25 Ocak 2012 Çarşamba
Uşak'ta Bilişim Fırtınası
Üniversitelerde bilgi teknolojileri konusunda ilgili grupları biraraya getirerek, bilgi teknolojileri altyapısı, kullanımı, eğitimi ve üretimini tüm boyutlarıyla tanıtmak, tartışmak, tecrübeleri paylaşmak ve ortak politika oluşturmak için bir platform olmayı hedefleyen Akademik Bilişim Konferanslarının 14.sü bu yıl 1-3 Şubat tarihlerinde Uşak Üniversitesinde yapılacak. Her AB öncesi yapılan kurslar bu yıl daha önce hiç olmadığı kadar geniş bir yelpazede düzenleniyor. Güvenlik, Linux Sistem Yönetimi, Python, PostgreSQL Veritabanı Yönetimi, Android ve LibreOffice/OpenOffice konularında 4 gün sürecek yoğun bir eğitim dönemi yaşanacak.
2002'de Konya'da, 2006'da Denizli'de, 2007'de Kütahya'da katıldığım; 2008'de Çanakkale'de düzenlediğimiz, 2009'da Şanlıurfa, 2010'da Muğla, 2011'de Malatya'da devam eden seri bu sene de yeni arkadaşlar edinme, eski dostları görme ve tecrübelerin paylaşılmasıyla pek güzel geçecektir eminim.
Önceden verilmiş bir sözünüz yoksa sizi de bekleriz.
22 Ocak 2012 Pazar
İlköğretimde Arapça dersi
Yine bir şahdık şahbaz oluyoruz hikayesi: artık ilköğretim okullarında Arapça yabancı dil olarak okutulacak. Bu konu hakkındaki tartışma 'olsun mu olmasın mı?' etrafında dönüyor ama ben doğru sorunun yapabilir miyiz? olduğunu düşünüyorum. Elbette bu şüphe yabancı dil öğretme konusundaki büyük başarısızlığımızdan kaynaklanıyor.
Durumu kısaca özetleyeyim: neredeyse bütüm anaokullarında ve kreşlerde çocuklar 4-5 yaşındayken İngilizce eğitimine başlanıyor. Kolejlerin hemen hepsinin birinci sınıflarından itibaren İngilizce eğitimi verilmeye başlıyor. Aileler büyük oranda İngilizce öğrensinler diye büyük fedakarlıklar yaparak çocuklarını bu okullara gönderiyorlar. Devlet okullarında dördüncü sınıftan itibaren başlıyor yabancı dil eğitimi. Yabancı dil eğitimi dediysem benim cocukluğumdaki gibi İngilizce, Almanca veya Fransızca'dan biri seçilmiyor artık sadece İngilizce var. Yani lise mezunları arasında İngilizce eğitimi alma süresi en az 9 yıl. Haftada üç saatten 9 yıl! Liseyi bitirmiş ve iki cümleyi bir araya getirebilen öğrenci sayısı ise hepimizin malumu. Herhangi bir konu üzerinde bu kadar fazla duran ve başarısız olan başka bir ülke, başka bir alan var mıdır bilemiyorum ama bizim maksimum seviyede başarısız olduğumuz aşikar sanırım. Yetkim olsa bizim müfredatı hazırlayanların tamamını milli eğitim sisteminden uzaklaştırırdım.
Anadili İngilizce olmayanlara İngilizce eğitimi konusu bütün dünyada çalışılan ve üstesinden gelinmiş bir konuyken bizim hala müfredatlar üzerinde çalışmamız ve hala başarısız olmamız nasıl açıklanır bilemiyorum. Elin oğlu bu konuyu halledeli o kadar zaman olmuş, biz 10 senede bir cümle kurduramıyoruz. Bakın İsveç'te neler öğreniyor çocuklar. İngilizceyi bile öğretemeyen bir eğitim sisteminin Arapçayı öğretebileceğine inanamıyorum doğrusu.
Ben ne kadar İngilizce biliyorsam hepsini üniversite hazırlıkta 8 ayda öğrendim. Demem o ki; yabancı dil konusu atla deve bir şey değil. Ne kadar turistik yer varsa bütün ahali en azından İngilizce biliyor. Bir çok yerde işini görecek kadar ikinci, hatta üçüncü yabancı dil bilen insanlarla karşılaşılabiliyor.
Bu coğrafyada yaşayıp bir cümle Aparça, Kürtçe, Lazca veya Ermenice bilmemek çok zoruma gidiyor. Niye İsveçliler Norveççe, Fince biliyor da biz Yunanca, Bulgarca bir cümleyi bile anlayamıyoruz? Azerice, Kırgızca ya da Türkmence gibi aynı kökenden geldiğimiz dillere bile yabancıyız. Topluluklar birbirlerini anlamayınca yabancılaştırılmaları elbette daha kolay oluyor. İçinde konuşma geçmeyince çalan radyonun Yunan radyosu olup olmadığını ayırt edemeyecek insanlar karşı kıyıdaki kardeşlerimizle başka ülkelerin insanları olduklarına kolayca inanıyorlar.
Keşke çocuklarımıza Arapça dahil bu coğrafyanın diğer dillerini de öğretebilsek ama umutsuzum.
Durumu kısaca özetleyeyim: neredeyse bütüm anaokullarında ve kreşlerde çocuklar 4-5 yaşındayken İngilizce eğitimine başlanıyor. Kolejlerin hemen hepsinin birinci sınıflarından itibaren İngilizce eğitimi verilmeye başlıyor. Aileler büyük oranda İngilizce öğrensinler diye büyük fedakarlıklar yaparak çocuklarını bu okullara gönderiyorlar. Devlet okullarında dördüncü sınıftan itibaren başlıyor yabancı dil eğitimi. Yabancı dil eğitimi dediysem benim cocukluğumdaki gibi İngilizce, Almanca veya Fransızca'dan biri seçilmiyor artık sadece İngilizce var. Yani lise mezunları arasında İngilizce eğitimi alma süresi en az 9 yıl. Haftada üç saatten 9 yıl! Liseyi bitirmiş ve iki cümleyi bir araya getirebilen öğrenci sayısı ise hepimizin malumu. Herhangi bir konu üzerinde bu kadar fazla duran ve başarısız olan başka bir ülke, başka bir alan var mıdır bilemiyorum ama bizim maksimum seviyede başarısız olduğumuz aşikar sanırım. Yetkim olsa bizim müfredatı hazırlayanların tamamını milli eğitim sisteminden uzaklaştırırdım.
Anadili İngilizce olmayanlara İngilizce eğitimi konusu bütün dünyada çalışılan ve üstesinden gelinmiş bir konuyken bizim hala müfredatlar üzerinde çalışmamız ve hala başarısız olmamız nasıl açıklanır bilemiyorum. Elin oğlu bu konuyu halledeli o kadar zaman olmuş, biz 10 senede bir cümle kurduramıyoruz. Bakın İsveç'te neler öğreniyor çocuklar. İngilizceyi bile öğretemeyen bir eğitim sisteminin Arapçayı öğretebileceğine inanamıyorum doğrusu.
Ben ne kadar İngilizce biliyorsam hepsini üniversite hazırlıkta 8 ayda öğrendim. Demem o ki; yabancı dil konusu atla deve bir şey değil. Ne kadar turistik yer varsa bütün ahali en azından İngilizce biliyor. Bir çok yerde işini görecek kadar ikinci, hatta üçüncü yabancı dil bilen insanlarla karşılaşılabiliyor.
Bu coğrafyada yaşayıp bir cümle Aparça, Kürtçe, Lazca veya Ermenice bilmemek çok zoruma gidiyor. Niye İsveçliler Norveççe, Fince biliyor da biz Yunanca, Bulgarca bir cümleyi bile anlayamıyoruz? Azerice, Kırgızca ya da Türkmence gibi aynı kökenden geldiğimiz dillere bile yabancıyız. Topluluklar birbirlerini anlamayınca yabancılaştırılmaları elbette daha kolay oluyor. İçinde konuşma geçmeyince çalan radyonun Yunan radyosu olup olmadığını ayırt edemeyecek insanlar karşı kıyıdaki kardeşlerimizle başka ülkelerin insanları olduklarına kolayca inanıyorlar.
Keşke çocuklarımıza Arapça dahil bu coğrafyanın diğer dillerini de öğretebilsek ama umutsuzum.
21 Ocak 2012 Cumartesi
Meren Beye cevabımdır
Arkadaşım A. Murat Eren'in çağrısına cevap olarak yazdığım kısa yazıyı buraya da koyayım istedim. Hep bildiğiniz şeyler, yeni birşey yok.
18 Ocak 2012 Çarşamba
Google Code-In bizim çocuklar
Google'ın lise öğrencileri için düzenlediği Code-In 8 haftalık yoğun bir çalışma sürecinin ardından dün tamamlandı. Geçen yıl bir ödül alanlar listesi olduğundan bu listedeki iki kardeşimizi yazmıştım. Summer of Code'da olduğu gibi katılımcıların tam adları yazmadığından bu yıl 545 öğrencinin isimlerine bakıp bizim çocukları aşağıdaki kadar görebildim.
Bu genç arkadaşları tebrik ediyor, ileride daha çok görmeyi umuyorum.
Bu genç arkadaşları tebrik ediyor, ileride daha çok görmeyi umuyorum.
- Yusuf Amir Tezcan
- Hüseyin Aksu
- Ömer Faruk Oruç
- Halil İbrahim Azak
- Enes Burhan Kuran
- Ali Rıza Nazlı
- Hüseyin Zengin
Google Code-in ile ilgili istatistikleri yayınladı. Buna göre Türkiye 10 katılımcıyla en aktif ilk 10 ülke arasına girmiş. Yukarıda da belirttiğim gibi code-in'de katılımcıların kendi isimlerini kullanmaları gerekmediğinden diğer 3 kişinin kim olduğunu öğrenemiyoruz. Bunda bizim kaybettiğimiz birşey yok ama onlar ileride code-in'de yer almış olmanın şöhretinden faydalanamayacaklar :(
17 Ocak 2012 Salı
Bir şikayet hatırası
Zamanın birinde Çanakkale'de belediye otobüslerinden birinin şoförüyle tartışmıştım. O zamanlar daha bu mevzulara kafayı takmamayı öğrenememiş olduğumdan, işe gelir gelmez bu elemanı nereye şikayet edebileceğimi araştırdım. Kolayca bir şikayet telefonu (şimdi böyle bir ihtiyacı olanlar için numara 217 58 90 olmuş) buldum. O sinirle telefonun ucundaki arkadaşa durumu anlattım. Daha önce böyle bir şikayette bulunmamış olanlar için söyleyeyim; şikayette bulunanın kendi kimliğini de bildirmesi gerekiyor. Elbette sahte bir kimlik söylemek mümkün ama şikayetin sonucunu bildireceğiz dediklerinde, serde delikanlılık da olduğundan, kendi kimliğimi ve telefonumu verdim.
