7 Eylül 2024 Cumartesi

izlediklerimden öğrendiğim bir şeyler var

İzlediğim ilk büyük konser 1990'ların başında Ankara'da Zülfü Livaneli konseriydi. Henüz Sovyetler Birliğinin olduğu zamanlardan bahsediyorum [bu konuyu toparlayabilirsen bravo sana]. Daha önce hiç o kadar büyük kalabalığı bir arada görmemiştim. Ne cep telefonu vardı ne de internet. Fotoğraf makinesi bile pek azımızın ulaşabildiği bir kaynaktı. O güne dair tek bir kare yok elimde ama gözümü kapatınca her şeyi hatırlıyorum gibi geliyor [yanındakiler farklı hatırlıyor biliyorsun, buradan devam etmeyelim lütfen]. Aradan geçen yıllarda müthiş yıldızları izledim (yıldız gözlemine de gittim ama konuyla ilgisi yok oraya girmeyeyim), tek kelimesini anlamadığım şarkılara ağladım [bu çok klasik], gitmediğim konserler bana sonrasında zehir oldu [bunu kimseye anlatamazsın, girme bu konuya rica ediyorum].

Uzun ömrüm geldi, geçiyor hala çok basit şeylere dikkat edilmediğini gördüğümden birkaç uyarı yazmak istiyorum. Hayatta kimsenin benim uyarılarıma ihtiyacı olmadığını biliyorum ama zaten kim okuyor bu yazıları!

Çocuklar!

Çoğu etkinlikte yaş sınırı oluyor ve bunun bir anlamı var. Eğer çocuğunuz Fazıl Say değilse (değil, bunu kabul edin lütfen) onu konsere, operaya, baleye sürüklemeyin. Bırakın azıcık büyüsün. Bu etkinlikler bir yere kaçmıyor. Baba sıkıldım diyen, kardeşinin saçını çeken oğlunuzu neden Kızıl Ordu Konserine getirip beni çıldırtıyorsunuz? Bunun ne ona faydası var, ne bize mahçup olan size. Çocuk bu konser, opera her neyse, için çıldırmıyorsa (siz de biliyorsunuz çıldırmıyor) getirmeyin onu yanınızda. Bırakacak kimse yoksa siz de gelmeyin rica ediyorum. Hepimizin izlemediği milyorlarca gösteri var, sizin de bu eksik kalsın.

Zamanında gelin

Her şehirde trafik var biliyoruz, biz (zamanında salona girenler) de bu salonda yaşamıyoruz. Sizin için oyunun başlamasını erteleyecek biri yoksa rica ediyorum hem geç kalıp hem de biletinizin olduğu yere geçmeye çalışmayın. Madem salona aldılar bulduğunuz ilk yere oturun. Telefonun flaşını açıp koltuk numaranızı bulmaya çalışmayın. Hayatta zaten çok az güzellik var, bizden bunu esirgemeyin. İçeri almadıklarında yakınlardaki bir yere oturun, arkadaşlarla sohbet edin. Hayatta daha güzel ne var zaten?

Saçlar, gözlükler, şapkalar

Salona gelirken kafanızın üstüne bir kafa daha koyacak topuzlar, at nalı gibi gözlükler veya neden kapalı alanda taktığınız belli olmayan şapkalar takmayın. Sizin de arkanızda insanlar var, kimse sizi görmeye gelmedi buraya. Tamam isterseniz şık giyinin ama görüşü engellemeyin.

Alkış

Klasik müzik eserlerinden başka hiçbir yerde sorun olmayan bir konu bu. Genel geçer bir kural olarak ilk siz alkışlamayın. Hangi konserde ilk alkışlayan hatırlanıyor? Bırakın genel izleyici alkışlasın, siz katılırsınız sonra. Belki parça henüz bitmedi, bir sessizlik olsa bile henüz alkışlamanız gerekmiyor olabilir. Sahnedekilere ayıp olmaz merak etmeyin. Operalarda aralarda alkış oluyor, bunu sahnedekinin halinden anlayacaksınız. Kimse sizi geç alkışladınız diye ayıplamayacak. Zaten etkinliğin parasını ödeyip görevinizi yerine getirdiniz, dert edecek bir şey yok.

Fotoğraf ve vidyo kaydı

Her etkinlikte fotoğraf çekmeyin, vidyo kaydı almayın diye anons yapılıyor. Bunu ciddiye almayın rica ederim. Dikkat edilecek iki şey var:
 
Birincisi telefonunuzun ekran parlaklığını düşürün. Alacağınız kaydı cam gibi görmenize gerek yok, kaydın kalitesini değiştiren bir şey değil bu. Eğer bu anın mutluluğunu yaşamak yerine kayıt alayım diyorsanız kendinizi frenlemeyin ve kayıtlarınızı her yerde paylaşın. Harika konserler izledim ve vizyonsuz organizatörler bunları kaydedip yayınlamadı. Sanki Youtube'da konser kaydı var diye konsere bilet almıyoruz! Burada tek kural var ekran parlaklığınızı en kısık seviyeye alın.
 
