21 Ocak 2024 Pazar

Duvar - Marlen Haushofer

Kafka romanlarını ilk okuduğum zamanlarda kahramanların yaşadıkları büyük saçmalıklara nasıl tepki vermeden kabullendiklerine çok şaşırırdım. Yahu böceğe dönüşmüşsün bu durumun garipliğine şaşırmadan nasıl devam edebiliyorsun hayatına derdim. Halbuki ne kadar saçma bir istek bu! Böceğe dönüştükten sonra bunun sebebini, mekanizmasını bilsem ne olacak? Böcek halimle geri mi döndüreceğim sanki olanları?

Aslında (sizi bilmiyorum tabi ama) ben de Samsa gibi davrandım pandeminin başlangıcında (küçük bir yanılma payıyla diyebilirim ki hepimiz, her an öyle davranıyoruz). Fen bilimlerine oldukça aşina olmama rağmen wikipedia'dan virüs maddesini bile okumadım, evden çıkmayın dediler çıkmadım, böyle giderse sağlık personeline maske kalmayacak, size gerek yok dediler maske almadım, maskesiz markete giremez hale gelince bana maske göndermemiş olsan ne yapacaktım bilemiyorum, aklıma hiç evden çıkamayan bir böceğe dönüştüğüm gelmedi, covid tanısı konulanların, ölenlerin verilerinden (onların birer sayı değil insan olduğunu unutmadan) grafikler çizdim, eğrilere uydurmaya çalıştım, extrapolasyonlarla arkadaşlarıma çıkarımlarda bulundum (hiçbiri tutmadı dememe gerek var mı bilmiyorum), bütün meslek pratiğimden bambaşka bir şekilde monitöre bakarak ders anlattım (burası çok karanlık, ayrıca yazmak istiyorum "güzel sanatların bir dalı olarak monitörle konuşmak" mevzusunu), haftalarca oğlumu görmedim, kimseye sarılmadım, dokunmadım (benim için bu var olmadım demek aslında), bundan sonra böyle olacaksa ne yapacağım hakkında (en azından başlangıçta) düşünmedim, sevdiğim kimseyi göremeyeceksem evde hasta olmadan sonsuza dek yaşamanın (bir matematikçi olarak farklı sonsuzlar olduğunu bilerek) anlamı olacak mı diye düşündüm, bu halden (böceğe dönüşmekten) bir mucizeyle geri döneriz herhalde gibi geliyordu (mucize oldu ve aşı bulundu), hiç yürümüyorum diye tedirgin oldum (halbuki yaşamıyordum), eczacı ilaçlarımı eve gönderince sevindim (ne yapacaktım tek başına yaşayarak?), bir gece uyandığımda kolumdaki saat nabzımın birkaç saattir atmadığını gösteriyordu yaşayıp yaşamadığımdan emin olamadım (bunu da ayrıca yazmak istiyorum), hayatımda hiç yazışmadığım kadar çok yazıştım anlık mesajlaşma uygulamalarında, çok akıllı insanlarla çevrimiçi sorular çözüp vidyo kayıtları aldık, nasıl oldu da bu lanet olası böceğe dönüştüm demedim, virüs canlı mı, değil mi diye kısa yazılar, tivitler okudum ama derinlemesine öğrenmedim, öğrensem ne yapacaktım? karşıma uzaylılar (örneğin Marslılar) çıksa onlara Marsta hayat aslında mümkün mü, değil mi diye soracak mıydım örneğin? sevdiğim herkesi, her şeyi benden uzaklaştıran (belki de yok eden) bu durumun gerçekliğini hiç sorgulamadım, sabah günaydın diye yazdığımda bana günaydın diyen bir botu ben de yazabilirken seninle konuştuğuma nasıl emin olabilirdim (daha chatgpt ortada yoktu ama arkadaşlarımızı taklit eden botları yıllar önce yazmamış mıydık?), 300 yıl önce yazılmış Robinson Crusoe'dan ne farkım vardı? evin kapısında beliriveren yiyecekler, ekranda beliriveren yazılar mı yaşadığımı gösteriyordu bana? sakallarım uzuyordu ama kimse görmeyince bunun yaşadığımın kanıtı olduğunu nasıl kabul edebilirdim (hani ormanda bir ağaç yıkılırsa ve kimse duymazsa ses çıkmamış oluyordu?) Samsa böceğe dönüşmesini sorgulamamıştı ama ben (belki de siz de) sanki neyi sorguluyordum? [artık rica ediyorum, romana gelelim] (evet çok uzadı farkındayım ama burada bırakamam) hem sanki hastalığımın nedenini sorgulamış mıydım? nedenini bilsem ne yapabilirdim? bir sonraki hayatımda o hatayı tekrarlamayacak mıydım? hergün açtığımız çeşmede neden türbülans olduğunu sorgulamış kaç kişi yaşamıştı yeryüzünde? işleyemeyeceğim veriyi toplamanın ne manası vardı? [hadi artık] velhasıl Gregor Samsa bizatihi sensin, benim (canım kardeşim demek istiyorum ama konuyu Nazım'a bağlamak istemiyorum).