Aradan bir saat geçti geçmedi, ofisin telefonu çaldı. Arayan benim şikayet ettiğim otobüsün şoförüydü. "Biraz tartıştıysak ne var bunda birader" dedi. Tabi ben otobüste tartıştığım adamla telefonda da (bu elemana ceza verirlerse benim kapıma dayanır mı filan diye düşünmeden) tartıştım ama bu görüşmenin ardından belediyenin şikayet masasını tekrar arayıp "benim kimliğimi neden verdiniz ulan şikayet ettiğim adama" diye sordum. Telefondaki eleman durumun acayipliğini bile anlayamadı.
Sene 2012 ama memlekette hala hiç bir şey değişmediğini görmek pek acı.
Aradan bir saat geçti geçmedi, ofisin telefonu çaldı. Arayan benim şikayet ettiğim otobüsün şoförüydü. "Biraz tartıştıysak ne var bunda birader" dedi. Tabi ben otobüste tartıştığım adamla telefonda da (bu elemana ceza verirlerse benim kapıma dayanır mı filan diye düşünmeden) tartıştım ama bu görüşmenin ardından belediyenin şikayet masasını tekrar arayıp "benim kimliğimi neden verdiniz ulan şikayet ettiğim adama" diye sordum. Telefondaki eleman durumun acayipliğini bile anlayamadı.
Sene 2012 ama memlekette hala hiç bir şey değişmediğini görmek pek acı.
16 Ocak 2012 Pazartesi
Sosyal medyada kişisel bilgiler
Sadece bir sosyal mecrada, sadece tanıdıklarınızla paylaşmak istediğiniz, izin vermediklerinizin görmemesini istediğiniz şeyler var mı? Eğer buna, benim gibi, hayır diyorsanız şu uygulama bilgilerimi kimlerle paylaşıyor diye bir derdiniz yok demektir. Facebook ve twitter ile birlikte kişisel bilgi konusunu yeniden tanımlamak gerekiyor bana kalırsa. Eski kavramlarla düşündüğümüzde çok delice bulduklarımız artık normal şeyler oldu çünkü.
Sosyal medya hesaplarını korumalı tutanlar oraya koydukları fotografları sadece görmesine izin verdikleri insanlar mı görüyor sanıyorlar acaba? Günümüzde en yaygın kullanılan iletişim yöntemleri olan eposta ve cep telefonu bilgilerini saklayanlar neden çekiniyorlar bilemiyorum. Çılgıncasına 'size öyle hayranım ki' telefonları almaktan çekinmeyen birinin (kaç kişi var acaba bu durumda) telefonunu bulunur bir yere yazmamasının açıklaması nedir? Benim numaram basit bir google aramasıyla bulunabiliyor (cv'lerine referans olarak beni yazan öğrencilerim iletişim için numaramı da yazıyorlar ve cv'lerini herkesin ulaşabileceği yerlere bırakıyorlar) ama hiç rahatsızlık vermek için arayan olmadı şimdiye kadar. Zaten arayanın numarası görülebildiğinden artık kimsenin aklından böyle şeyler geçmiyor olmalı. En kötü ihtimalle rehberden bulunabildiğine göre (onu da saklamıyorlardır herhalde) telefon numarasının saklanması gereken bir bilgi olduğunu düşünmemek lazım. Eposta adresini yazmayanlar için söyleyecek birşey bulamıyorum doğrusu. Sene 2012 oldu hala spam almamak için eposta adresini yazmayanlar olduğuna şaşırarak şahit oluyorum.
Facebook ve twitter'ın yanı sıra günlüğünüzü, çektiğiniz fotografları, vidyoları, nerede olduğunuzu, beğendiğiniz yemekleri, içtiğiniz ve beğendiğiniz şeyleri, yazdığınız kodları, aldığınız notları, okuduğunuz makaleleri, dinlediğiniz müzikleri, beğendiğiniz web adreslerini, yapmak istediğiniz şeyleri, düzenleyeceğiniz toplantıları paylaşabileceğiniz bunca alan mevcutken hala buralara yazılan şeyleri saklamaya çalışmamak lazım artık. Bütün bunlar eskiden de sakladığımız şeyler değildi ama duyuracak mecralar yoktu.
Hiç mi özel hayat kalmadı diye soran olmaz ama olursa ;) 10 yaşındaki oğluma verdiğim tavsiyeyi yazayım: birilerinin görmesini istemediğin şeyi paylaşma.
Sosyal medya hesaplarını korumalı tutanlar oraya koydukları fotografları sadece görmesine izin verdikleri insanlar mı görüyor sanıyorlar acaba? Günümüzde en yaygın kullanılan iletişim yöntemleri olan eposta ve cep telefonu bilgilerini saklayanlar neden çekiniyorlar bilemiyorum. Çılgıncasına 'size öyle hayranım ki' telefonları almaktan çekinmeyen birinin (kaç kişi var acaba bu durumda) telefonunu bulunur bir yere yazmamasının açıklaması nedir? Benim numaram basit bir google aramasıyla bulunabiliyor (cv'lerine referans olarak beni yazan öğrencilerim iletişim için numaramı da yazıyorlar ve cv'lerini herkesin ulaşabileceği yerlere bırakıyorlar) ama hiç rahatsızlık vermek için arayan olmadı şimdiye kadar. Zaten arayanın numarası görülebildiğinden artık kimsenin aklından böyle şeyler geçmiyor olmalı. En kötü ihtimalle rehberden bulunabildiğine göre (onu da saklamıyorlardır herhalde) telefon numarasının saklanması gereken bir bilgi olduğunu düşünmemek lazım. Eposta adresini yazmayanlar için söyleyecek birşey bulamıyorum doğrusu. Sene 2012 oldu hala spam almamak için eposta adresini yazmayanlar olduğuna şaşırarak şahit oluyorum.
Facebook ve twitter'ın yanı sıra günlüğünüzü, çektiğiniz fotografları, vidyoları, nerede olduğunuzu, beğendiğiniz yemekleri, içtiğiniz ve beğendiğiniz şeyleri, yazdığınız kodları, aldığınız notları, okuduğunuz makaleleri, dinlediğiniz müzikleri, beğendiğiniz web adreslerini, yapmak istediğiniz şeyleri, düzenleyeceğiniz toplantıları paylaşabileceğiniz bunca alan mevcutken hala buralara yazılan şeyleri saklamaya çalışmamak lazım artık. Bütün bunlar eskiden de sakladığımız şeyler değildi ama duyuracak mecralar yoktu.
Hiç mi özel hayat kalmadı diye soran olmaz ama olursa ;) 10 yaşındaki oğluma verdiğim tavsiyeyi yazayım: birilerinin görmesini istemediğin şeyi paylaşma.
13 Ocak 2012 Cuma
Daha iyi gönderim (commit) mesajı yazmak
Uzun süredir svn kullanan bir ekip olarak git kullanmaya geçince bazı alışkanlıklarımızı değiştirmemiz gerekti. Bundan sonra aramıza katılacak arkadaşlar için de link verebilelim diyerek burada bir kaç noktaya dikkat çekmek istiyorum.
Aslında hangi sürüm takip sistemini kullanırsak kullanalım gönderim (commit) mesajları büyük önem taşıyor. Kullandığımız sistem izin veriyor olsa bile boş mesajla gönderim yapmamak lazım. Yaptığımız işi tanımlayan ama kodu da tekrar etmeyen mesajlar yazmak kolayca alışkanlık haline getirebileceğimiz bir şey. İyi gönderim mesajları gözden geçirme sürecini kolaylaştıracağı gibi sürüm notları hazırlarken de en iyi yardımcınız olacaktır. Yazdığınız kodu ileride sürdürmesi gerekecek biri olacaksa ondan (belki de siz olacaksınız bu kişi) alacağınız dualar yazdığınız gönderim mesajları doğrultusunda olacaktır ;)
Hakkında konuştuğumuz mesajlar temelde iki bölümden oluşuyor:
Aslında hangi sürüm takip sistemini kullanırsak kullanalım gönderim (commit) mesajları büyük önem taşıyor. Kullandığımız sistem izin veriyor olsa bile boş mesajla gönderim yapmamak lazım. Yaptığımız işi tanımlayan ama kodu da tekrar etmeyen mesajlar yazmak kolayca alışkanlık haline getirebileceğimiz bir şey. İyi gönderim mesajları gözden geçirme sürecini kolaylaştıracağı gibi sürüm notları hazırlarken de en iyi yardımcınız olacaktır. Yazdığınız kodu ileride sürdürmesi gerekecek biri olacaksa ondan (belki de siz olacaksınız bu kişi) alacağınız dualar yazdığınız gönderim mesajları doğrultusunda olacaktır ;)
Hakkında konuştuğumuz mesajlar temelde iki bölümden oluşuyor:
- Yapılan işin özeti
Bunun gerçekten bir özet olması lazım. 50 veya daha az karakterden oluşan bir mesaj yazamıyorsanız büyük ihtimalle atomik bir gönderim yapmıyorsunuz demektir. Bu gönderim mesajının değil bir sürüm takip sistemi kullanmanın bir konusu olduğundan üzerinde çok durmak istemiyorum ama 'geri alındığında sadece bir yeniliğin/özelliğin/düzeltmenin dışında hiç bir şeyin değişmeyeceği' gönderimler yapmanın önemini de vurgulamadan geçmeyeyim.
Eğer yazdığınız gönderim mesajı bir hata takip sistemiyle bağlantılıysa yaptığınız değişikliğin hangi hatayı kapattığını, iyileştirdiğini de belirtmeniz gerekir.
Özet kısa olacak diye sadece 'bir hata düzeltildi', 'yapılandırma düzeltildi', 'yeni özellik eklendi' gibi anlamsız ve boş mesajla aynı anlama gelen metinler girilmemeli. Bunu insan okuyacak diye düşünüp ona göre 'parola kontrolü hatası düzeltildi', 'yapılandırmada kullanılmayan secenekler temizlendi', 'kaydetmeden cikma ozelligi eklendi' gibi okuyana birşey ifade eden mesajlar yazılmalı.