İkinci mevzu flaş açmayın. Elinizdeki o lanet telefonun flaşı kaç metre ötesini aydınlatıyor sanıyorsunuz? Diğer izleyicilerin görüşünü perişan ettiğiniz gibi kaydınız da daha kötü oluyor. Azıcık aklınızı kullanın flaşı açmayın.
 
Üçüncü olarak (iki demiştim biliyorum) izleyicileri kaydetmeyin. Kimse sizin kaydınızda yer almak istemiyor. Yüzüme telefonu tutarsanız benim de ona vurup elinizden düşürmemi kabul etmiş sayılırsınız veya bu konuyu o kalabalığın arasında, o hengamede tartışmanız gerekir, yapmayın bunu.

Lanet olası telefonlarınızı sessize alın

Bir operada, tiyatroda veya Overkill konserindesiniz. Gelen telefon eğer Ayşe tatile çıksın demeyecekse o telefona cevap verip hangi derde derman olacaksınız? Kıbrıs çıkartması öncesinde de baleye gitmeseniz sanki daha mantıklı değil mi? İki saat telefondan gelen bildirimlere bakmamış ve fiziksel bir hasar görmüş kimse olmadığından sizin de güvenli tarafta olduğunuz kabul edilebilir. Etkinliği izlemeye değil arkadaşlarınızla paylaşmaya gitmiş olmanız durumda bile ekran parlaklığını en aza alıp ne kadar harika bir yerde olduğunuzu anlatabilirsiniz. Bizi rahatsız etmeyin gerisi bizi ilgilendirmiyor.

Pet şişeler

Yanınızda pet şişede su getirirseniz onu açıp içerken mutlaka ses çıkartacaksınız. Çantanızda dursa bile yaslanacaksınız ve sizi de mahcup edecek sesler çıkacak. Elinizde tutsanız bu sefer de farkında olmadan onu sıkıp, bırakıp etrafı deli edeceksiniz. Salona gitmeden suyunuzu için ve o kahrolası pet şişeyi çöpe atın.

Teşekkürler

31 Ocak 2024 Çarşamba

Ayı Dağı - Andrew Krivak

Duvar'da dünyada tek sağ kalan kadının hikayesini okuduktan sonra Ayı Dağı'nda (dünyaya her ne olduysa artık) hayatta kalan iki kişi var. Bir erkek ve kadının insanlıktan geriye kalanlar (insanlığı başlatanlar) olması çözülmesi zor ve hakkında çok konuşulmuş bir problem aslında. İnsan soyunu devam ettirmek (başlatmak) gibi bir misyonu üstlenmeyince (neden üstlenilsin böyle bir sorumluluk orası ayrı) yapılacaklar listesi oldukça sadeleşse bile hayatta kalmak kendi başına bir problem olmayı sürdürüyor. Şehir hayatında sağ kalan iki kişi için bir senaryo üretmek zor olacağından (hoş bu romanda da ne oldu da sadece ikisi hayatta kaldı bilemiyoruz ama daha kolay ikna oluyoruz sanki. Her durumda bu felaketi açıklamaya çalışmamak çok iyi fikir bence) Ayı Dağı'nda dağlık bir arazide ve zorlu iklim şartlarındayız.

Yazar iki sevgilinin yaşayacaklarına hiç girmeden (buradan devam edip yine güzel bir roman yazabilirmiş veya daha büyük ihtimal bu yazılmıştır da ben okumamışımdır) kadını doğumdan biraz sonra öldürüp erkeği kızıyla birlikte bırakıyor. Sağ kalan iki kişinin sürekli kullanmak zorunda oldukları ilaçların ya da kronik rahatsızlıklarının olmaması bir yana doğum kontrolü de bir büyük sorun olur herhalde bu senaryoda. Doğumun kendisi de aslında çok kritik bir olay, erkek kadın doğum uzmanı bir hekim değilse tek yapabilecekleri her şeyin yolunda gitmesini ummak olabilir. Toplumsal iş bölümü olmadan hayatta kalabileceğimiz bir senaryoyu düşünmek mümkün değil herhalde. Şimdi basit bir yardımla üzerinde çok durmadan hayata devam edebileceğimiz o kadar çok durumda tek başımızayken ölebiliriz ki! Romanda erkek de kızı pek küçükken acil serviste tedavi görüp hayatına devam edebilecekken ölüyor. Aslında roman sadece babasını hatırlayan, annesini fotoğraftan görmüş olan bir kızın dünyada tek kalmasının öyküsü. Kız Halid Halife'nin Ölmek Zor İş romanında olduğu gibi babasının ölüsünü (elbette bambaşka bir formda) annesinin yanına gömmek için uzun bir yolculuk yapıyor.