Romancının bizi bir çıkmaza sokması daha önce karşılaşmadığımız bir şey değil elbette. Bir grup halinde bir adada mahsur kalsak, tek başımıza bir adada kalsak, hepimizin gözleri görmez olsa, şehrimizde kimse ölmüyor olsa, tamamı ölmüş bir ordunun askerlerini arayan bir general olsak ne yapardık? Lost yine böyle bir sıkışmışlığın ve çaresizliğin işlendiği (sonunun çok bozduğu) bir diziydi, Under The Dome bir kasabanın üzerine görünmez bir fanusun kapanıp dış dünyayla bağlantısının kesildiğinde olanları anlatıyordu (Sineklerin Tanrısı aslında hepsinin nasıl gelişeceğini anlatmış). Kısa Bir Cehennem Ziyareti'nde cehennemde bile gücü ele geçirenlerin neler yapacağını okuduk. Bu romanların/dizilerin hepsinde bir dış dünya (birbirini gören, sohbet eden, beraber içen, sarılan, kanlı canlı insanlar) vardır, biz ulaşamasak bile.

Peki ya dünyada bizden gayrı herkes ölmüşse? Duvar işte bu konuyu işliyor. Romanın başında Under The Dome'da olduğu gibi bir fanus örter yaşamı. Bu sefer içeride kalan tek insan romanın kahramanı kadındır. Nazım önce kedi gidecek, sonra ben gideceğim diyor ama Duvar'da sevdiğiniz, sevmediğiniz hatta hiç tanımadığınız bütün herkes sizden önce gidiyor. Hatta duvarın ardında kalan hayvanlar da gitmiş. Kahramanımız (ona seslenecek kimse olmayınca isminin anlamı kalmaz) kaldığı evin köpeği, onu bulan ineği ve kedisiyle hayata devam eder. Sonradan kendini zamanında vurmadığına pişman olacaktır çünkü yarın için bir ümidi yoktur. Behçet Aysan'ın "bilirim yarın diye bir şey var" mısrasındaki yarın onun için gelmeyecektir. Sizden başka kimse yaşamıyor olsa yarının bugünden bir farkı olur mu? Artık yüzünüzü sevebilecek hiçbir insan yaşamadığında, bu yüz büsbütün fazlalık gibi görünmez mi?

Dünyada tek başına kalınca bir umut yok ama kahramanın bu durumda olmayan bizlere mesajı şöyle: "Sevgiden daha akla uygun bir duygu yok. Sevgi, seven ve sevilen için yaşamı daha katlanılır kılıyor. Ama bunun tek imkanımız, daha iyi bir yaşam için tek umudumuz olduğunu zamanında fark etmemiz gerekir."

Okuduğum en güzel romanlardan biri diyebilirim Duvar için.