Mümkün olduğunca kızgın gönderim mesajları yazmamalı. 'Lanet olası hata, lanet olası bir şekilde çözüldü' gibi ifadeleri alt yazı çevirilerinde bırakmak en iyisidir.
- Bunun neden yaptığınızın açıklaması
Bu ikisi arasında bir satır boşluk olması ve her satırın en fazla 72 karakter uzunluğunda olması uygun olacaktır.
Yukarıda bir cümle ile özetlediğiniz değişikliği neden yaptığınızın açıklamasını buraya yazmalısınız. Buraya yazdığınız mesajların birlikte çalıştığınız ekibin geri kalanıyla bir iletişim yöntemi (hem de kalıcı) olduğunu aklınızdan çıkarmamalısınız. Hatta ekibin önemli bir kısmının (eğer imkanı varsa) yazdıklarınızı RSS ile bazılarının sadece eposta ile okuduğunu, yazdığınız koddan önce buraya yazdıklarınızı göreceklerini düşünerek yazmalısınız.
Elbette yapılan işin açıklaması olacak diye yazdığınız kodu okuyan birinin açıkça anlayacağı şeyleri (iki değişkenin değerleri birbirine aktarıldı gibi) yazmamak gerekir.
Biraz özen gösterildiğinde çok daha iyi gönderim mesajları yazmak zor olmayacaktır.
10 Ocak 2012 Salı
Galaxy S'i 3310 gibi kullanmak
Akıllı telefon dediğimiz kocaman ekranı olan, GPS, bluetooth, wifi ve 3g ile bağlantı kurabilen, fotograf çeken, üzerinde işletim sistemi koşturan ve dünyanın parasını verip aldığımız cihazların en ciddi problemleri şarj sürelerinin kısa oluşu. Bütün bu özellikleri açarak kullandığınızda şarjı bir tam gün giden telefon yok benim bildiğim.
Ben bir yıldan fazla zamandır Samsung Galaxy S kullanıyorum. Üzerinde Samsung'un kendi romu yerine CyanogenMod 7.1 var. İşin doğrusu telefondan ve Android'ten çok memnunum ama sabahtan evden çıkarken şarjdan aldığım telefonu akşam işten dönünce yine şarja takmak deli ediyor beni. Wifi ve 3g kapalı olunca şarj süresinin uzayacağını tahmin ediyordum (GPS'in lafını hiç açmıyorum bile) ama ne kadar uzayacağını da kestiremiyordum açıkçası. Bunu görmek için 6 gün telefonumu 3310 gibi kullandım. Bütün kablosuz bağlantıları kapattım, fotograf çekmedim. Sadece sabahları çalan alarmı kullandım. Telefonla konuşma sıklığım değişmedi elbette.
Evet telefonu 3310 gibi kullanınca şarjı bir haftaya yakın dayanıyor (hala %24 şarjı var) ama o zaman da bu kadar parayı neden verdim diye düşünüyor insan.
Ben bir yıldan fazla zamandır Samsung Galaxy S kullanıyorum. Üzerinde Samsung'un kendi romu yerine CyanogenMod 7.1 var. İşin doğrusu telefondan ve Android'ten çok memnunum ama sabahtan evden çıkarken şarjdan aldığım telefonu akşam işten dönünce yine şarja takmak deli ediyor beni. Wifi ve 3g kapalı olunca şarj süresinin uzayacağını tahmin ediyordum (GPS'in lafını hiç açmıyorum bile) ama ne kadar uzayacağını da kestiremiyordum açıkçası. Bunu görmek için 6 gün telefonumu 3310 gibi kullandım. Bütün kablosuz bağlantıları kapattım, fotograf çekmedim. Sadece sabahları çalan alarmı kullandım. Telefonla konuşma sıklığım değişmedi elbette.
Evet telefonu 3310 gibi kullanınca şarjı bir haftaya yakın dayanıyor (hala %24 şarjı var) ama o zaman da bu kadar parayı neden verdim diye düşünüyor insan.
Hangi Masaüstü Ne Kadar Türkçe Konuşuyor? -3-
Geçen yıl Mart ve Mayıs aylarında masaüstü ortamlarının Türkçeleştirilme oranları hakkında yazılar yazmıştım. Bu yazılımların gelişimi sürdüğünden çevirilerinde sürekli güncellenmesi gerekiyor. Bir masaüstü ortamı bir sefer %100 yerelleştirildiğinde iş bitmiş olmuyor yani ;)
Bakalım şimdi ne durumdayız:
KDE: İki büyükten biri olan KDE'nin Türkçeleştirilme oranı %82.28. Büyük ve hızlı güncellenen bir proje olduğundan yerelleştirilme oranının geçen yıl olduğu seviyede kalması bile üzerinde çalışıldığının bir göstergesi. Yapılacak çok iş var.
LXDE: Geçen yıl tamamı yerelleştirilmiş olmasına rağmen aradan geçen sürede fazla ilgilenilmeyince bu oran %90'a düştü. Hızlıca eski seviyesine getirilebilir ama çalışmak lazım.
Enlightenment: Neredeyse bir yıldır güncellenmemiş olmasına rağmen çeviri oranı hala %100.
Fluxbox: Henüz yeni bir sürüm çıkmadığından çeviri oranı hala %100.
XFCE: Geçen yıl çıkan 4.8 sürümünün Türkçe çeviri oranı %100. Üzerinde çalışılan 4.10 sürümünün ise %92'si çevrilmiş durumda. 11 Mart'ta duyurulacak 4.10 için %100'lük çeviri hedefi yakalanır diye tahmin ediyorum.
Gnome: Hem kararlı hem de geliştirme sürümlerinin çeviri oranları birbirine çok yakın; hepsi %90 civarında. Bu kadar büyük proje için oldukça başarılı bir durum olsa da çok hızlı güncellendiğinden sürekli çalışma istiyor Gnome da.
Çeviri ekiplerine nasıl katılabilirim diyenler bu serinin eski yazılarına bakabilirler.
Bakalım şimdi ne durumdayız:
KDE: İki büyükten biri olan KDE'nin Türkçeleştirilme oranı %82.28. Büyük ve hızlı güncellenen bir proje olduğundan yerelleştirilme oranının geçen yıl olduğu seviyede kalması bile üzerinde çalışıldığının bir göstergesi. Yapılacak çok iş var.
LXDE: Geçen yıl tamamı yerelleştirilmiş olmasına rağmen aradan geçen sürede fazla ilgilenilmeyince bu oran %90'a düştü. Hızlıca eski seviyesine getirilebilir ama çalışmak lazım.
Enlightenment: Neredeyse bir yıldır güncellenmemiş olmasına rağmen çeviri oranı hala %100.
Fluxbox: Henüz yeni bir sürüm çıkmadığından çeviri oranı hala %100.
XFCE: Geçen yıl çıkan 4.8 sürümünün Türkçe çeviri oranı %100. Üzerinde çalışılan 4.10 sürümünün ise %92'si çevrilmiş durumda. 11 Mart'ta duyurulacak 4.10 için %100'lük çeviri hedefi yakalanır diye tahmin ediyorum.
Gnome: Hem kararlı hem de geliştirme sürümlerinin çeviri oranları birbirine çok yakın; hepsi %90 civarında. Bu kadar büyük proje için oldukça başarılı bir durum olsa da çok hızlı güncellendiğinden sürekli çalışma istiyor Gnome da.
Çeviri ekiplerine nasıl katılabilirim diyenler bu serinin eski yazılarına bakabilirler.
7 Ocak 2012 Cumartesi
Kitapların lisansları
Yazılımların nerede, nasıl kullanılabilecekleri, dağıtım ve kopyalamalarının nasıl yapılacağı ile ilgili kısıtlamalar getirilebildiğini biliyoruz. Elbette bu kısıtlama ifadeleri yanlızca yazılımlarla sınırlı değil. Geçen gün 'Yeni Kamusal Mal: Özgür ve Açık Kaynak Kodlu Yazılım' isimli kitabın iç kapağındaki kısıtlama dikkatimi çekti. İçinde Genel Kamu Lisansı'nın Deniz Akkuş tarafından yapılan çevirisi de bulunmasına rağmen yazarın yazılı izni olmadan alıntı yapılmasının yasak olduğu yazıyordu. Bunun üzerine hala elimden çıkaramadığım kitaplığımda kısa bir araştırma yapayım istedim. Diğer kitaplarda bulduğum kısıtlama bilgilerini aşağıdaki gibi sınıflandırmak mümkün görünüyor.
- Hiç bir kısıtlama metni içermeyenler
Bunlar kitapların çoğunluğunu oluşturuyor. Yayınlanma tarihleri eskiye gittikçe kısıtlama metinlerinin daha seyrek yeraldığını görmek mümkün. Otuz kırk yıl önceki kitapların çok azında böyle ifadeler var. Bir çoğunda yayın haklarının kime ait olduğu bilgisi bile yok. Bazılarında hangi matbaada basıldığı, nerede dizildiği bilgileri var, o kadar. Bunlar o kadar çok ki örnek vermek manasız olacak.
- Sadece yayın haklarının kime ait olduğu bilgisini içerenler
Bu gruptaki kitaplarda yayın hakkı kime ait bilgisi var sadece. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın 'Beş Şehir' kitabının kapağında şu ifade var sadece:
Beş Şehir'in yayın hakları Dergah Yayınları'na aittir.Ingvar Ambjørnsen'nin Beyaz Zenciler kitabında biraz daha fazla detay var:
Bu kitabın yayın hakları yazar tarafından Ayrıntı Yayınları'na iki adet lületaşı pipo karşılığında verilmiştir.İlk iki gruptaki kitapların yayıncıları, yayın hakkı sahipleri yasaların kendilerine sağladığı hakların dışında birşey istemiyorlar. Hatta bazılarının sahip oldukları bu hakları bile çok önemsemediklerini kabul etmek hatalı olmayacaktır. Yasal hakların dışında bir şey talep etmelerinin imkanı olup olmaması ayrı bir tartışma konusu tabi.