Ango Sakaguçi Aptal isimli öyküsünde İzava'ya şöyle dedirtiyor: "Mutlak yalnızlığı hissedebilmek için diğer insanların varlıklarının farkında olmak gerekir. Yalnızlık, ancak öyle tam bir yalnızlık olabilir." Ayı Dağı'nda kızın (kimse seslenmeyince kahramanların bir isimlerinin olmaması da güzel bence (bir zamirin haricinde (abi, hocam, dayı gibi (bunlar kötü demiyorum elbette)) biri olduğunu (bir adı olduğunu) duymak insana bazen ne kadar güzel gelirken kimi zaman da sanki hiçbir şeymiş gibi sadece adını duymak nasıl yaralayıcı geliyor insana [yine konudan çok uzaklaşıyoruz])) babasından başka özlediği kimse yok. Özlediği bir yaşama şekli de yok aslında. Başka çocuklarla oynamayı, büyüyünce birini sevmeyi düşünmüyor bile. Yazar bütün bunların nasıl kültürel şeyler olduğunu onlardan hiç bahsetmeyerek anlatıyor veya ben öyle anladım bilemiyorum. Romanın sonunda (her romanı yeterince uzatırsanız olacak şey oluyor ve) kız ölüyor.

Romanda hayvanların konuşması nasıl bir anlama geliyor, gerçekten gerekli miydi diye düşündüm ama onlar da olmasa bir insanın tek başına kalmasında anlatacak bir şey olabilir miydi emin değilim.

Son olarak romanın adıyla ilgili kısaca yazmak istiyorum. Yakınlarda okuduğum Marian Engel'in yazdığı Duygu Akın'ın çevirdiği Bear isimli roman Ayı adıyla yayınlandı ve hakkında çokça konuşuldu (güzel bir roman bence). Bu romanın özgün adı The Bear olmasına rağmen Ayı Dağı adıyla yayınlanmış. Tamam romanda ayı dağı diye bir yer geçiyor ama yazar dağı değil bizatihi ayıyı kastederek romana isim koymuş. Çeviride bu kadar önemli değişiklikler yapılmamalı bence.

29 Ocak 2024 Pazartesi

Dünyayı Ardında Bırak - Rumaan Alam

Nasıl insanın yaşayabilmesi için diğer insanlara ihtiyacı varsa yaşadığını anlayabilmesi için de başkalarına ihtiyacı var. Düşünüyorum öyleyse varım önermesi (aslında ben düşünüyorum demesi, yani ötekinden ayrı bir ben var ön kabulü bir yana) bize yaşadığımızı değil var olduğumuzu bilebileceğimizi söylüyor. İkisinin farklı şeyler olduğunu kabul etmek için elimizde bir kanıt olmasa da bu kanıtın yokluğu iki kavramın aynı şeyler olduğunun kanıtı sayılamaz elbette (büyük iddialar büyük kanıtlar gerektirir ama burada alemin sırrını bulmaya çalışmıyoruz).

Dünyayı Ardında Bırak'ta bir aile (iki çocuk ve anne, baba) dünyanın gürültüsünden ve insanlardan uzak bir tatil için bir ev kiralıyor. Ormanda kamp yapmak, dağın başında bir otelde tatile gitmek duymadığımız şeyler değil ama buralardayken geri döneceğimizi bildiğimiz gibi bıraktığımız dünyanın yaşamaya devam ettiğinden şüphemiz de olmuyor. Biz artık içinde değiliz diye dünyanın geri kalanında neden büyük bir değişiklik olsun zaten? Büyük bir olay olsa bile bunu telefondan, televizyondan (benim için yıllardır böyle bir haber alma aracı yok ama roman kahramanları tv izliyor), daha da önemlisi internetten haber alabiliriz.

Peki ya elektrik kesilirse? Malum bu haberleşme araçlarının tamamı elektriğe bağlı (amatör telsizciyseniz durum değişir elbette). Bulunduğumuz evin elektriği varsa ama dünyanın geri kalanında elektrik yoksa? Evlerini kiraladığınız sahipleri kapıya gelip belki de bir büyük felaket olduğunu söylemişse (bunların hepsi arka kapakta yazıyor, sürprizbozan sayılmaz yani)?