16 Ocak 2024 Salı

Buz Sarayı, Kuşlar - Tarjei Vesaas

Norveç edebiyatının önemli isimlerinden biri olarak bahsedilen Tarjei Vesaas'ın 1897'den 1970'e uzun sayılacak bir hayatı olmuş. Türkçede sadece iki romanı mevcut ve bence ikisi de okumaya değer eserler. İskandinav edebiyatı hakkında kiminle konuşacağım bilemiyorum ama birkaç aydır hiç okumadığım kadar çok Norveçceden çevirilmiş roman okudum, hala da listede bir o kadarı, belki daha fazlası okunmayı bekliyor.

Buz Sarayı

1963'te yazılmış Buz Sarayını 1972'de Melih Cevdet Anday çevirmiş. İşin doğrusu bu romanı sadece Anday'ın o yıllardaki sesini duyabilmek için almıştım, iyi ki okumuşum diyorum şimdi. Anday Norveççe bilmediğinden romanı İngilizcesinden çevirmiş. Normalde böyle suyunun suyu çevirileri okumayı tercih etmiyorum ama üzerinden 50 yıl geçtikten sonra okuduğumuz dilin nasıl değiştiğini göstermesi açısından da iyi bir tecrübe oldu benim için. Şimdilerde neredeyse hiç kullanmadığımız bakmaya yerine bakmağa, anlamaya yerine anlamağa benzeri kelimelerini kullanması çok zamandır görmediğim bir şeydi. Anday İngilizceden çevrilmiş olmasına rağmen Norveç romanlarında alışık olduğumuz kuru, soğuk dili başarıyla Türkçeye aktarmış gibi geldi bana.

Romanda merakla okunacak bir kurgu yok. On bir yaşında iki çocuğun (Siss ve Unn) kısa arkadaşlıkları, bir gece Unn'un teyzesinin evinde görüşmelerinin ardından bir kayıp ve bir büyük hasret var. Siss ve Unn haricinde kimsenin adı bile geçmiyor romanda, Anne, Baba, Teyze, oğlan, kız var sadece. Siyah beyaz bir filmdeki renkli iki karakter gibiler (renkleri olsaydı herhalde parlak renkler değil, pastel tonlar olurdu). Unn'u kaybettikten sonra Siss için herkesin silikleşmesi diğer karakterlerin adının zikredilmemesiyle çok güzel verilmiş. Siss ve Unn'un sadece bir akşam görüşmüş olmaları "Seninle Bir Dakika" şarkısında olduğu gibi bir his verdi bana. Bir ayrılıktan sonra mutlulukla geçmiş günler, hatta yıllar da bir dakika sürmüş (ve yetmemiş) gibi gelmiyor mu insana?

Teyze son yürüyüşlerinde Siss'e "Bir söz verdiğini söylemiştin. Ama söz verdiğin kimse ortadan çekilmişse, bu sözü tutmanın hiçbir yararı yoktur. Kendini onun anısına bağlayamazsın." diyor ve Siss'in yası da sonsuza dek sürmüyor. Romanın sonuna Unn'un bulunduğu dramatik bir sahne eklenecek diye tedirgin olmuştum ama yazar gerekmeyen isimleri bile söylemediği gibi romana hiçbir şey katmayacak böyle bir sahneyi de bize göstermemiş.

Kuşlar

Buz Sarayı'nın verdiği cesaretle yazarın Türkçeye çevrilmiş ikinci kitabı olan Kuşlar'ı da okudum. Kuşlar 1957'de yazılmış, Versaas'ın en önemli eseri olarak bahsedilen, ödüller almış bir roman. Adını diğer Norveçce çevirilerinden bildiğimiz Deniz Canefe yine güzel bir Türkçeyle çevirmiş romanı. Çeviri ne kadar başarılıysa Timaş Yayınlarının kullandığı kapak da o kadar özensiz maalesef. Romanın neredeyse 70 yıl önce yazılmış olması İskandinav edebiyatının zaman içinde değişimini görmeye imkan vermesi açısından da kıymeti bence.