- Yaşasın FOTOKOPİ
Bu kategoride benim bildiğim/bulabildiğim kitap yayınlayan tek yayınevi Altı Kırkbeş. Bütün kitapların kapaklarında aşağıdaki ifade var. Ben J.R.R. Tolkien'in Güç Yüzüklerine Dair kitabından alıntılıyorum:
Bu çevirinin tüm haklarını sahiplendik. Tanıtım alıntıları dışında -makul boyutlarda- izinsiz çoğaltılması ahlak kurallarına ve yasalarımıza göre aykırı sayılmaktadır. Böyle bir harekete kalkışmak istediğinizde önce bize sorarsanız uygar dünya adına seviniriz.
P.S.: Tüm fotokopi fanzinler, yukardaki açıklamadan bağımsızdır. Onlar istedikleri altıkırkbeş kitabını veya metnini çoğaltabilir, bozup yeniden yaratabilir. Okurlarımızı yasal dergileri değil "fotokopi fanzinleri" izlemeye çağırıyoruz. Onlar sizi uçurumdan aşağı itecek güce sahiptirler ve uçmayı öğrenmenin zamanı geldi. Yaşasın FOTOKOPİ, Yaşasın KAOS.Okumaya alışık olduğumuz soğuk ve kısıtlayıcı metinlerin çok dışındaki bu ifadeler sadece elinizde tuttuğunuz kitabı ve yayınevinin diğer kitaplarını değil başka türlü bir hayat tarzına işaret etmektedir.
- Yardım etmeye çağıranlar
Bunlara örnek olarak Aziz Nesin'in Pırtlatan Bal kitabınından alıntı yapıyorum:
BU KİTABIN TELİF HAKLARI NESİN VAKFININDIR.
Aziz Nesin, Türkiye'de ve başka ülkelerde yayınlanacak kitaplarının, sahnelenecek oyunlarının, filme alınacak eserlerinin, iç ve dış radyo ve televizyonlarda temsil ve yayınlarından elde edilecek telif haklarını tümüyle NESİN VAKFI'na bağışlamıştır. NESİN VAKFI'nın amacı vakfın yurduna her yıl alınacak dört kimsesiz ve yoksul çocuğu, ilkokuldan başlatarak yüksek okulu, meslek okulunu bitirinceye ya da bir meslek edininceye dek, her türlü gereksinimlerini karşılayarak barındırmak, yetiştirmektir. NESİN VAKFI'nın senedi gereğince, bu vakfın amacına uygun olmak koşuluyla, her dileyen her türlü yardım, katkı ve bağışta bulunabilir.
İsteyenlere şu adresten Nesin vakfı broşürü gönderilir.
Burada sadece neleri yaparsanız telif ücreti ödemeniz yerektiği anlatılmamakta, vereceğiniz paranın nereye harcanacağı da belirtilmektedir. Buradaki hedefin yasaların yeterince koruyamadığı hakların insanların ikna edilmesiyle bir nebze de olsun korunabilmesinin sağlanması olduğunu tahmin ediyorum.
- Alıntı yapılamaz
Buradan sonra kısıtlama ifadelerini görmeye başlıyoruz. Bunlarının en kısaları sadece alıntıya izin vermeyenler. Sadece bu uyarıyı yazanlar izinsiz çoğaltmanın öntanımlı yasal hakları olduğunu düşündüklerinden çoğaltma ile ilgili bir şey yazmaya gerek görmemiş olmalılar. Barış Tut'un Kocaman Bir Adam kitabında sadece şu ifade var:
Yayıncının yazılı izni olmaksınız herhangi bir alıntı yapılamaz.1974 yılında yayınlanmış Paul Baran'ın Büyümenin Ekonomi Politiği kitabında da aynı manaya gelebilecek şu ifade var:
Türkiye'de yayın hakkı dr. ergin günçe'ye aittir, izin alınmadan kısmen de yayınlanamaz.IDEA yayınlarından çıkan Felsefe Tarihi'nde ise içeriğe uygun bir ifade var:
Tüm hakları saklıdır. Bu kitabın hiçbir bölümü yayımcının ön izni olmaksızın yeniden üretilemez.Kitap yayınlamanın da bir üretim, emek işi olduğu vurgusu var burada.
- Kısa alıntıya izin var ama çoğaltılamaz
Kitabın tanıtılması için kısa alıntı yapılmasına engel olmamak bence çok mantıklı. Zaten kim koca kitabın tamamını alıntı diye yayınlamaya kalkar ki? Sabahattin Kudret Aksal'in Öyküler kitabında bu kısıtlama şu şekilde yeralıyor.
Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.
Bir dönem çok moda olan bu kısıtlamanın yayınevlerinin değişen polikitaları gereğince dönem dönem değişiklik geçirdiğini de not edeyim. Örneğin Robert Musil'in Niteliksiz Adam'ının birinci cildi 1999'da yayınlandığında böyle bir metin içermemesine rağmen 10 yıl sonra çevrilen ikinci cildinde bu ifade mevcut. Burada çoğaltma yöntemlerinin detaylarına girilmediğini sadece hiçbir yolla diyerek geçildiğini görüyoruz. Biraz aşağıda daha detaylı kısıtlamalar göreceğiz.
- Görsellere de izin yok
Bu kısıtlama görsel içeren kitapların bazılarında var. Süleyman Sevinç'in Tübitak popüler bilim kitapları serisinden çıkan Enigma'ında şöyle diyor:
Bu yapıtın bütün hakları saklıdır. Yazılar ve görsel malzemeler, izin alınmadan tümüyle veya kısmen yayımlanamaz.
Kitaptaki görsellerin tamamı başkalarından izin alınarak kullanıldığından yayıncı bu ilave uyarıyı yapması gerektiğini düşünmüş olmalı. Burada metin ve görseller birbirinden ayrı düşünülmeye başlanmış oluyor.
- Çevirisi de yasaktır
Bazı telif eserlerde görebildiğimiz bu ifade yayımcının sadece yurt içinde değil, tüm dünyadaki baskılar için izin istediğini anlatıyor. Abdurrahman Demirtaş'ın Ansiklopedik Matematik Sözlüğü adlı kitabın iç kapağında şunlar var:
Bu eserin tüm hakları BTK; Bilim Teknik Kültür Yayınlarına aittir. KTK Yayınlarından yazılı izin alınmadan kısmen veya tamamen alıntı yapılamaz; teksir, fotokopi, baskı veya herhangi bir şekilde çoğaltılamaz ve tercüme edilemez.
Kitabın bir ansiklopedi olduğu göz önüne alındığında kısmen tekrar edilmemesinin imkanı yoktur gibi görünüyor. Hele başka diller de hesaba katılınca çok sayıda ihlal bulunabilir gibi geliyor bana.
- Depolanması yasaktır
En çılgın yasaklardan biri bu bence. Ziya Baran'ın 30. baskısını yapmış Başarıyı Keşfedin kitabında bu ilginç kısıtlama var:
Bu kitabın tamamının ya da bir kısmının, kitabı yayınlayan şirketin önceden izni olmaksızın, elektronik, mekanik, fotokopi ya da herhangi bir kayıt sistemi ile yayımlanması ve depolanması yasaktır.
Depolanması nasıl kontrol edilir, niye yasaktır anlamak çok zor. Elimiz değmişken bunu da yasaklayalım demişler herhalde.
- Derlemeye almak ve sese dönüştürmek yasaktır
Şiir ve hikaye kitaplarına getirilmek istenen yasaklardan biri seçkilere ve antolojilere alınmasının yasak olması. Murathan Mungan'ın Mırıldandıklarım kitabında bu yasak şu şekilde ifade edilmiş:
Kitaptaki şiirlerin herhangi bir derleme ya da antolojide yer alması, kasete okunması, yabancı dile çevirisi ve her tür benzeri kullanımı yazarın iznine bağlıdır.
Getirilmek istenen bu yasakların yeniden üretimin ticari olup olmaması arasında ayrım yapmaması dikkat çekici bir nokta. Bir şairin şiirlerini ancak onun kitaplarından okuyabilmek oldukça kısıtlayıcı bir durum elbette. Günümüzde böyle bir kısıtlamayı kendi kitabına koyan kişi ancak kendini kandırmış olur. Pratikte facebook ve twitter'da yapılan paylaşımlar için izin alınması söz konusu olamaz herhalde.
- Üretimi yasaktır
Kitapta yazılanları uygulayıp bir üretim yapmanın önüne geçilmek istediği kitaplarda var benzer uyarılar. İbrahim Adnan Saraçoğlu'nun Bitkisel Sağlık Rehberi'nde
Bu kitabın her türlü yayın hakkı, Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince, Prof.Dr. İbrahim Adnan Saraçoğlu'na aittir. Eser sahibinin, yazılı izni olmaksızın hiç bir yolla çoğaltılamaz ve kaynak gösterilerek dahi alıntı yapılamaz ve de kullanılamaz. Bu kitapta yayınlanmış olan bilgiler ve bitkilerin hazırlama ve hazırlandıktan sonraki tüketim şekilleri de uzun araştırmalar sonucunda ortaya konmuş orjinal nitelikte yeni bilgiler ve buluşlardır. Tüm orjinal nitelikteki yeni bilgiler, üçüncü şahıslar tarafından üretim, reklam ve tanıtım amaçlı olarak dahi, eser sahibinin yazılı izni olmaksızın kesinlikle kullanılamaz.
Bu kısıtlamalardan sonra nane-limon hazırladığınızda bile yazanların dışına çıkmış oluyorsunuz aslında. Hem madem kimsenin uygulamasını istemiyorsunuz veya kullanmak için özel tecrübe gerekiyor, bu kitap niye yayınlanıyor anlamak mümkün değil.
- İşlenilemez ve kullanılamaz
Nazım Hikmet'in bütün kitaplarını yayınlamış olan Adam Yayınlarının uyarısı şöyle:
Nazım Hikmet'in tüm yapılarının Türkiye'de yayın ve temsil hakları Anadolu Yayıncılık A.Ş.'nindir. Anadolu Yayıncılık A.Ş.'den yazılı izin alınmadan Nazım Hikmet'in hiçbir yapıtı parça ya da bütün olarak yayımlanamaz, tiyatro, film ya da radyo ve televizyona uyarlanamaz ve başka biçimlerde işlenemez ve kullanılamaz.
Bu ülkenin en önemli edebiyatçılarından birinin eserlerinin kullanımı ölümünden neredeyse elli yıl sonra bile bir şirketin iznine bağlı olması kötü bir şaka gibi. Yakın zamanda Yapı Kredi Yayınları bu hakların hepsini satın aldı. Durumun vahameti hakkında A. Murat Eren'in yazısına göz atmak isteyebilirsiniz.
