bir ustalık yok elbette) bir hocanın en çok 5-6 kişiyle ilgilenebileceğine ikna olmamız lazım. Kimsenin el kaldırıp soru sormadığı, sorulan soruya cevap vermediği hayalet bir topluluğun önünde konuşmak kadar motivasyon kırıcı, ben burada ne yapıyorum sorusunu sorduran bir ortam düşünemiyorum.

Başka bir düşünme disiplinini kazandırmaya çalıştığımız algoritma ve programlama dersini uzun yıllar anlattım. Dönem başında 100 üzerinden 5'lik zorlukta problemlerle başlayıp sınıfın seviyesi arttıkça problemlerin seviyesini de arttırmayı hedefliyoruz. Kendi özel gayretiyle 100'lük sorular çözebilen çok öğrenci görmüş olsam da sınıf seviyesinin asla 50'ye gelemediğini tecrübe ettim. Dersin sorumlusu olmayı bıraktıktan sonra bir defalığına sadece dört öğrenciye tekrar, bu sefer online, anlattım bu dersi. İlk oturumda 5'lik sorular karşısında hiçbir şey yazamadılar ama dönem bitmeden her biri 85 zorluğundaki, o derste duydukları bir problemi çözdü. Sınıf kontenjanlarını dörde düşürelim demiyorum ama 120 olmuyor arkadaşlar.

Üniversite tercih kataloglarında gördüğünüz sayılar sizi yanıltmasın. O sayıların üzerine yatay geçiş, dikey geçiş ve yurtdışından gelen öğrenciler eklendiğinde 90 görünen mevcutlar 120-130'lara çıkıyor.

Biliyorum insanın üniversiteden alacağı tek şey ders dinlemek değil. Tek başına yaşamayı, insanları tanımayı, birini sevmeyi de akranlarıyla birlikte olunca öğreniyor gençler ama bu ihtiyaçların cevabı aşırı kalabalık sınıflarla dolu üniversiteler değil. Yüksek eğitimin laboratuvar eksikliği, hoca sayısının/kalitesinin yetersizliği, sosyal imkanların azlığı gibi çok sorunu var ama öncelikle sınıfları makul kalabalıklara getirmemiz lazım. Bunun için ya hoca sayısını arttırmamız (bu çok uzun vadeli bir plan) ya da kontenjanları düşürmemiz lazım.

Yazının başlığındaki soruya gelirsek; bence hayır! 

6 Kasım 2025 Perşembe

Theseus'un Gemisi'ne başka taraflardan bakmak

Bir müzik grubunu dinlerken en kolay ayırt edilen enstrüman lead gitar olsa gerek. Cin içerken en kolay anlaşılan tadın ardıç olması gibi [yapma, buraya girme]. Aslında grupların bizden böyle bir talebi yok. Hotel California'yı dinlerken vokalleri davulcunun yaptığına dikkat etmesek parçadan aldığımız keyif azalıyor mu? Böyle bilmemeye övgüye başladığımızda Caravaggio'nun kırmızısından alınacak keyiften vazgeçiyormuşuz gibi geliyor bana. Elbette kahvenin moleküler seviyede özünün nasıl çıktığını bilmeden de espresso içip ne güzel kahve demek mümkün ama neden bilmemeyi seçelim? Öğrenilecek şeylerin bir sınırı olmadığından bir konuyu öğrenmeyi seçince sayısız diğer şeyden de vazgeçmiş oluyoruz [hadi müziğe geri dönelim].

Neredeyse tamamen hard rock, heavy metal dinlediğim dönemde bir gün Uğur'la dinlediğimiz parçadaki bas gitarın sesini ayırt etmiştik. Bu ikimiz için de bir aydınlanma anı oldu. O zamana kadar dinlediğimiz ve bildiğimizi sandığımız albümleri tekrar tekrar dinledik. Artık şarkılarda başka bir sesi de duyabilmek, hem de aynı kayıtları dinlerken, inanılmaz bir mutluluk verdi bize. İnsan hayal edemediği bir şeyin eksikliğini de hissetmiyor ama bir kez o güzelliği görünce eksikliği aklından çıkmıyor [yapma n'olur].