Marlen Haushofer'in Duvar'ında dünyada hayatta kalan tek kişinin çaresizliğini okuduktan sonra Dünyayı Ardında Bırak'ta belki de tek ailenin kalmış olmasının ürpertici kabusunu okuyoruz (romanın filmi de çekilmiş ve başlangıcına eklenen sahneler konuyu farklılaştırmış gibi geldi bana). İletişim tamamen kopunca tek başına kalmamak, sevdiği biriyle (birileriyle) olmak Robinson Crusoe'dan çok daha iyi bir senaryo tabi. Pandora'nın Kutusu'ndan çıkan son şey olan umuda (belki de bu durum geçicidir, çok kötü bir şey olmamıştır) sarılmak için fiziksel olarak da sarılabileceğimiz birinin olması kuşkusuz tercih edilecek bir durumdur. Rumaan Alam romanda bu garip duruma bir açıklama getirmeden (zaten açıklaması olan şey distopya olur mu?), tempoyu hep aynı seviyede tutarak güzel bir roman yazmış.

Yazarların romanda söyledikleri kadar söylemedikleri de önemli oluyor bazen. Bir aile belki de dünyanın geri kalanında hayatta kalan kimse olmadığını düşündüğünde bile kiraladıkları evin sahiplerinin mülkiyet hakkı konusunda bir itirazda bulunmuyor. Tapu kadastroda çalışan, sahipliği kontrol edebilecek kimse kalmamış olabilecekken bile bulundukları evin mülkiyeti hakkında bir tartışmaya girmiyorlar. Yaşadığımız gündelik hayatta bile bir insan nasıl olur da bir ağacın sahibi olabilir sorusunun insanların pek azının aklını kurcaladığını hesaba katarsak aslında çok da garip bir durum değil bu. Yine de üzerinde düşünmeye değmez mi?

Pandemide yaşadığım bir geceyi yazıp yazıyı sonlandırayım [lütfen artık]. Bir gece 03 gibi uyandım. Evde hiç ses yoktu ve çok dinç uyanmıştım (sokağa çıkma yasağı olduğundan gündüzleri de ya hiç ses olmuyordu ya da çok nadiren araba gürültüsü duyuyordum). Kolumdaki saate bakınca yaklaşık bir saattir nabzımın atmadığını gördüm. Önce telefonla bluetooth bağlantısı mı koptu dedim ama bağlantı kopsa bile saatin nabzı doğru gösterdiğini biliyordum. Yine de telefona baktım ve bağlı olduklarını gördüm. Hayatta olup olmadığımı anlamak için kol saatine, onun telefonla bağlantısını kontrol etmeye ihtiyacım olması birden çok ürpertici geldi. Descartes'ın sözü geldi aklıma, ya varsam ama yaşamıyorsam diye tereddüte düştüm. Zaten kimseyi görmeden, sarılmadan, konuşmadan yaşıyor muydum? Birini telefonla arayayım dedim ama kimi gecenin üçünde arayıp yaşadığımdan emin olamadım diyebilir insan? Bu düşüncenin kendi içinde bir çelişki barındırdığını da farkettim tabi. Birini aradığımda onu uyandıracağımdan korkuyorsam yaşayan birini uyandıracağımı, yani hayatta olduğumu düşünüyordum. Filmlerde hep geçen kendine vurmak gibi şeyler de çok mantıksız geldi çünkü sanki ölünce ne hissedeceğimi bilmiyor muydum ki (Beckett Malone Ölüyor'da kahramana "Esniyorum, durumum ciddi olsa esneyebilir miydim böyle? Esnerdim kuşkusuz." dedirtiyor (bunu çok sonra okudum), ben de hayatta olmasam bile atacağım tokatı hissedebilirdim belki de)! Sonuçta o gece yaşayıp yaşamadığımı bile bilemezken kimseyi arayamadım [konuyu böyle belirsiz bırakma lütfen roman yazmıyorsun].

Romanda geçen "Sessizlik her nedense daha karanlık bir ortam yarattı" ifadesi bana yine sen konuşunca aydınlık oluyoru hatırlattı diyerek yazıyı bitireyim [hayır yapma böyle]. Dünyayı Ardında Bırak harcayacağınız vakte değecek bir roman bence.

(Gece telefon saatin bağlandığı uygulamayı güncellemiş, uygulama da saatin firmware'ini güncellemiş. Saat varsayılan olarak nabzı dinlemediği için bir saattir nabzım atmıyor gibi göstermiş.)

21 Ocak 2024 Pazar

Duvar - Marlen Haushofer

Kafka romanlarını ilk okuduğum zamanlarda kahramanların yaşadıkları büyük saçmalıklara nasıl tepki vermeden kabullendiklerine çok şaşırırdım. Yahu böceğe dönüşmüşsün bu durumun garipliğine şaşırmadan nasıl devam edebiliyorsun hayatına derdim. Halbuki ne kadar saçma bir istek bu! Böceğe dönüştükten sonra bunun sebebini, mekanizmasını bilsem ne olacak? Böcek halimle geri mi döndüreceğim sanki olanları?

