24 Aralık 2025 Çarşamba

Kurosawa'nın Düşleri

Dün kaktüs için Kurosawa'nın Dreams'i hatırlatıyor diye konuşunca bugün bu harika filmi yeniden izledim (gün benim için de 24 saat ama farklı bölüyorum). İlk izleyişimde nasıl büyülenmiş ve sinema bu muymuş demiştim. Şimdi her Kurosawa filminden sonra yaptığım gibi bir Japon'un 35 yıl önceki düşlerinden ne anlıyorum diye düşünüyorum. Her biri yaklaşık 15dk süren 8 kısa filmin bir arada sunulması gibi Dreams. Düş denilince arada kaybolup gelen şeyler, flu görüntüler geliyor insanın aklına ama hiç öyle değil, muazzam bir renk cümbüşü var bazı düşlerde. Tamamı bir bütünlük içermeyen, içeriyorsa bile bunu sadece yönetmenin anladığı bir filmi çekebilmek Kurosawa'nın yönetmenliğinin neredeyse 50. yılında elde edebildiği bir fırsat.

Herbir düşten aşırı okuma yaparak olduğundan çok fazla şey anlamak mümkün ama gerek var mı? Portakal Çiçeğindeki çocuk portakalı parasını verip satın alabilirsin ama evinin önünün portakal çiçekleriyle dolu olmasını satın alabilir misin diye soruyor. Portakal çiçeği bahçesinde dolaşmanın nasıl bir duygu olduğunu düşününce aklımdan "ister misin" sorusuna "çok isterim" cevabını almak kadar güzeldir herhalde diye geçiyor. Son iki film ancak nükleer bir felaket yaşamış bir halkın görebileceği rüyaları (kabusları) anlatıyor. Düşleri ne anlatıyor diye düşünmeden sadece o filmi görmek için izleyince içinde benzersiz güzellikler bulmak mümkün.

Filmin adı Düşler olunca nasıl oluyor da evin içindeki biblolar bahçede insanlara dönüşüyor gibi şeylere takılmıyor insan. Böyle yazdıktan sonra düşünüyorum da yönetmen kendi inandığı hemen her şeyi bize de inandırabilir aslında. Sinema izlerken gördüklerimizin zaten kurgu olduğunu bilmiyor muyuz? Kendi içinde bile tutarlı olması gerekmiyor bir sinema filminden keyif almamız için. Sadece bilim kurgu için de söylemiyorum bunu. Bir dramda bile duygunun bize geçmesi ve filmi beğenmemiz için gördüklerimizin gerçeğe benzemesi şart değil.

Tarkovski filmlerinde oyuncuların gerçek gibi olması ama mekanların çok stilize edilmesi bir yanıyla da bize izlediğimiz şeyin hayatın kendisi değil bir sanat yapıtı olduğunu söylemiyor mu? Lars von Trier de Dogville'de [2] gerçek gibi oynayan oyuncuları neredeyse olmayan bir mekanın önünde oynatıyor; sesini duyduğumuz havlayan köpek yere tebeşirle çizilmiş, Grace'in çalıştığı da bağ da keza öyle, evlerin duvarları yok ama kapıya vurulunca ses çıkıyor. Trier filmdeki mekanın gerçek olmadığını, hatta mekan olmadığını gözümüze sokmasına rağmen yine de bizi hikayeye inandırıyor. Tarkovski kesmeden uzun planlar gösterirken Trier oyunculara çok yakın planlarla etraftan koparıyor bizi (tabi ortamı tepeden gösterip hikayenin gerçekliğine uzun süre kapılmamıza da izin vermiyor).  Her ikisinde de müzik, ışık gibi temel ögeler en üst seviyede işçilikle kotarılmış. Zaten yönetmen bilerek bozmak istemiyorsa milyonlarca dolara hazırlanmış filmlerde bu konularda sorun olmamasını beklememiz gerekir.

Bitmeyecek bu yazıyı Can Yücel'in kızı Güzel'e yazdığı şiiriyle bitireyim

Düşünde bile göremez işler
Düşlerin gördüğü işleri. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Kurosawa'nın Düşleri

Dün kaktüs için Kurosawa'nın Dreams'i hatırlatıyor diye konuşunca bugün bu harika filmi yeniden izledim (gün benim için de 24 saat a...