Bu kısıtlama heveslerinin neredeyse hepsi yayıncılara ait. Çok az durumda yazarın duruma müdahalesi var. Aslında yazara sorulsa o en geniş kitlelere ulaşabilmek için en kısıtlamanın olmasını tercih edecektir muhtemelen.
Yayımcıların özgür yazılım dünyasından öğrenecekleri çok şey var. Ticari olarak yeniden üretimin izne bağlı olması, aksi durumlarda türetmeye ve dağıtmaya izin verilmesi yakın gelecekte daha fazla karşılaşacağımız bir tavır olacak.
6 Ocak 2012 Cuma
comu pardus yansı ve depoları artık hizmet dışı
Pardus'un kurulan ve çalışan iso kalıplarını bulundurduğumuz ftp yansısı ve paket depolarının comu yansıları bundan böyle hizmet vermeyecektir. Eğer bu sunucuları kullanıyorsanız paket yöneticinizde gerekli düzenlemeleri yapmanız güncellemeleri kaçırmamanız açısından faydalı olacaktır.
Paket yöneticisini öntanımlı ayarlarıyla kullanan Pardus kullanıcılarını etkileyen bir şey olmayacaktır.
Paket yöneticisini öntanımlı ayarlarıyla kullanan Pardus kullanıcılarını etkileyen bir şey olmayacaktır.
5 Ocak 2012 Perşembe
Eleştiriye cevap vermemenin 42 yöntemi
- Gramer ve dil bilgisi hatalarından bahsedin.
- Yazım dilini eleştirin.
- Kaleye sen geç.
- Hatasız kul olmaz.
Burada önemli bir incelik var, bunu kaçırmayın. "Elbette bizim de hatalarımız oldu, zaten bu işleri hatasız yapmanın yöntemi yok" dedikten sonra konunun üzerinde durmayın artık. Nasılsa sizin bu kendini bilir halinizden sonra "neymiş o hataların? Benim eleştirilerim de onlardı zaten. Neyi savunuyorsun sen?" diyemezler. Diyelim ki fırıncısınız ve yaptığınız ekmekleri yiyenler zehirlendi. "5 yıldır bu işi yapıyorum elbete benim de pişmanlıklarım, hatalarım var" dediniz mi artık kim üzerinize gelebilir? İlla üzerinize gelen edepsizler olursa onlara da "sen 5 senede hiç mi hata yapmadın?" diyerek son noktayı koyabilirsiniz.
- Sen eskiden şunu yapmadın mı, bunu demedin mi?
Saldırganın eleştirilerine cevap vermek yerine onu geçmişiyle vurmayı deneyin. Mutlaka mazisinde, konuyla ilgisi olsun olmasın, bir hatası olmuştur. "sen önce kırmızı ışıkta geçmekten vazgeç sonra gel tartışalım" dediğinizde eğer zamanı geri alıp hatasını düzeltemiyorsa, ki bu oldukça zor bir iştir, tartışmayı sürdürmesine imkan kalmamış olur. Hakkında konuşabileceğiniz bir hatasını bilmiyorsanız yine çareler tükenmiş değil: yapmadığı bir şeyi neden yapmadığını sorgularsınız o zaman. "sen Amerikanın İncirlik üslerine karşı çıkmayan birisin bundan mı rahatsız oldun?" gibi bir söz elinizi çok güçlendirecektir. "Ne alakası var" diye soran yine kaybeder; artık onu yöntem üzerinde tartışmananın uçsuz bucaksız çöllerinde dolaştırıp durabilirisiniz.
- Ben o eleştirdiğin şeyi yaptım ama sen ne yaptın?
"Yıllardır yediğiniz ekmeği ben yapıyorum, bu arada sen ne yaptın anlat bakalım" cümlesine "ulan ben de ekmeği iyi yapmadın diyorum işte" demek yerine kendi yaptıklarını anlatmaya kalkışacak çok saldırgan bulursunuz. Bir kez paçasından yakaladığınız birini ilk eleştiri noktasına geri getirmeden saçma sapan yerlerde oyalayabilirsiniz.
- Eleştirinin taraflarından olmayan biri hakkında ileri geri konuşun.
Belki o da tartışmaya dahil olur ve konu sizin eleştirildiğiniz noktadan başka bir alana taşınır. "Ben bu fırın işine girerken Tarkan da ortak olmak istemişti ama onun yanındaki kurtla iş mi yaparım ben" dediniz mi lafınız mutlaka Tarkan'a ulaşacaktır, malum internette her şey çabuk duyulur. Bir kere Tarkan öyle bir şey oldu mu, olmadı mı diye ortama geldi mi tarihin karanlık sayfalarına hep birlikte derinlemesine bir tur atma imkanınız olur ve eleştirildiğiniz konu araya kaynar gider. Bu olmazsa "Yüzbaşı Volkan daha kötü ekmek yapıyor ona bir şey demiyorsunuz" diyerek konuyla ilgisi olmayan birini tartışmaya çekmeyi deneyebilirsiniz. Oldu da Volkan da tartışmaya girmezse haklı olduğunuz için söyleyecek söz bulamadığını söyleyebilirsiniz. Böyle olursa hem size yöneltilen eleştiriyle ilgilenmemiş hem de ortada olmayan bir tartışmadan zaferle çıkmış olursunuz.
- Meyve veren ağaç taşlanır.
Artık sözü, anlaşılmayan dahilerden mi açarsınız, yoksa Seyit Onbaşı ile aranızdaki benzerliklerden mi bahsedersiniz size kalmış. Ne fedakarlıklarla her bu işi yaptığınızı ve eleştirilmenizin de iyi iş yaptığınızın göstergesi olduğunu söylediniz mi lafı gediğine koydunuz demektir. Bu harika argümanı kullanmış ve tartışmayı kazandığını düşünmemiş çok az insan vardır.
- Bir konuşursam Türkiye yerinden oynar havası estirin.
İşinizin ne derece önemli olduğundan bağımsız olarak konuşursanız birilerini üzeceğinizi ve bunu istemediğnizi ima edin. Bu sayede hem saygı kazanır hem de eleştirilere cevap vermemenizin haklı bir bahanesi olduğu havasını estirebilirsiniz.
- Bu girdinin başlığı gibi kendi içinde hatalar içeren bir cevap verin.
Temel hedefinizin saldırganları konudan uzaklaştırmak olduğunu unutmayın. Nasılsa "ulan 42 yöntem demiştin burada şu kadar yöntem var" diyen biri çıkar. Konuyu hemen sayılar teorisine filan getirip sizi eleştiren kötü niyetliyi alakasız sulara çekip boğabilirsiniz.
- Eleştiri kişisel ise kurumsal alıp öyle cevap verin.
Doğrudan şahsınıza yapılan eleştiriyi savuşturmanın en iyi yöntemlerinden biri budur. "Hatalı gol yedin" diyene "sen koskoca Çemişkezeksporla nasıl böyle konuşursun" çıkışını yaptığınızda saldırgan artık Çemişkezekspor'un şanlı tarihinden filan bahsetmek zorunda kalacaktır. Aslında kastının takıma olmadığına ikna etmeye çalışacaktır insanları. Ama ne gam! Artık o uğraşsın kendini anlatmaya, tartışma sizin üzerinizden gitti bile.
- Eleştiri kurumsal ise kişisel alıp öyle cevap verin.
İdareci veya personel olarak çalıştığınız bir kurum hakkında eleştiri varsa bunu sanki şahsınıza yapılmış bir hakaret gibi yanıtlayın. "Takım kötü oynuyor" eleştirisine aslında İspanya'dan teklif aldığınızı ama Çemişkezekspor'a olan aşkınızdan ötürü gitmediğinizi filan söyleyin. "Her hafta puan kaybediyoruz arkadaşım, sen neden bahsediyorsun?" yerine gerçekten teklif alıp almadığınız, alsanız bile orada kaç para alacağınız gibi konular konuşulmaya başladı mı bir meydan muharebesini (mesela buraya muhabere yazarak yukarıdaki taktiklerden biri kullanılabilirdi) daha kazandınız demektir. Artık şahsınıza yapılan bu ağır hakaretler karşısında konuşmaya devam edemeyeceğinizi yazarsınız ve mevzu sizin açınızdan kapanır.
- Hamaset yapın, alakasız şeyleri bir arada tartışın.
"Peki, benim ekmekler kötüydü ama önce ekmekler bozulmadı mı?" diyerek konuyu ekmekten zehirlenen vatandaşlardan ve kendi beceriksizliğinizden toplumsal yozlaşmaya çekmiş olursunuz. Bir başka çıkış yolu olarak "ellerim kırılsaydı da yapmasaydım o ekmekleri, size yaranılmaz" kozunu kullanabilirsiniz.
2020'den gelen bir ek:
Yazdığım bu yazıya Gürer Özen'in yaptğı yorum yazıdan daha değerli diye düşünerek buraya ekleyeyim istiyorum:
"Olumlu ve somut bir şeyler yapmış ve daha da yapmak isteyenlerin eleştirilerini tamamen görmezden gelip, internetin ücra köşelerinde en çocukça en düzeysiz eleştirileri yapan kimler varsa bu adamları ciddiye alıp onlara laf yetiştirmek."
Eğer unuttuğum ipuçları varsa yorum olarak eklerseniz sevinirim.
Deprem sonrası maddi yardım yapmak zoruma gidiyor
Aslında bütün söyleyeceğimi başlıkta söyledim bu sefer ama biraz açmakta fayda var.
Neden devlet diye bir örgütlenme var? Tek başımıza yapamayacağımız/yapmayacağımız, yapsak verimli olmayacak işleri ortaklaşa yapabilmek için. Hepimiz çocuklarımızın eğitimi için eğitmen, sağlıkları için doktor, beslenmemizi sağlamak için çiftçi olamayacağımızdan bizim için bu işleri organize etsin diye var devlet. Tabi mal değiş tokuşunda ortak bir araç olan parayı bassın, dağda bayırda çevrelediğimiz arazinin bizim olduğunu belgelesin gibi birçok başka işe de yarıyor. Ülke diye büyük bir alanı çevrelediğimiz için sınırları da korumak gerekiyor tabi. O da masraflı iş elbette. Masraf, devletten beklentilerimiz artıkça artıyor. Devlet ya kendi üretim, ticaret gibi kazanç getiren bir iş yapacak ya da bizden vergi toplayacak ki bu işlerin masarafını karşılayabilsin. Bir de yapılması karsız olan işler var; köylerde sağlık ocağı işletilmesi, kardan kapanan yolların açılması, doğrudan para getirmeyen araştırmaların yapılması gibi. Onlar da bizim vergilerimizle yürütülüyorlar.