Aslında (sizi bilmiyorum tabi ama) ben de Samsa gibi davrandım pandeminin başlangıcında (küçük bir yanılma payıyla diyebilirim ki hepimiz, her an öyle davranıyoruz). Fen bilimlerine oldukça aşina olmama rağmen wikipedia'dan virüs maddesini bile okumadım, evden çıkmayın dediler çıkmadım, böyle giderse sağlık personeline maske kalmayacak, size gerek yok dediler maske almadım, maskesiz markete giremez hale gelince bana maske göndermemiş olsan ne yapacaktım bilemiyorum, aklıma hiç evden çıkamayan bir böceğe dönüştüğüm gelmedi, covid tanısı konulanların, ölenlerin verilerinden (onların birer sayı değil insan olduğunu unutmadan) grafikler çizdim, eğrilere uydurmaya çalıştım, extrapolasyonlarla arkadaşlarıma çıkarımlarda bulundum (hiçbiri tutmadı dememe gerek var mı bilmiyorum), bütün meslek pratiğimden bambaşka bir şekilde monitöre bakarak ders anlattım (burası çok karanlık, ayrıca yazmak istiyorum "güzel sanatların bir dalı olarak monitörle konuşmak" mevzusunu), haftalarca oğlumu görmedim, kimseye sarılmadım, dokunmadım (benim için bu var olmadım demek aslında), bundan sonra böyle olacaksa ne yapacağım hakkında (en azından başlangıçta) düşünmedim, sevdiğim kimseyi göremeyeceksem evde hasta olmadan sonsuza dek yaşamanın (bir matematikçi olarak farklı sonsuzlar olduğunu bilerek) anlamı olacak mı diye düşündüm, bu halden (böceğe dönüşmekten) bir mucizeyle geri döneriz herhalde gibi geliyordu (mucize oldu ve aşı bulundu), hiç yürümüyorum diye tedirgin oldum (halbuki yaşamıyordum), eczacı ilaçlarımı eve gönderince sevindim (ne yapacaktım tek başına yaşayarak?), bir gece uyandığımda kolumdaki saat nabzımın birkaç saattir atmadığını gösteriyordu yaşayıp yaşamadığımdan emin olamadım (bunu da ayrıca yazmak istiyorum), hayatımda hiç yazışmadığım kadar çok yazıştım anlık mesajlaşma uygulamalarında, çok akıllı insanlarla çevrimiçi sorular çözüp vidyo kayıtları aldık, nasıl oldu da bu lanet olası böceğe dönüştüm demedim, virüs canlı mı, değil mi diye kısa yazılar, tivitler okudum ama derinlemesine öğrenmedim, öğrensem ne yapacaktım? karşıma uzaylılar (örneğin Marslılar) çıksa onlara Marsta hayat aslında mümkün mü, değil mi diye soracak mıydım örneğin? sevdiğim herkesi, her şeyi benden uzaklaştıran (belki de yok eden) bu durumun gerçekliğini hiç sorgulamadım, sabah günaydın diye yazdığımda bana günaydın diyen bir botu ben de yazabilirken seninle konuştuğuma nasıl emin olabilirdim (daha chatgpt ortada yoktu ama arkadaşlarımızı taklit eden botları yıllar önce yazmamış mıydık?), 300 yıl önce yazılmış Robinson Crusoe'dan ne farkım vardı? evin kapısında beliriveren yiyecekler, ekranda beliriveren yazılar mı yaşadığımı gösteriyordu bana? sakallarım uzuyordu ama kimse görmeyince bunun yaşadığımın kanıtı olduğunu nasıl kabul edebilirdim (hani ormanda bir ağaç yıkılırsa ve kimse duymazsa ses çıkmamış oluyordu?) Samsa böceğe dönüşmesini sorgulamamıştı ama ben (belki de siz de) sanki neyi sorguluyordum? [artık rica ediyorum, romana gelelim] (evet çok uzadı farkındayım ama burada bırakamam) hem sanki hastalığımın nedenini sorgulamış mıydım? nedenini bilsem ne yapabilirdim? bir sonraki hayatımda o hatayı tekrarlamayacak mıydım? hergün açtığımız çeşmede neden türbülans olduğunu sorgulamış kaç kişi yaşamıştı yeryüzünde? işleyemeyeceğim veriyi toplamanın ne manası vardı? [hadi artık] velhasıl Gregor Samsa bizatihi sensin, benim (canım kardeşim demek istiyorum ama konuyu Nazım'a bağlamak istemiyorum).