Kırklı yaşlardaki iki kardeşin; Mattis ve ablası Hege'nin'in hikayesi Kuşlar. Mattis'i nasıl tarif etmeli bilemiyorum ama yarım akıllı veya alık denebilir (uzaktan Fareler ve İnsanlar'ın Lennie'si gibi) belki. Roman boyunca Mattis'in yanındaymışız ve biraz aklını okuyormuşuz gibi takip ediyoruz hikayeyi. Jon Fosse'nin Melankoli'sindeki gibi veya Beckett'in Molloy'undaki gibi karakterin kafasının içine hapsolmuşuz gibi bir akıştan farklı bir tarzı var Vesaas'ın. Melankoli ve Molloy'da kahramanların aynı cümleleri tekrar tekrar kurmaları onların bir duyguya nasıl saplandıklarını sanki onların aklının içindeymişiz gibi bize hissettirirken Mattis bazen kendinden beklenmeyecek kadar derinlikli de düşünüyor. Örneğin romanın sonlarına doğru anlatıcı Mattis'ten "Bunun üzerine gitmek zorundaydı. Daha çok konuşulabilirdi ancak yanlış olurdu bu. Yine de, söylenmedik onca söz varken gitmek güçtü." diye bahsediyor. Bu Mattis'in anlatıcı olmamasından kaynaklandığından okuduğumuz şeyin sahiciliğinden şüpheye düşürmedi beni.

Buz Sarayı'nda olduğu gibi Kuşlar'da da ani çıkışlar, inişler olmuyor. Sadece kardeşi için yaşayan Hege'nin hayatına birinin girmesi bile tantanalı bir olaya dönüşmüyor. Geçimlerini sağlamak için örgü ören ve yaşamdan kendisine hiçbir şey kalmadığını düşünen Hege sonunda mutluluğu bulsa da hayatındaki tek kişiyi kaybettiğini düşünen Mattis için yıkıcı oluyor bu.

Bizde olsa köyün delisi denebilecek bir karakter olan Mattis yaşadığı yerde neredeyse hiç kötülük görmese de yetersizliğinin farkında. Romandaki karakterler (Mattis ve Hege'nin dışındakiler de yani) okuyanın yakınlık duyabileceği tipler, Mattis'e hakaret etmeyi veya dalga geçmeyi düşünen bile yok. Buna rağmen kendisini sevdiğini bildiği kişiyi, ablasını kaybetme fikri dayanılmaz geliyor Mattis'e (Cümleyi tekrar okuyunca sanki bize öyle gelmiyormuş gibi yazdığımı farkettim. Tamam bize de öyle geliyor belki ama tepkimiz Mattis gibi olmuyor diyeyim ve konuyu kapatalım).

Son olarak Mattis'in ablasının onu duymasına imkan olmamasına rağmen her başı sıkıştığında ona seslendiği için yine Hege diye bağırmasının Freud'un aktardığı sen konuşunca aydınlık oluyoru hatırlattığını da yazmak isterim. Sizin de başka güzellikler bulacağınız bir roman olacaktır Kuşlar.

1 Ocak 2024 Pazartesi

Rakip - Emmanuel Carrère

Rakip yayınlandığı yıl Türkçe'ye çevrilmiş ve sonra unutulmuş, yeni baskısı yapılmamış bir roman. Gönül Akgerman'ın güzel Türkçesine rağmen Doğan Kitap'tan kimse kitabı basılmadan önce görmemiş eminim. Yoksa aynı sayfaların tekrar tekrar basılması 2000 yılında basılmış bir kitap için de kötü bir okuma deneyimi olacağı için bir düzelten olurdu herhalde.

Romanın adı, Rakip, Kitabı Mukaddes'te Şeytan için kullanılan ifadeden geliyor. Faili ve cinayetleri neden işlediği arka kapakta yazsa da olayların nasıl geliştiğini okuyucuya sürükleyici bir şekilde anlatan bir roman Rakip. Yazarın Kar Tatili adında sinemaya aktarılan bir romanı daha Türkçeye çevrilmiş ama onu okumaya henüz fırsatım olmadı (sırada bekleyen milyorlarca roman gibi).