Bir süredir YouTube'da Drumeo kanalını [1] takip ediyorum. Kanal bateristlerle ilgili ama bana çok öğretici ve düşündürücü geliyor.  Yaptıkları serilerden birinde çok ünlü davulculara daha önce dinlemedikleri çok meşhur bir şarkının davul kısmını çıkarıp dinletip, eksik kısmı kendisinin tamamlamasını bekliyorlar. Kanalı ilk izlediğim zamanlar bu parçayı nasıl duymamış olabilirler diye düşünüyordum ama zamanla profesyonel olarak bu işi yapan birinin (eğer grup sürekli cover çalmıyorsa) bizim kadar değişik şeyleri dinlemiyor olması o kadar da beklenmedik bir şey değil gibi gelmeye başladı. Bülent Ortaçgil hayatında hiç Ahmet Kaya dinlememiş mesela. Hem o kadar beğendiğim müzisyenlerin yalan söylediklerine inanmak da istemiyorum. Bazı davulcular ilk defa duydukları parçanın davul kısmını aslına (yani bizim bildiğimiz haline) o kadar yakın çalıyorlar ki izleyicide bu parça sanki sadece bu şekilde çalınabilirmiş hissi oluyor. Belki hassas ayar argümanında bahsedilecek konulardan biri bile olabilir. Newton ve Leibniz'in birbirinden habersiz türev ve integrali neredeyse aynı şekilde icat etmeleri gibi iyi müzik de doğanın içinde ve biz onu olduğu yerden çıkartıyoruz gibi geliyor bana (bazen tabi).

Bazı şarkılarda parçayı hiç duymamış davulcular çok farklı ve yine de parçaya uyan bir performans sergileyebiliyorlar. Theseus'un Gemisi'nde olduğu gibi grubun bir elemanını değiştirince geminin bambaşka bir gemi olduğunu söyleyenlere destek veren bir argüman gibi [konuya gelmeyeceksin sanmıştım]. Bu denemeyi bir adım daha ileri taşıyıp yeni davulcudan sonra bu sefer bas gitarı çıkartıp yeni bir basçıya aynı şarkıyı çaldırıp devam edilse; yani gitarlar ve vokaller de yeni müzisyenlere yaptırılsa hala başlangıçtaki şarkıyı tanıyabilir miyiz sorusu cevaplanmaya değer bir soru olmaz mı? Bütün şarkılar için bunun olmayacağı açık ama yine de öyle şarkılar var ki bu soruya evet cevabını verebiliriz gibi geliyor bana.

İlk defa duyduğun bir parçanın hemen üzerine çalmak bir yanıyla biraz da bizim konuşmamız gibi; bir sonraki notanın ne olacağını bilmeden, hatta bir sonraki nota olup olmayacağını bilmeden yazışmamız gibi.  

Konu müzik grupları olunca grubun bir elemanı değişince hâlâ aynı grup olmaya devam eder mi cevabından kolayca emin olamadığım bir soru benim için. Doğrusu Bonzo'nun ölümünün ardından Led Zeppelin gibi yapıp grubu dağıtmak mı yoksa AC-DC'nin Bon Scott'ın yerine Brian Johnson'u koyup yoluna devam etmesi mi? Dio Ozzy'li dönemden bir parçayı seslendirince sahnedeki grup hala Black Sabbath olmaya devam ediyor mu? Bunları düşünmek yerine dinle geç denilebilir, öyle diyene elbette bir şey demiyorum. Bu kadarına razıysan yaşa gitsin.

The Doors'un tarihi bu soruya yeni bir bakış getiriyor bence. Geminin parçalarından biri eksildiğinde gemi yine aynı gemi olmaya devam eder mi? Gemiden bir kürek denize düşünce artık başka bir gemi mi olur? Morrison 27 yaşında öldükten sonra grup onun yerine bir solist almadan üç kişi olarak albümler çıkarttı. Zaten o hayattayken de vokal yapan Manzarek söyledi şarkıları. Sonuçta eski albümlerinin yanına yaklaşabilen şeyler çıkmadı ortaya. 

Sözlerini Bertolt Brecht'in 1927'de yazdığı ve bir yakın arkadaşının bestelediği ve The Doors'un meşhur ettiği Alabama Song ile bağlayayım bu yazıyı. Zaten bir blog yazısı nereye bağlanabilir ki?