Doğrudan ve dolaylı vergilerin çok yüksek olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Benim maaşımın yarıya yakını vergi olarak ay başında kesiliyor. Aldığım her şeyin içinde zaten kdv, lüks tüketim vb gibi veriler büyük yer tutuyor. Aldığım şeyleri üretenler ve satanlar da ayrıca gelir vergisi filan gibi vergiler veriyorlar. Her geçen gün devlet hizmetleri daha pahalı hale geliyor, zaten neredeyse parasız olanı kalmadı. Çalışabildiğimiz sürece bizden para toplayıp emekli olduğumuzda çalışmadan gelirimiz olması işini de devlete yüklediğimizden gelirlerimizin bir kısmını da bunun için veriyoruz devlete.
Türkiye aslında bir doğal felakatler ülkesi değil. Ne başka memleketler gibi sürekli sallanıyoruz, ne de kasırganın ne olduğunu biliyoruz. Afrikadaki kuraklığın ya da Çindeki sellerin de ancak tvden gördüğümüz kadarını anlayabiliyoruz. Bizde de su taşkını oluyor ama ya dere yatağını yerleşim yeri yaptığımızdan ya da başka bir şekilde oluşmasına engel olabileceğimiz/çok daha az zarar görebileceğimiz şeyler yüzünden büyük acılar çekiyoruz. Japonya kadar olmasa da bizde de depremler oluyor ama adamların binalarını terketmediği büyüklükteki depremler bizde tarihi felaketler arasında sayılıyor. Hepimiz biliyoruz ki binalarımız mühendisliğin gerektirdiği gibi yapılsa ne bu kadar insanımız ölecek ne de hayatta kalanların yaşam kaliteleri bu kadar aşağı düşmeyecek.
Diğer memleketlerden daha fazla vergi toplayıp, doğal afetlere onlardan hazırlıksız olunca ortaya çıkan manzara da berbat oluyor tabi. En son yaşadığımız doğal afet üzerinden konuşayım daha kolay olacak. Van'da deprem olduktan sonra bir çok yardım kampanyası başlatıldı. Yardım amaçlı konserler yapıldı, yiyecek, giyecek, para toplandı. Memleketin hiç bir köşesi depreme hazırlıklı olmadığından Van da hazır değildi elbette ve durum perişandı. İnsanlar büyük özverilerle yardımda bulundular. Çöplerden kağıt toplayan çocukların yardımları gibi görüntüler hepimizi duygulandırdı.
Hadi devlet olarak bina yapmayı, yapılanı denetlemeyi beceremiyoruz diyelim ama bir felaket olduktan sonra çevre illerden oraya içme suyu taşımayı da mı beceremiyoruz? Bölgeye giden yetkili, yetkisiz herkes günlük ihtiyaç malzemelerine gereksinim olduğunu söyledi. Pet şişelerde su, çocuklar için oyuncak, kadınlar için ped, battaniye gibi şeyler lazım dediler.
Bizler de ya evimizdekileri gönderdik ya da gidip bakkaldan, merketten alıp öyle gönderdik. Evdekilerin yerine yenilerini koymamız gerektiğinden pratikte hepsini satın alıp gönderdik diyebiliriz. Eee, ama biz bunları devlet bizim yerimize yapsın diye örgütlenmemiş miydik? Bir yerde bir doğal (bizimkilere doğal demeye de dilim varmıyor ama) fekalet olunca memleketin geri kalanının bakkallardan şişe su satın alıp bunu zor durumdaki yere ulaştırmak için çabalaması kadar verimsiz bir yardım yöntemi düşünemiyorum.
Çözüm çok basitti aslında: şişe su mu lazım, bunu satan firmalardan devlet gider satın alır (bunun için parası var; vergi veriyoruz ya), kimin ihtiyacı varsa ona hızlıca ulaştırır. Vatandaş niye Ankara'dan İstanbul'dan su alıp Van'a ulaştırmaya çalışsın? Niye Edirne'den Van'a battaniye alıp gönderilsin? Van'a yakın illerde satılmıyor mu bunlar? Devlet bizim yerimize versin parasını alsın ihtiyaç sahiplerine ulaştırsın. Biz niye düşünüyoruz 'bu insanların neye ihtiyacı olabilir' diye. Devlet başka işlerde çalıştırdığı adamların ikisini bu işe ayırsın da başka memleketlerin araştırmalarından öğrensin (kendileri araştırıp bulsunlar da demiyorum) felaket sonrası nelere ihtiyaç duyulduğunu. Güzel ülkemin her tarafında depolarda satılmayı bekleyen kazaklar dururken bir felaketin ardından ben neden kullanılmış bir kazak giyeyim? Neden biri fedakarlık yapıp elindekini bana göndersin? Devlet tam da bunun için değil mi?
Şirketler bu durumları kendi reklamlarını yapmanın bir yolu olarak görüyorlarsa, bence bunda bir problem yok elbette, istedikleri kadar maddi yardım yapsınlar ama bireylerin maddi yardımlarına ihtiyaç olmamalı. Hatta devlet yetkilileri çıkıp 'Ey ahali sizler vergilerinizle bu felaketi atlatmamız için yeterli katkıyı zaten verdiniz. Merak etmeyin biz gerekeni yapıyoruz' demeliler. Paranın satın alamadığı şeyler olursa, kan vermek gibi mesela, bunun halktan istenmesini anlıyorum ama maddi yardım zoruma gidiyor.
Diyeceksiniz ki 'Van'da insanlar hala çok zor durumda, sen neden bahsediyorsun?' Yöntem hatalı olunca sorunun çözülmesi de mümkün olmuyor. Bu zor günlerde yapmamız gereken şey yardım etmek değil, devlete görevini hatırlatmak olmalı.
Neden devlet diye bir örgütlenme var? Tek başımıza yapamayacağımız/yapmayacağımız, yapsak verimli olmayacak işleri ortaklaşa yapabilmek için. Hepimiz çocuklarımızın eğitimi için eğitmen, sağlıkları için doktor, beslenmemizi sağlamak için çiftçi olamayacağımızdan bizim için bu işleri organize etsin diye var devlet. Tabi mal değiş tokuşunda ortak bir araç olan parayı bassın, dağda bayırda çevrelediğimiz arazinin bizim olduğunu belgelesin gibi birçok başka işe de yarıyor. Ülke diye büyük bir alanı çevrelediğimiz için sınırları da korumak gerekiyor tabi. O da masraflı iş elbette. Masraf, devletten beklentilerimiz artıkça artıyor. Devlet ya kendi üretim, ticaret gibi kazanç getiren bir iş yapacak ya da bizden vergi toplayacak ki bu işlerin masarafını karşılayabilsin. Bir de yapılması karsız olan işler var; köylerde sağlık ocağı işletilmesi, kardan kapanan yolların açılması, doğrudan para getirmeyen araştırmaların yapılması gibi. Onlar da bizim vergilerimizle yürütülüyorlar.
Doğrudan ve dolaylı vergilerin çok yüksek olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Benim maaşımın yarıya yakını vergi olarak ay başında kesiliyor. Aldığım her şeyin içinde zaten kdv, lüks tüketim vb gibi veriler büyük yer tutuyor. Aldığım şeyleri üretenler ve satanlar da ayrıca gelir vergisi filan gibi vergiler veriyorlar. Her geçen gün devlet hizmetleri daha pahalı hale geliyor, zaten neredeyse parasız olanı kalmadı. Çalışabildiğimiz sürece bizden para toplayıp emekli olduğumuzda çalışmadan gelirimiz olması işini de devlete yüklediğimizden gelirlerimizin bir kısmını da bunun için veriyoruz devlete.
Türkiye aslında bir doğal felakatler ülkesi değil. Ne başka memleketler gibi sürekli sallanıyoruz, ne de kasırganın ne olduğunu biliyoruz. Afrikadaki kuraklığın ya da Çindeki sellerin de ancak tvden gördüğümüz kadarını anlayabiliyoruz. Bizde de su taşkını oluyor ama ya dere yatağını yerleşim yeri yaptığımızdan ya da başka bir şekilde oluşmasına engel olabileceğimiz/çok daha az zarar görebileceğimiz şeyler yüzünden büyük acılar çekiyoruz. Japonya kadar olmasa da bizde de depremler oluyor ama adamların binalarını terketmediği büyüklükteki depremler bizde tarihi felaketler arasında sayılıyor. Hepimiz biliyoruz ki binalarımız mühendisliğin gerektirdiği gibi yapılsa ne bu kadar insanımız ölecek ne de hayatta kalanların yaşam kaliteleri bu kadar aşağı düşmeyecek.
Diğer memleketlerden daha fazla vergi toplayıp, doğal afetlere onlardan hazırlıksız olunca ortaya çıkan manzara da berbat oluyor tabi. En son yaşadığımız doğal afet üzerinden konuşayım daha kolay olacak. Van'da deprem olduktan sonra bir çok yardım kampanyası başlatıldı. Yardım amaçlı konserler yapıldı, yiyecek, giyecek, para toplandı. Memleketin hiç bir köşesi depreme hazırlıklı olmadığından Van da hazır değildi elbette ve durum perişandı. İnsanlar büyük özverilerle yardımda bulundular. Çöplerden kağıt toplayan çocukların yardımları gibi görüntüler hepimizi duygulandırdı.
Hadi devlet olarak bina yapmayı, yapılanı denetlemeyi beceremiyoruz diyelim ama bir felaket olduktan sonra çevre illerden oraya içme suyu taşımayı da mı beceremiyoruz? Bölgeye giden yetkili, yetkisiz herkes günlük ihtiyaç malzemelerine gereksinim olduğunu söyledi. Pet şişelerde su, çocuklar için oyuncak, kadınlar için ped, battaniye gibi şeyler lazım dediler.
Bizler de ya evimizdekileri gönderdik ya da gidip bakkaldan, merketten alıp öyle gönderdik. Evdekilerin yerine yenilerini koymamız gerektiğinden pratikte hepsini satın alıp gönderdik diyebiliriz. Eee, ama biz bunları devlet bizim yerimize yapsın diye örgütlenmemiş miydik? Bir yerde bir doğal (bizimkilere doğal demeye de dilim varmıyor ama) fekalet olunca memleketin geri kalanının bakkallardan şişe su satın alıp bunu zor durumdaki yere ulaştırmak için çabalaması kadar verimsiz bir yardım yöntemi düşünemiyorum.