Bir tıp fakültesi öğrencisinin girmediği bir sınava neden girmediğini açıklamamak için söylemeye başladığı yalanlar onu tamamen (hatta sadece) yalanlarla dolu bir hayata sürüklüyor. Yaşadığı yerde bir ofisi olmayan, hergün sınırdan geçip Dünya Sağlık Örgütünde çalıştığını, uluslararası toplantılara katıldığını ve çok kazandığını söyleyen bir hekim olarak bu yalan ve bomboş hayatını 18 yıl sürdürüyor Romand. Her yalanı başka bir yalanı örtmek için söylüyor ve doğal olarak bu başka bir yalana sürüklüyor onu. Anlatıcının da dikkat çektiği gibi bu yalanları kat kat açınca altından başka bir hayat da çıkmıyor. Romand başta böyle planlamamış olsa da sadece söylediği yalanların yükünden oluşan bir büyük yükle yaşıyor, tabi ki bu durum bir yere kadar devam ediyor. Yakınları ona güvendiklerinden (zaten birine yakın olmak güvenmek demek değil mi?) birikimlerini değerlendirsin diye ona emanet ediyorlar (bu da hiç değişmeyen bir dolandırıcılık şekli galiba). Zaten hiçbir geliri olmayan Roland bir eksik, bir fazla farketmez diyerek bu paraları harcarken bir gün geri ödemesi gerekeceğini ve o zaman bütün yalanlarının ortaya çıkacağını biliyor. Böyle bomboş ve gerçek olmayan bir adam olduğunu gördüklerinde yüzlerine nasıl bakacağım diyerek annesini, babasını, üç çocuğunu ve eşini öldürüp intihar etmeye çalışıyor (burası da şüpheli elbette, hayatındaki diğer her şey gibi) ama kurtarılıyor.

Rolandların görüştüğü ailelerin çevreleriyle hatta aileleri içinde yaşadıkları güvensizlik duygusu da çok sarsıcı ve belki telafisi mümkün olmayan hasarlar vermiş olmalı.

Yazar bütün ömrü yalanlarla, hatta sadece yalanlarla geçen Roland'ın ifadelerine temkinli yaklaşıyor ve döneminde bazılarının yaptığı gibi romantize etmiyor durumunu. İşlenen cinayetler de aklı başında kimsenin mazeret bulabileceği türden değil. Son 18 yılını sadece yalanlarla geçirmiş birinin (hele en yakınlarını öldürdüğü cinayetler de varken) yakalandığında artık yalan söylemesinin bir anlamı yok diyerek söylediklerinin doğru kabul edilmesi çok mantıksız olurdu herhalde. Söylediği yalanları zaten bir gerçeği kapatmak için söylememiş Roland. O kadar zaman gerçeklikten uzak durmuş birinin gerçeklik algısının bozulmuş olması kadar normal bir şey yoktur tahmin ederim.

Başı sonu belli bir cinayet romanı okumak isteyenlerin yeni baskısı olmasa da sahaflarda kolayca bulabilecekleri, okuyucuya aman yalan söylemeyin haa diye öğütler vermeyen güzel bir roman Rakip.

26 Aralık 2023 Salı

GNU/Linux'ta takas alanı kullanımı

İşlemci kuyruğundaki süreçler biliyoruz ki RAM'de tutuluyorlar. Çalışan süreçlerin miktarına ve davranışına bağlı olarak kullanılmayan RAM miktarı azalabilir veya daha kötüsü kalmayabilir. Böyle bir durumda yani boşta kalan RAM çok azaldığında tek çaremiz diskteki bir alanı kullanmak olacaktır (elbette makineye yeni RAM ekleyemiyorsak). Bunu yaparken sabit disklerin okuma/yazma hızlarının RAM ile kıyaslanamayacak kadar yavaş olduklarını unutmamamız gerekir. Günlük işlerimiz için kullandığımız dosya sistemi de takas alanı için kullanıma uygun değildir. Diskten daha hızlı ama elbette RAM'den çok daha yavaş olarak kullanabileceğimiz bir disk alanı veya dosyayı nasıl kullanacağımızı açıklamaya çalışacağım bu yazıda.

Önce free komutunu kullanarak RAM ve takas alanı (swap) kullanımımızı görelim.