[1] https://www.youtube.com/@DrumeoOfficial

ölçme takıntısı

İlk çıktığı zamandan beri etkileşimli saatleri ve cep telefonlarını günlük faaliyetleri ölçmek, kaydetmek ve sonrasında değerlendirmek için kullanıyorum. Aslında saatleri daha eskiden de severdim. Bir çocuk için saat nasıl tam bir saniyede bir saniye ileri gidiyor sorusu oldukça meraklandırıcı bir konu. Benim için (belki de onlara yetecek param olmadığından) saatlerin markaları, görünüşleri değil de aynı anda birkaç saat dilimindeki zamanları göstermeleri, radyosunun olması gibi özellikleri çekici gelirdi. Ben büyüdükçe saatlerin özellikleri de arttı ve artık kaç adım attım, kaç saat uyudum gibi verileri sürekli takip eder oldum.

Kendime bir hedef koyup onu gerçekleştirmeye çalışmak bana hep motive edici geliyor [eminim bunu başka bir yere bağlayacaksın]. Günde 8000 adım atmalıyım, 8 saat uyumalıyım, iki günde bir kitap hesabıyla yılda 183 kitap okumalıyım, 52 defa sinemaya, 80 defa konsere/tiyatroya gitmeliyim, yılda 500 albüm dinlemeliyim gibi hedefler olunca kedi vidyolarıyla saatler geçirmemiş oluyorum (yine de hiç kedi vidyosu izlemiyorum demiş de olmayayım). İşin doğrusu öyle art arda yazınca bana da ciddi bir disiplinle yaşıyormuşum gibi geldi ama hayatım askeri bir planla geçmiyor aslında. Hedefler yıllık olunca bir müşahhas azim olmaya ihtiyaç duyulmuyor [bu kelimeyi ilk defa cümle içinde kullanıyorsun]. Bazen otobüste, uçakta uyuyorum, okuyorum, daha çok müzik dinliyorum ve planlarda aksayan yerleri kapatmaya çalışıyorum. Hayatım her zaman berrak ve tatsız bir su gibi akmıyor, bir hafta boyunca herhangi bir plan için artı koyabileceğim tek bir şey yapmamış oluyorum örneğin. Çok uzun yıllardır böyle planlar yaptığımdan ne kadar açığı ne kadar zamanda kapatabileceğimi biliyorum ve tedirginliğim hiç olmuyor. Hem benden başka kimseyi etkilemeyen şeyler bunlar; hedefler tutmasa ne olacak sanki? Sonundaki mutluluk da, kısacık hüzün de sadece bende kalıyor. Belki bir psikiyatrist olsam bunlara hayata anlam katma çabası, boşa yaşamıyorum diye atılan bir çığlık belki de diye bakabilirdim bilemiyorum.

Hedef koymaya bu kadar güzelleme yaptıktan sonra yaklaşık bir yıldır saat kullanmayı bıraktığımı da söyleyeyim [bir kere kendine ters düşmesen, itiraz etmesen dişimi kıracağım]. Yürüme ve uyku konusunda topladığım veriyi artık değerlendiremediğime karar verdim. Her iki işlemin de sonradan telafisinin veya önceden stoklanmasının anlamı çok az olduğundan artık olduğu kadar diyorum. Telefon bildirimlerini saatten görmek de çok sevdiğim bir şeydi ama telefonun sesini açarak bu derde de derman buldum. Hem sevdiğim şeylerden illa vazgeçmem gereken zamanlar gelmiyor mu? Saatle kıyaslanmaz ne büyük mutluluklara artık ulaşamıyorum. Saatin artık pek kullanmadığım zamanı gösterme özelliğine ise neredeyse hiç ihtiyacım kalmadı. Örneğin şimdi saatin yaklaşık 03 civarında olduğunu tahmin ediyorum ve bilgisayarın saatine bakınca 03:26 olduğunu görüyorum. Bu kesinlikle ne yapabilirim? 03:42 olsa bir şey değişecek miydi? Benim için hayır! Çok gerekirse telefonda saat var ona bakıyorum. Evdeki fırın gibi aletlerin üzerindeki saatlerin tamamı hatalı ve birbirinden farklı. Hiçbirine güvenerek bakamıyorum bu yüzden.

Belki de çocukluğunda bir otorite görmemiş bir çocuğun kendine bir otorite yaratma hatta kendi kendinin babası olma çabasıdır kendine hedefler koyup onları denetlemesi.