Romancının bizi bir çıkmaza sokması daha önce karşılaşmadığımız bir şey değil elbette. Bir grup halinde bir adada mahsur kalsak, tek başımıza bir adada kalsak, hepimizin gözleri görmez olsa, şehrimizde kimse ölmüyor olsa, tamamı ölmüş bir ordunun askerlerini arayan bir general olsak ne yapardık? Lost yine böyle bir sıkışmışlığın ve çaresizliğin işlendiği (sonunun çok bozduğu) bir diziydi, Under The Dome bir kasabanın üzerine görünmez bir fanusun kapanıp dış dünyayla bağlantısının kesildiğinde olanları anlatıyordu (Sineklerin Tanrısı aslında hepsinin nasıl gelişeceğini anlatmış). Kısa Bir Cehennem Ziyareti'nde cehennemde bile gücü ele geçirenlerin neler yapacağını okuduk. Bu romanların/dizilerin hepsinde bir dış dünya (birbirini gören, sohbet eden, beraber içen, sarılan, kanlı canlı insanlar) vardır, biz ulaşamasak bile.

Peki ya dünyada bizden gayrı herkes ölmüşse? Duvar işte bu konuyu işliyor. Romanın başında Under The Dome'da olduğu gibi bir fanus örter yaşamı. Bu sefer içeride kalan tek insan romanın kahramanı kadındır. Nazım önce kedi gidecek, sonra ben gideceğim diyor ama Duvar'da sevdiğiniz, sevmediğiniz hatta hiç tanımadığınız bütün herkes sizden önce gidiyor. Hatta duvarın ardında kalan hayvanlar da gitmiş. Kahramanımız (ona seslenecek kimse olmayınca isminin anlamı kalmaz) kaldığı evin köpeği, onu bulan ineği ve kedisiyle hayata devam eder. Sonradan kendini zamanında vurmadığına pişman olacaktır çünkü yarın için bir ümidi yoktur. Behçet Aysan'ın "bilirim yarın diye bir şey var" mısrasındaki yarın onun için gelmeyecektir. Sizden başka kimse yaşamıyor olsa yarının bugünden bir farkı olur mu? Artık yüzünüzü sevebilecek hiçbir insan yaşamadığında, bu yüz büsbütün fazlalık gibi görünmez mi?

Dünyada tek başına kalınca bir umut yok ama kahramanın bu durumda olmayan bizlere mesajı şöyle: "Sevgiden daha akla uygun bir duygu yok. Sevgi, seven ve sevilen için yaşamı daha katlanılır kılıyor. Ama bunun tek imkanımız, daha iyi bir yaşam için tek umudumuz olduğunu zamanında fark etmemiz gerekir."

Okuduğum en güzel romanlardan biri diyebilirim Duvar için.

16 Ocak 2024 Salı

Buz Sarayı, Kuşlar - Tarjei Vesaas

Norveç edebiyatının önemli isimlerinden biri olarak bahsedilen Tarjei Vesaas'ın 1897'den 1970'e uzun sayılacak bir hayatı olmuş. Türkçede sadece iki romanı mevcut ve bence ikisi de okumaya değer eserler. İskandinav edebiyatı hakkında kiminle konuşacağım bilemiyorum ama birkaç aydır hiç okumadığım kadar çok Norveçceden çevirilmiş roman okudum, hala da listede bir o kadarı, belki daha fazlası okunmayı bekliyor.

Buz Sarayı

1963'te yazılmış Buz Sarayını 1972'de Melih Cevdet Anday çevirmiş. İşin doğrusu bu romanı sadece Anday'ın o yıllardaki sesini duyabilmek için almıştım, iyi ki okumuşum diyorum şimdi. Anday Norveççe bilmediğinden romanı İngilizcesinden çevirmiş. Normalde böyle suyunun suyu çevirileri okumayı tercih etmiyorum ama üzerinden 50 yıl geçtikten sonra okuduğumuz dilin nasıl değiştiğini göstermesi açısından da iyi bir tecrübe oldu benim için. Şimdilerde neredeyse hiç kullanmadığımız bakmaya yerine bakmağa, anlamaya yerine anlamağa benzeri kelimelerini kullanması çok zamandır görmediğim bir şeydi. Anday İngilizceden çevrilmiş olmasına rağmen Norveç romanlarında alışık olduğumuz kuru, soğuk dili başarıyla Türkçeye aktarmış gibi geldi bana.