Eskiden (çok eskiden yani) işletim sistemleri kurulurken RAM'in iki katı kadar bir alanın takas alanı için ayrılması öneriliyor olsa da günümüzde ise böyle bir miktarı ayırmak çoğu durumda gereksiz olacaktır. Bilgisayarın en ucuz ve arttırılabilir parçalarından biri sabit disk olsa da neredeyse hiç kullanılmayacak (en azından kullanılmamasını umduğumuz) bir alanı atıl bırakmak bana mantıklı gelmiyor. Zaten yukarıdaki örnekteki gibi 8gb RAM'i olan bir bilgisayarda RAM tamamen kullanılıyorsa takas alanını arttırmak işletim sistemini kullanılabilir halde tutmaya yetmeyecektir çünkü sabit diski nasıl biçimlendirirsek biçimlendirelim onu RAM kadar hızlı erişilebilir hale getiremeyiz.

Çok uzun zamandır takas alanı için ayrı disk bölümü oluşturmak yerine aynı işlevi görecek bir takas dosyası kullanmak çok yaygın. İster ayrı bir disk bölümü, isterse takas dosyası kullanılsın bunu okuma, yazma hızı en yüksek olan diskte bulundurmak iyi olacaktır. Sistemimizde takas bölümünün nasıl kullanıldığını görmek için swapon komutunu --show parametresiyle kullanalım.

Buradan /swapfile dosyasının takas dosyası olarak kullanıldığını, 2GB boyutu olduğunu anlıyoruz. Şimdi bu miktarın bize yetmediğini ve arttırmak istediğimizi farz edelim. Bu işlem için ihtiyaç duyduğumuz boyutta bir dosya oluşturalım. dd komutunun parametrelerini anlamak oldukça kolay olduğundan ayrıntıya girmiyorum.

Bu dosyanın erişim haklarını 600 yaptıktan sonra onu swap alanı olarak biçimlendirelim. Burada kullanacağımız komut da mkswap

Bu aşamada bir takas dosyası oluşturduk, onu biçimlendirdik ama kullanıma almadık. sudo swapon /swapfile2 komutuyla bu dosyayı kullanmaya başlayabiliriz.

Yine swapon --show ile kullandığımız takas dosyalarını görüntüleyebiliriz. sudo swapoff /swapfile2 komutuyla istediğimiz dosyanın takas dosyası olarak kullanımını sonlandırabiliriz.

Buraya yazdıklarımı ve bir disk bölümünü takas alanı olarak kullanma gibi ayrıntıları isterseniz aşağıdaki vidyodan izleyebilirsiniz.




23 Aralık 2023 Cumartesi

Kopenhag Üçlemesi - Tove Ditlevsen

Tove Ditlevsen Türkçeye sadece üç kitabı çevrilmiş Danimarkalı bir şair, yazar. Kopenhag Üçlemesi'nin kahramanı kendisi, yani o da Annie Ernaux gibi kendini yazdığı iddiasında. Böyle diyorum çünkü insanın kendi yaşadığı şeyleri bile olduğu gibi (bu ne demek ayrıca tartışılabilir elbette) hatırlaması mümkün değil. Tek başına olduğu zamanları doğru hatırladığını düşünen biri kolayca test edebilir bunu. Yanınızda biri varken yaşadığınız önemli olan, olmayan bir olayı o kişiyle konuştuğunuzda başka başka hatırladığınızı göreceksiniz (balkondaydık, hayır buzdolabının önündeydik gibi). Dauwe Draaisma'nın hafıza ve hatırlamayla ilgili ufuk açıcı kitapları olduğunu yazıp bu bahsi kapatayım yoksa konuyu romanlara getiremeyeceğim.

Üçlemenin çevirmeni Leyla Tamer romanları, içindeki şiirlerle birlikte duru bir Türkçeyle çevirmiş. Biraz bakınca başka çevirisi de yok gibi görünüyor. Umarım başka çevirilerini okuma fırsatımız da olur. Romanları yayınlayan Monokl Edebiyat tebrik edilmeyi hak edecek kadar özenli bir çalışmayla okuyucuya sunmuş kitapları.