5 Kasım 2025 Çarşamba

"asıl yolculuk geri dönüştür"

Geçen bin yılın sonları. Bir kelebeğin kanadıyla gelen mutlulukların örtülere sarılı bir bedenin güverteden karanlık bir denize kayışı gibi sessizce yok olup gittiği zamanlar [Yazıya buradan başlıyorsan ben artık karışmıyorum]. Başarısızlıklar, en iyisini yapmalar hep peşpeşe. Ya bir koşuşturmanın içindeyim ya da bir sessiz sinema piyanisti gibi hayata dokunmadan eşlik ediyorum. Birkaç yıl neredeyse sadece okuyorum. Hemen hemen her gün il halk kütüphanesindeyim. İki yıl sonra sistem odasında 2000 yılı problemiyle uğraşacağım aklımın ucundan geçmiyor. Bir daha çalışma alanını değiştirmemeye kararlıyım. Halbuki bir değil iki defa değiştireceğim.

Erken seçim öncesi kamuya personel alımının durdurulmasının ardından K. şehrine öğretmen olarak atanıyorum [karışmayayım dedim ama Rus romanlarındaki gibi olsun diye böyle yazınca buranın Kırşehir olduğu anlaşılmıyor mu?]. H. ile tanışıyorum kısacık [bak böyle oldu işte]. Almodóvar'ın filmde söylettiği gibi başına bir mucize gelebilir ve bunu fark etmeyebilirsin gibi bir şey. Görevlendirildiğim köyde yok bile yok. Fotoğraftaki okul binası hala yerinde duruyor. Ben çalışırken ne gece aydınlatması var ne de kaldırım. Dışarıda gürül gürül akan bir dünya varken ben altı ortaokul öğrencisine bozkırın ortasında, bir ev odası için bile küçük sayılacak bir sınıfta matematik anlatıyorum.

Ufak tefek bir kız çocuğunu hatırlıyorum o sınıftan. İlgilenebilsem eminim çok başarılı olacak harika bir öğrenciydi. Ne anlatsam gözlerinden ateşler çıkararak dinlerdi. Üniversitede araştırma görevlisi olarak çalışmaya başlıyorum ve onunla irtibatım da kesiliyor. Değil internet, telefon numarası bile yok ona ulaşacak. Yüz hafızam pek zayıf ama bugün gözümü kapatınca adını bile hatırlamadığım o çocuğun yüzü gözümün önünde. Hayattaki bir büyük pişmanlık benim için.

Bu yıl bir veda turnesi gibi geçmişi yeniden ziyaret ediyorum. Geçen ay 26 yıl aranın ardından İbrahim'le bu köye yeniden gittik. Yol üstü bir yer olmadığından geçerken görülecek bir köy değil ama sağolsun İbrahim çekti kahrımı yine. Zamanla benim öğretmenlik yaptığım okul kantine çevrilmiş ve karşısına yeni ve çok daha büyük bir okul binası yapılmış.

Çok az insan yaşadığından elbette bu okulu dolduramamışlar ve çocuklar ilçeye taşımalı sistemle taşınır olmuş. Öğle arasında evine gidip yemeğini yiyebilecek çocuklar şimdi kim bilir nasıl besleniyor, o yolda nasıl yoruluyorlar. Tabi o dağ köyünde bir okula yetecek kadar öğretmeni çalıştırmak da kolay değil biliyorum. Kimse oralarda çalışmak istemiyor. Haklılar da. Yine de çaresi olmayan işler değil elbette.

Köyde yeni ve büyük bir cami daha yapılmış. Her evin bahçesine beton duvarlar çekilmiş. Kim hangi duvardan atlayıp geçemiyor, bir avuç insan bu duvarlarla kimi kimden koruyor anlamak mümkün değil.

Le Guin'in kast ettiği geri dönüş böyle bir yolculuk değil biliyorum ama herkesin yolculuğu kendine önemli geliyor. Bazen de bir mucize tekrarlıyor.

Wagner'i tanımak için bir okuma listesi

Hakkında en çok okuduğum besteci belki de Wagner'dir. Geçen yıl AKM'de izlediğim Uçan Hollandalı'nın ardından hakkında bulabildi...