Romanda merakla okunacak bir kurgu yok. On bir yaşında iki çocuğun (Siss ve Unn) kısa arkadaşlıkları, bir gece Unn'un teyzesinin evinde görüşmelerinin ardından bir kayıp ve bir büyük hasret var. Siss ve Unn haricinde kimsenin adı bile geçmiyor romanda, Anne, Baba, Teyze, oğlan, kız var sadece. Siyah beyaz bir filmdeki renkli iki karakter gibiler (renkleri olsaydı herhalde parlak renkler değil, pastel tonlar olurdu). Unn'u kaybettikten sonra Siss için herkesin silikleşmesi diğer karakterlerin adının zikredilmemesiyle çok güzel verilmiş. Siss ve Unn'un sadece bir akşam görüşmüş olmaları "Seninle Bir Dakika" şarkısında olduğu gibi bir his verdi bana. Bir ayrılıktan sonra mutlulukla geçmiş günler, hatta yıllar da bir dakika sürmüş (ve yetmemiş) gibi gelmiyor mu insana?

Teyze son yürüyüşlerinde Siss'e "Bir söz verdiğini söylemiştin. Ama söz verdiğin kimse ortadan çekilmişse, bu sözü tutmanın hiçbir yararı yoktur. Kendini onun anısına bağlayamazsın." diyor ve Siss'in yası da sonsuza dek sürmüyor. Romanın sonuna Unn'un bulunduğu dramatik bir sahne eklenecek diye tedirgin olmuştum ama yazar gerekmeyen isimleri bile söylemediği gibi romana hiçbir şey katmayacak böyle bir sahneyi de bize göstermemiş.

Kuşlar

Buz Sarayı'nın verdiği cesaretle yazarın Türkçeye çevrilmiş ikinci kitabı olan Kuşlar'ı da okudum. Kuşlar 1957'de yazılmış, Versaas'ın en önemli eseri olarak bahsedilen, ödüller almış bir roman. Adını diğer Norveçce çevirilerinden bildiğimiz Deniz Canefe yine güzel bir Türkçeyle çevirmiş romanı. Çeviri ne kadar başarılıysa Timaş Yayınlarının kullandığı kapak da o kadar özensiz maalesef. Romanın neredeyse 70 yıl önce yazılmış olması İskandinav edebiyatının zaman içinde değişimini görmeye imkan vermesi açısından da kıymeti bence.

Kırklı yaşlardaki iki kardeşin; Mattis ve ablası Hege'nin'in hikayesi Kuşlar. Mattis'i nasıl tarif etmeli bilemiyorum ama yarım akıllı veya alık denebilir (uzaktan Fareler ve İnsanlar'ın Lennie'si gibi) belki. Roman boyunca Mattis'in yanındaymışız ve biraz aklını okuyormuşuz gibi takip ediyoruz hikayeyi. Jon Fosse'nin Melankoli'sindeki gibi veya Beckett'in Molloy'undaki gibi karakterin kafasının içine hapsolmuşuz gibi bir akıştan farklı bir tarzı var Vesaas'ın. Melankoli ve Molloy'da kahramanların aynı cümleleri tekrar tekrar kurmaları onların bir duyguya nasıl saplandıklarını sanki onların aklının içindeymişiz gibi bize hissettirirken Mattis bazen kendinden beklenmeyecek kadar derinlikli de düşünüyor. Örneğin romanın sonlarına doğru anlatıcı Mattis'ten "Bunun üzerine gitmek zorundaydı. Daha çok konuşulabilirdi ancak yanlış olurdu bu. Yine de, söylenmedik onca söz varken gitmek güçtü." diye bahsediyor. Bu Mattis'in anlatıcı olmamasından kaynaklandığından okuduğumuz şeyin sahiciliğinden şüpheye düşürmedi beni.

Buz Sarayı'nda olduğu gibi Kuşlar'da da ani çıkışlar, inişler olmuyor. Sadece kardeşi için yaşayan Hege'nin hayatına birinin girmesi bile tantanalı bir olaya dönüşmüyor. Geçimlerini sağlamak için örgü ören ve yaşamdan kendisine hiçbir şey kalmadığını düşünen Hege sonunda mutluluğu bulsa da hayatındaki tek kişiyi kaybettiğini düşünen Mattis için yıkıcı oluyor bu.

Bizde olsa köyün delisi denebilecek bir karakter olan Mattis yaşadığı yerde neredeyse hiç kötülük görmese de yetersizliğinin farkında. Romandaki karakterler (Mattis ve Hege'nin dışındakiler de yani) okuyanın yakınlık duyabileceği tipler, Mattis'e hakaret etmeyi veya dalga geçmeyi düşünen bile yok. Buna rağmen kendisini sevdiğini bildiği kişiyi, ablasını kaybetme fikri dayanılmaz geliyor Mattis'e (Cümleyi tekrar okuyunca sanki bize öyle gelmiyormuş gibi yazdığımı farkettim. Tamam bize de öyle geliyor belki ama tepkimiz Mattis gibi olmuyor diyeyim ve konuyu kapatalım).