Çocukluk

İlk kitap Çocukluk'ta üçlemenin kahramanı olan Tove'nin çocukluğunu kendi ağzından dinliyoruz. Yazar sevgisizlik içinde büyüyen bir çocuğun hissettiklerini sanki o yaşta birinin düşünceleriymiş gibi içtenlikle yazmış. Belki, beni yine de seviyor diye düşünmek elbette insanın sadece çocukken düşünebileceği bir şey değil ama kitabın tamamında anlatıcının gerçekten bir çocuk olduğuna bizi ikna edecek bir samimiyet var. İlkokulda öğretmenin başarılı telaffuzu yüzünden kendisini övdüğü bir cümleyi unutamamış olması bana derste doğrudan kendisine söylemediğim bir cümle yüzünden (artık evden ayrıldınız demişim) gece ağladığını aradan geçen 15 senede unutmadığını söyleyen eski öğrencimi (şimdiki arkadaşımı) hatırlattı. Ben de 100 üzerinden 105 aldığım bir sınavda hocanın üçlü amfide aynı durumdaki birkaç kişinin adını okuyup aferin dediği günü unutmadım doğrusu.

Tove övünç duyulacak bir şey değilim ben diyerek geçirdiği çocukluğunun sonrasında kendini daha iyi bir hayatın beklemediğini bildiği (düşündüğü) için çocukluğunu uzatabilmeyi istiyor ama bunu hangimiz yapabildik? Annesinin kendisini sevdiğine inandığı yaşta bu artık kendisini mutlu etmeye yetmekten çok uzakta. Leyla Tamer'in Türkçede yeniden yazdığı şiirleri o yaşta bir çocuğun yazması inanılmaz gelse de (yazmamıştır demiyorum tabi) çok güzel şiirler bence.

Gençlik

Hitler'in iktidara geldiği dönemde gençliğini (henüz liseye başladığı yaşına gençlik diyor yazar. Hoş ben de gençliğimin başladığı yaşları o zamanlar diye hatırlıyorum, bittiği yaşı bilemiyorum) yaşamak Tove'nin zaten parlak olmayan hayatını daha da kötüleştiriyor. Gençlerin evden ayrılmak için 18 yaşını doldurmayı beklemeleri ve bundan sonra kendi ayakları (belki dizleri demeliyim) üzerinde durmaya çalışmaları ve bunu özgürlük olarak görmeleri bugünden bakınca büyük cesaret gibi görünüyor bana.

Genç Tove "Doğru dürüst şiir yazmakla uğraşabileceğim bir yerim olmasını ne çok isterdim. Dört duvarı, kapalı bir kapısı olan bir oda. İçinde bir yatak, bir masa ve bir sandalye olan bir oda, bir de yazı makinesi veya bloknot ve bir kalem, o kadar. Ha, bir de kilitleyebileceğim bir kapısı." derken Woolf'un Kendine Ait Bir Oda'sını hatırlamamak mümkün değil.

Bağımlılık

Romanın özgün Danca adı Gift; zehir ve evlilik anlamlarına geliyor(muş) ve İngilizceye Bağımlılık (Dependency) olarak çevrilmiş. Roman acaba bahsi geçecek şey Tove'nin hayatını yaşarken hep başka erkeklere bağımlı olması mı diye düşündürerek başlıyor. Tove sadece 20 yaşında ve Alman işgaliyle beraber gençliğinin sona erdiğini hissediyor. Hitler Almanyasının Danimarka'ya yaşattıkları romanın arka planında hep var ama Tove'nin hayatının odağında hep şiir ve roman var. Yazar bu romanı yayınladıktan beş yıl sonra uyku hapları içerek intihar etmiş ve romanda bağımlılığının nasıl başladığını, içinden çıkılmaz bir hal aldığını anlatmış (elbette romanda geçenlerin kurgu olduğunu akıldan çıkartmadan söylüyorum bunları).

Üçleme ancak sırasıyla okunduğunda anlaşılabilecek ve keyif alınabilecek romanlardan oluşuyor. Belki üç kitap farklı yıllarda yazılmış olmasına rağmen tek bir ciltte bile basılabilirmiş (İngilizce olarak öyle de yayınlanmış).