Çözüm çok basitti aslında: şişe su mu lazım, bunu satan firmalardan devlet gider satın alır (bunun için parası var; vergi veriyoruz ya), kimin ihtiyacı varsa ona hızlıca ulaştırır. Vatandaş niye Ankara'dan İstanbul'dan su alıp Van'a ulaştırmaya çalışsın? Niye Edirne'den Van'a battaniye alıp gönderilsin? Van'a yakın illerde satılmıyor mu bunlar? Devlet bizim yerimize versin parasını alsın ihtiyaç sahiplerine ulaştırsın. Biz niye düşünüyoruz 'bu insanların neye ihtiyacı olabilir' diye. Devlet başka işlerde çalıştırdığı adamların ikisini bu işe ayırsın da başka memleketlerin araştırmalarından öğrensin (kendileri araştırıp bulsunlar da demiyorum) felaket sonrası nelere ihtiyaç duyulduğunu. Güzel ülkemin her tarafında depolarda satılmayı bekleyen kazaklar dururken bir felaketin ardından ben neden kullanılmış bir kazak giyeyim? Neden biri fedakarlık yapıp elindekini bana göndersin? Devlet tam da bunun için değil mi?
Şirketler bu durumları kendi reklamlarını yapmanın bir yolu olarak görüyorlarsa, bence bunda bir problem yok elbette, istedikleri kadar maddi yardım yapsınlar ama bireylerin maddi yardımlarına ihtiyaç olmamalı. Hatta devlet yetkilileri çıkıp 'Ey ahali sizler vergilerinizle bu felaketi atlatmamız için yeterli katkıyı zaten verdiniz. Merak etmeyin biz gerekeni yapıyoruz' demeliler. Paranın satın alamadığı şeyler olursa, kan vermek gibi mesela, bunun halktan istenmesini anlıyorum ama maddi yardım zoruma gidiyor.
Diyeceksiniz ki 'Van'da insanlar hala çok zor durumda, sen neden bahsediyorsun?' Yöntem hatalı olunca sorunun çözülmesi de mümkün olmuyor. Bu zor günlerde yapmamız gereken şey yardım etmek değil, devlete görevini hatırlatmak olmalı.
4 Ocak 2012 Çarşamba
IPv6 kitabı
IPv4 adresleri tükendiğinden uzun süredir IPv6 konusuda yazmıyordum. 'Herkes İçin IPv6' kitabı son kullanıcıdan tecrübeli araştırmacılara kadar geniş bir yelpazeye hitap ediyor ve bu adresten indirilebiliyor. Bu tip kaynakların tercümesi yapılana kadar eskimeleri de acı bir durum doğrusu.
3 Ocak 2012 Salı
Bilgisayar Mühendisliği öğrencileri için ilk Linux dağıtımı
Yıllardır bilgisayar mühendisliği öğrencilerine algoritma ve programlama anlatıyorum. Üniversite sınavından yeni çıkmış çalışkan öğrencilerin programlamanın temelleri ve yöntem üzerinde düşünmeyi öğrenmelerine yardımcı olmaya çalışıyorum. Bütün eğitim hayatı sonucu, tercihan şıklar arasından birini, bulmak üzerine çalışmakla geçmiş öğrencilerin yöntem üzerine düşünmeyi öğrenmeleri elbette vakit alıyor.
Programlama ile yeni tanışan öğrenciler için python çok uygun olduğundan ilk dil olduğundan onu anlatıyorum. Sanki mektup yazarmış gibi kod yazabilmek başlangıç için pek uygun bence. Başkalarının başka tercihleri var benimki de bu. Sadece algoritma dersinde değil diğer derslerimde de yaptığım bütün uygulamaları özgür yazılımlar ile yaptırıyorum. Bu öğrencilerin yeni bir dünya ile tanışmalarına vesile olduğu gibi benim de bildiğim tek yol aslında.
Hem python'u hem de diğer derslerdeki uygulamaları Linux kullanarak anlatıyorum öğrencilere. Elbette kimseyi benim kullandığım Linux'u kullanacaksınız diye zorlamıyorum ama genel eğilim ben ne kullanırsam onu kullanmak yönünde oluyor. Birinci sınıf öğrencilerinin çoğu bilgisayar mühendisliğini kazanınca ilk bilgisayarlarını almış gençlerden oluşuyor. Linux kurmaya kendileri cesaret edemediklerinden benim birlikte çalıştığım üçüncü ve dördüncü sınıf öğrencilerim onlara yardımcı oluyorlar bu konuda. Linuxlar 'ileri, ileri, kabul ediyorum, ileri' şeklinde kurulabiliyor ama kurulum sırasında hem disk bölümlemesi gibi teknik konulardan hem de GPL, FSF gibi konulardan da bahsediyor tecrübeli abiler, ablalar yeni kardeşlerine. Yıllar geçip onlar büyüdüklerinde kurulum yapma ve ahkam kesme sırası da onlara geliyor tabi.
Son 3-4 yıla kadar birinci sınıf öğrencilerine Debian tavsiye ediyordum. Bunu elbette en kolay kullanacakları dağıtım olduğundan değil nisbeten basit işler için bile uğraşmaları gerekeceğinden tercih ediyordum. 'Bununla uğraşılmaz' diyerek vazgeçmemiş olanlar sonra kendi yollarını çizdiler, özgür yazılım insanları oldular. Doğru hatırlıyorsam 3 yıldır Debian yerine Pardus ile tanıştırıyorduk öğrencilerimizi. Neden Pardus'u seçtiğimizle ilgili blogda tonla yazım var, onlara bakılabilir. Bu süre içinde ben de iş yerinde ve kişisel makinelerimde Pardus kullandım. Zaten kendin başka bir şey kullanırken başkasına başkasını tavsiye etmek elinde sigarayla, sigara içmenin zararlarını anlatmak gibidir.
Bundan sonrası benim yavrucaklar için:
Bu yıl da bilgisayar mühendisliği birinci sınıf öğrencilerinin neredeyse hepsinin bilgisayarlarına Pardus kurduk. Bunun üzerine benim artık Debian kullanacak olduğumu yazmam sanki onları yüzüstü bırakıyormuşum gibi algılandı bir çok yavrucak tarafından. Elbette böyle birşey yok. Linux dağıtımları temelde çok benzer yapıda olduklarından zamanla kendi beğeni ve ihtiyaçlarına uygun dağıtımı bulacaklardır eminim.
Şunu aklımızdan çıkarmamak önemli: Linux dağıtımları özgürlük için kullandığımız araçlar. Bugün Pardus olur, yarın başka bir dağıtım. Hem sadece Linux'lar da yok BSD'ler de bizim kardeşlerimiz ;) Bunları nasıl kullandığımız önemli olan.
Yine de ikna olmamış olan varsa bir çay içmeye gelsin gevezelik edelim.
Programlama ile yeni tanışan öğrenciler için python çok uygun olduğundan ilk dil olduğundan onu anlatıyorum. Sanki mektup yazarmış gibi kod yazabilmek başlangıç için pek uygun bence. Başkalarının başka tercihleri var benimki de bu. Sadece algoritma dersinde değil diğer derslerimde de yaptığım bütün uygulamaları özgür yazılımlar ile yaptırıyorum. Bu öğrencilerin yeni bir dünya ile tanışmalarına vesile olduğu gibi benim de bildiğim tek yol aslında.
Hem python'u hem de diğer derslerdeki uygulamaları Linux kullanarak anlatıyorum öğrencilere. Elbette kimseyi benim kullandığım Linux'u kullanacaksınız diye zorlamıyorum ama genel eğilim ben ne kullanırsam onu kullanmak yönünde oluyor. Birinci sınıf öğrencilerinin çoğu bilgisayar mühendisliğini kazanınca ilk bilgisayarlarını almış gençlerden oluşuyor. Linux kurmaya kendileri cesaret edemediklerinden benim birlikte çalıştığım üçüncü ve dördüncü sınıf öğrencilerim onlara yardımcı oluyorlar bu konuda. Linuxlar 'ileri, ileri, kabul ediyorum, ileri' şeklinde kurulabiliyor ama kurulum sırasında hem disk bölümlemesi gibi teknik konulardan hem de GPL, FSF gibi konulardan da bahsediyor tecrübeli abiler, ablalar yeni kardeşlerine. Yıllar geçip onlar büyüdüklerinde kurulum yapma ve ahkam kesme sırası da onlara geliyor tabi.
Son 3-4 yıla kadar birinci sınıf öğrencilerine Debian tavsiye ediyordum. Bunu elbette en kolay kullanacakları dağıtım olduğundan değil nisbeten basit işler için bile uğraşmaları gerekeceğinden tercih ediyordum. 'Bununla uğraşılmaz' diyerek vazgeçmemiş olanlar sonra kendi yollarını çizdiler, özgür yazılım insanları oldular. Doğru hatırlıyorsam 3 yıldır Debian yerine Pardus ile tanıştırıyorduk öğrencilerimizi. Neden Pardus'u seçtiğimizle ilgili blogda tonla yazım var, onlara bakılabilir. Bu süre içinde ben de iş yerinde ve kişisel makinelerimde Pardus kullandım. Zaten kendin başka bir şey kullanırken başkasına başkasını tavsiye etmek elinde sigarayla, sigara içmenin zararlarını anlatmak gibidir.
Bundan sonrası benim yavrucaklar için:
Bu yıl da bilgisayar mühendisliği birinci sınıf öğrencilerinin neredeyse hepsinin bilgisayarlarına Pardus kurduk. Bunun üzerine benim artık Debian kullanacak olduğumu yazmam sanki onları yüzüstü bırakıyormuşum gibi algılandı bir çok yavrucak tarafından. Elbette böyle birşey yok. Linux dağıtımları temelde çok benzer yapıda olduklarından zamanla kendi beğeni ve ihtiyaçlarına uygun dağıtımı bulacaklardır eminim.
Şunu aklımızdan çıkarmamak önemli: Linux dağıtımları özgürlük için kullandığımız araçlar. Bugün Pardus olur, yarın başka bir dağıtım. Hem sadece Linux'lar da yok BSD'ler de bizim kardeşlerimiz ;) Bunları nasıl kullandığımız önemli olan.
Yine de ikna olmamış olan varsa bir çay içmeye gelsin gevezelik edelim.