Son olarak Mattis'in ablasının onu duymasına imkan olmamasına rağmen her başı sıkıştığında ona seslendiği için yine Hege diye bağırmasının Freud'un aktardığı sen konuşunca aydınlık oluyoru hatırlattığını da yazmak isterim. Sizin de başka güzellikler bulacağınız bir roman olacaktır Kuşlar.

1 Ocak 2024 Pazartesi

Rakip - Emmanuel Carrère

Rakip yayınlandığı yıl Türkçe'ye çevrilmiş ve sonra unutulmuş, yeni baskısı yapılmamış bir roman. Gönül Akgerman'ın güzel Türkçesine rağmen Doğan Kitap'tan kimse kitabı basılmadan önce görmemiş eminim. Yoksa aynı sayfaların tekrar tekrar basılması 2000 yılında basılmış bir kitap için de kötü bir okuma deneyimi olacağı için bir düzelten olurdu herhalde.

Romanın adı, Rakip, Kitabı Mukaddes'te Şeytan için kullanılan ifadeden geliyor. Faili ve cinayetleri neden işlediği arka kapakta yazsa da olayların nasıl geliştiğini okuyucuya sürükleyici bir şekilde anlatan bir roman Rakip. Yazarın Kar Tatili adında sinemaya aktarılan bir romanı daha Türkçeye çevrilmiş ama onu okumaya henüz fırsatım olmadı (sırada bekleyen milyorlarca roman gibi).

Bir tıp fakültesi öğrencisinin girmediği bir sınava neden girmediğini açıklamamak için söylemeye başladığı yalanlar onu tamamen (hatta sadece) yalanlarla dolu bir hayata sürüklüyor. Yaşadığı yerde bir ofisi olmayan, hergün sınırdan geçip Dünya Sağlık Örgütünde çalıştığını, uluslararası toplantılara katıldığını ve çok kazandığını söyleyen bir hekim olarak bu yalan ve bomboş hayatını 18 yıl sürdürüyor Romand. Her yalanı başka bir yalanı örtmek için söylüyor ve doğal olarak bu başka bir yalana sürüklüyor onu. Anlatıcının da dikkat çektiği gibi bu yalanları kat kat açınca altından başka bir hayat da çıkmıyor. Romand başta böyle planlamamış olsa da sadece söylediği yalanların yükünden oluşan bir büyük yükle yaşıyor, tabi ki bu durum bir yere kadar devam ediyor. Yakınları ona güvendiklerinden (zaten birine yakın olmak güvenmek demek değil mi?) birikimlerini değerlendirsin diye ona emanet ediyorlar (bu da hiç değişmeyen bir dolandırıcılık şekli galiba). Zaten hiçbir geliri olmayan Roland bir eksik, bir fazla farketmez diyerek bu paraları harcarken bir gün geri ödemesi gerekeceğini ve o zaman bütün yalanlarının ortaya çıkacağını biliyor. Böyle bomboş ve gerçek olmayan bir adam olduğunu gördüklerinde yüzlerine nasıl bakacağım diyerek annesini, babasını, üç çocuğunu ve eşini öldürüp intihar etmeye çalışıyor (burası da şüpheli elbette, hayatındaki diğer her şey gibi) ama kurtarılıyor.

Rolandların görüştüğü ailelerin çevreleriyle hatta aileleri içinde yaşadıkları güvensizlik duygusu da çok sarsıcı ve belki telafisi mümkün olmayan hasarlar vermiş olmalı.

Yazar bütün ömrü yalanlarla, hatta sadece yalanlarla geçen Roland'ın ifadelerine temkinli yaklaşıyor ve döneminde bazılarının yaptığı gibi romantize etmiyor durumunu. İşlenen cinayetler de aklı başında kimsenin mazeret bulabileceği türden değil. Son 18 yılını sadece yalanlarla geçirmiş birinin (hele en yakınlarını öldürdüğü cinayetler de varken) yakalandığında artık yalan söylemesinin bir anlamı yok diyerek söylediklerinin doğru kabul edilmesi çok mantıksız olurdu herhalde. Söylediği yalanları zaten bir gerçeği kapatmak için söylememiş Roland. O kadar zaman gerçeklikten uzak durmuş birinin gerçeklik algısının bozulmuş olması kadar normal bir şey yoktur tahmin ederim.

Başı sonu belli bir cinayet romanı okumak isteyenlerin yeni baskısı olmasa da sahaflarda kolayca bulabilecekleri, okuyucuya aman yalan söylemeyin haa diye öğütler vermeyen güzel bir roman Rakip.

izlediklerimden öğrendiğim bir şeyler var

İzlediğim ilk büyük konser 1990'ların başında Ankara'da Zülfü Livaneli konseriydi. Henüz Sovyetler Birliğinin olduğu zamanlardan bah...