Pardus temelli dağıtım mevzusu
Pardus ülkemizdeki en geniş özgür yazılım topluluğunu bir araya getirmiş bir projedir. Kitlelerin linux ve özgür yazılımla tanışmalarına ve kullanmalarına önemli ölçüde katkısı olmuştur. Buna rağmen ne kamuda ne de özel sektörde yaygın şekilde kullanıldığını söylemek mümkün değildir.
Pardus kendi kullanıcı kitlesini kucaklayan bir özgür yazılım projesi olmamıştır. Gelinen noktada maaşlı çalıştırdığı geliştiricileri haricinde gönüllü geliştiricisi yok denecek kadar aza inmiştir.
İlk yıllarında (ne kadar gerekli olduğu tartışılabilir olmasına rağmen) ortaya konan inovatif teknolojilerin yerine/yanına yenilerinin eklenmediği açıkça görülmektedir. İki Pardus sürümünü birbirinden ayıran Pardus'un kendi yazılımlarından bahsetmek mümkün değildir.
Pardus iş yapış şekliyle de bir kamu kurumu olmanın bürokrasisinden sıyrılamamıştır. Kendi internet sayfasını yıllarca yenileyememesi, gönüllü geliştiricilere (ki proje ekosisteminin en önemli parçası olması gereken kısımdır) en kısıtlı şeyleri bile yıllarca sunmaması gibi konular herkesin bilgisi dahilindedir. Kurumun kendi sürdürmek zorunda olduğu işlerin yapılmasının getirdiği alışkanlıkla çalışanlarının kendi aralarında aldıkları kararların gönüllülere tebliğ edilmesi çokça yaşanan ve rahatsız edici konuların başında gelmektedir. Hatta bazı konular şifaen toplantılarda söylenmesine rağmen yazılı olarak (eposta, blog, twit vb.) hiç bir zaman geliştiricilere iletilmemiştir.
Benim başını çektiğim iki proje haricinde dışarıdan herhangi bir geliştirici grupla birlikte iş yapılmamış olmasının nedeni memlekette Pardus'la birlikte üretmek isteyen kimse olmaması değil; bu işe kalkışacak kişilerde evliya sabrı olmamasıdır. Geliştirici ekiple iletişim kurmak son derece kolayken idari taraftan cevap alabilmek bile ciddi sabır işidir.
Sene 2012 olmuşken Pardus teknolojisi dediğimiz şeylerin hiç biri başka bir dağıtımda bulunmayan şeyler değildir. Zaten özgür yazılımın doğası onun bir sadece bir dağıtımda varolmasına imkan vermez. Peki o zaman Pardus temelli bir dağıtım fikri nereden çıktı? Bu konu üzerinde konuştuğumuz arkadaşlarımı bağlamadan kendi fikirlerimi yazdığımı not düşerek cevap vereyim buna: Her ne kadar Pardus'un gönüllü aktif katılımcısı kalmamış olsa bile projeye veya ekibe küsmüş/küstürülmüş/küsmeden ayrılmış insan sayısı hiç de az değil. Geliştirici olma hevesiyle çalışan genç bir grup var. Tübitak ekibi Pardus dağıtımının sürdürülmesi işini hala yürütürken onu temel alıp üzerine bir şeyler koyan yeni bir dağıtımın sürdürülebilir ve verimli olduğunu düşündüm. Başlangıçta üzerine çok fazla yenilik koyamasak bile en azından iş yapış yöntemindeki beğenmediğimiz şeylerin yerine yenilerini koyabilirdik. Eğer yapabilseydik eminim önemli bir iş olurdu. Hala bu işe kalkışmak isteyen olursa onlara kolaylıklar diliyorum.
Tübitak/Pardus tarafıdaki belirsizlikler/belli olan şeyler nedeniyle artık Pardus temelli bir dağıtımın ne sürdürülebilir ne de verimli olacağını düşünmüyorum. Başka bir dağıtımı temel alan yeni bir dağıtım işine kalkışmanın da gerekli olduğunu düşünmüyorum. İlla bu işe girmek isteyenler için gerekenden fazla başlamış proje var, birine dahil olmak sıfırdan başlamaktan iyi olur bence. Tabi parlak bir fikir varsa baştan da başlanabilir elbette.
Geliştici olarak Pardus'la ilişkim 'müzikal ayrılıklar nedeniyle' bir süre önce bitmişti. Bu hafta içinde kullanıcı olarak da yollarımızı ayırıyorum (soran olursa: debian).
Hadi selametle...
not1: Küfür yoksa her yorumu yayınlıyorum.
not2: Yazdığım her şeyi detaylandırabilirim ama kime faydası olur bunun? Amacımın birşeylere suçlular bulmak olmadığı anlaşılmıştır diye umuyorum. Durum tespiti olarak yazdım bunları.
not3: 'Pardus tarafında hiç mi iyi şey yapılmadı?'diye soracak olanlara bundan önce yıllarca blogumda yazdığım yazılarımın, listelerdeki epostalarımın, seminer konuşmalarımın filan linklerini vermek isterim. Sadece eleştirilerimi yazmaya hakkım var.
Pardus kendi kullanıcı kitlesini kucaklayan bir özgür yazılım projesi olmamıştır. Gelinen noktada maaşlı çalıştırdığı geliştiricileri haricinde gönüllü geliştiricisi yok denecek kadar aza inmiştir.
İlk yıllarında (ne kadar gerekli olduğu tartışılabilir olmasına rağmen) ortaya konan inovatif teknolojilerin yerine/yanına yenilerinin eklenmediği açıkça görülmektedir. İki Pardus sürümünü birbirinden ayıran Pardus'un kendi yazılımlarından bahsetmek mümkün değildir.
Pardus iş yapış şekliyle de bir kamu kurumu olmanın bürokrasisinden sıyrılamamıştır. Kendi internet sayfasını yıllarca yenileyememesi, gönüllü geliştiricilere (ki proje ekosisteminin en önemli parçası olması gereken kısımdır) en kısıtlı şeyleri bile yıllarca sunmaması gibi konular herkesin bilgisi dahilindedir. Kurumun kendi sürdürmek zorunda olduğu işlerin yapılmasının getirdiği alışkanlıkla çalışanlarının kendi aralarında aldıkları kararların gönüllülere tebliğ edilmesi çokça yaşanan ve rahatsız edici konuların başında gelmektedir. Hatta bazı konular şifaen toplantılarda söylenmesine rağmen yazılı olarak (eposta, blog, twit vb.) hiç bir zaman geliştiricilere iletilmemiştir.
Benim başını çektiğim iki proje haricinde dışarıdan herhangi bir geliştirici grupla birlikte iş yapılmamış olmasının nedeni memlekette Pardus'la birlikte üretmek isteyen kimse olmaması değil; bu işe kalkışacak kişilerde evliya sabrı olmamasıdır. Geliştirici ekiple iletişim kurmak son derece kolayken idari taraftan cevap alabilmek bile ciddi sabır işidir.
Sene 2012 olmuşken Pardus teknolojisi dediğimiz şeylerin hiç biri başka bir dağıtımda bulunmayan şeyler değildir. Zaten özgür yazılımın doğası onun bir sadece bir dağıtımda varolmasına imkan vermez. Peki o zaman Pardus temelli bir dağıtım fikri nereden çıktı? Bu konu üzerinde konuştuğumuz arkadaşlarımı bağlamadan kendi fikirlerimi yazdığımı not düşerek cevap vereyim buna: Her ne kadar Pardus'un gönüllü aktif katılımcısı kalmamış olsa bile projeye veya ekibe küsmüş/küstürülmüş/küsmeden ayrılmış insan sayısı hiç de az değil. Geliştirici olma hevesiyle çalışan genç bir grup var. Tübitak ekibi Pardus dağıtımının sürdürülmesi işini hala yürütürken onu temel alıp üzerine bir şeyler koyan yeni bir dağıtımın sürdürülebilir ve verimli olduğunu düşündüm. Başlangıçta üzerine çok fazla yenilik koyamasak bile en azından iş yapış yöntemindeki beğenmediğimiz şeylerin yerine yenilerini koyabilirdik. Eğer yapabilseydik eminim önemli bir iş olurdu. Hala bu işe kalkışmak isteyen olursa onlara kolaylıklar diliyorum.
Tübitak/Pardus tarafıdaki belirsizlikler/belli olan şeyler nedeniyle artık Pardus temelli bir dağıtımın ne sürdürülebilir ne de verimli olacağını düşünmüyorum. Başka bir dağıtımı temel alan yeni bir dağıtım işine kalkışmanın da gerekli olduğunu düşünmüyorum. İlla bu işe girmek isteyenler için gerekenden fazla başlamış proje var, birine dahil olmak sıfırdan başlamaktan iyi olur bence. Tabi parlak bir fikir varsa baştan da başlanabilir elbette.
Geliştici olarak Pardus'la ilişkim 'müzikal ayrılıklar nedeniyle' bir süre önce bitmişti. Bu hafta içinde kullanıcı olarak da yollarımızı ayırıyorum (soran olursa: debian).
Hadi selametle...
not1: Küfür yoksa her yorumu yayınlıyorum.
not2: Yazdığım her şeyi detaylandırabilirim ama kime faydası olur bunun? Amacımın birşeylere suçlular bulmak olmadığı anlaşılmıştır diye umuyorum. Durum tespiti olarak yazdım bunları.
not3: 'Pardus tarafında hiç mi iyi şey yapılmadı?'diye soracak olanlara bundan önce yıllarca blogumda yazdığım yazılarımın, listelerdeki epostalarımın, seminer konuşmalarımın filan linklerini vermek isterim. Sadece eleştirilerimi yazmaya hakkım var.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
izlediklerimden öğrendiğim bir şeyler var
İzlediğim ilk büyük konser 1990'ların başında Ankara'da Zülfü Livaneli konseriydi. Henüz Sovyetler Birliğinin olduğu zamanlardan bah...
-
Bu yıl kabul edilen bizim çocuklar: Ahmet Göksu - Native Graphics Backend for FreeType Demos on macOS Ali Haydar - Implementation of a g-k ...
-
Bu yıl kabul edilen bizim çocuklar: Bora Sabuncu - Remote Control Emre Çelikten - Web Data Collection for Language Modeling Gökçen Eras...
-
İzlediğim ilk büyük konser 1990'ların başında Ankara'da Zülfü Livaneli konseriydi. Henüz Sovyetler Birliğinin olduğu zamanlardan bah...