17 Aralık 2023 Pazar

Miras, Postane Günlükleri - Vigdis Hjorth

Bir romanla ilgili en az önemsediğim şey yazarın roman hakkında söyledikleri, yazdıkları oluyor. Vay efendim otobiyografik miymiş, bunu yaşayan birilerini mi tanıyormuş, bunlar bence çok boş şeyler. Romanda anlatamadığı şeyleri sonradan onun hakkında konuşup anlatmaya çalışmak beyhude bir çaba bence. Eleştirmenlerin, edebiyat kuramcılarının (Berna Moran'ın Anayurt Oteli hakkında yazdıkları, Yusuf Atılgan'ın röportajlarından daha kıymetli değil mi?), okurların kitap hakkındaki değerlendirmelerini yazardan daha fazla önemsiyorum. Arada bir yazarların söyleşilerine de katılıyorum ama zaten pek az yazar romanda şunu demek istemiştim diyor konuşmasında. Vigdis Hjorth'le yapılan röportajları hiç okumadığımı, özellikle Miras'ın otobiyografik olup olmamasıyla hiç ilgilenmediğimi söylemek için bu kadar uzatmaya gerek var mıydı bilemiyorum.

Norveç (aslında Kuzey Avrupa) romanı denildiğinde aklıma hep Erlend Loe ve Dag Solstad'ın yazdıkları geliyordu (elbette günümüz edebiyatından bahsediyorum, Knut Hamsun gibi yazarları dışarıda bırakarak söylüyorum bunu). Özellikle Jon Fosse'yi okuduktan sonra Norveç edebiyatının aslında dünya edebiyatı olduğuna ikna oldum.

Vigdis Hjorth'ün iki romanını da Dilek Başak çevirmiş. Erlend Loe'nin bütün romanlarını çeviren Dilek Başak Hjorth çevirilerini de sanki Türkçe yazılmışlar gibi sunuyor bize.

<uyarı>
Yazının devamında "meğer katil uşakmış" gibi bir sürprizbozan yok ama yine de içerikle ilgili hiçbir şey duymak istemeyenler burada ayrılsalar iyi olabilir.
</uyarı>

Miras

Miras yapanı şeytanlaştırmadan, mağdurun acısının üzerine basıp yükselmeden bir çocuk tacizini anlatıyor. Konu elli yaşını geçmiş bir kadının (Bergljot) babasının ölümünün ardından çocukluğunda gördüğü cinsel tacizi anlatması olunca çocuğun yaşadığı travmanın detaylandırılması, babanın nasıl kötü biri olduğunun anlatılması veya babanın kendi çocukluğunda yaşadıklarının aktarılması yapılabilecekken yazar bunlara neredeyse hiç girmiyor bile. Bergljot başından geçenleri erişkinliğinde, hatta evlenmiş ve çocukları varken, ailesine açıyor ve babası inkar ediyor. İki kız kardeşi (ağabeyinin durumu farklı ama onu okursunuz zaten) babaları (ve başka bir adama aşık olan anneleri) ortada bir kanıt yokken (nasıl olabilir zaten böyle bir kanıt, yıllar geçmiş üzerinden) ailenin iki üyesi arasında kalıyorlar.

Miras bölüşümü konusunda aile içinde çekişmelerin, kavgaların olması benim de çocukluğumdan alışık olduğum bir konu. En uyduruk şeyler bile paylaşılamaz ölünün ardından. Annem (canım) olur da ileride biz de kardeşimle böyle kavga ederiz (küseriz) diye korktuğundan hayattayken nesi varsa bize bölüştürmüştü (sanki ben kardeşimle böyle bir şey için tartışabilirmişim gibi. O zaten dünyanın en tatlı insanıdır).

Ölen babasının ardından "babam beni biraz da olsa sevmiştir herhalde" diye düşünen Bergljot ne babasını affeder (zaten böyle bir şeyin imkanı yoktur), ne yaptıklarına bir gerekçe bulmaya çalışır. Turan Oflazoğlu'nun "Sen sen sen, Yok olabilirsin ama, Seni sevmiş olmam, Yok olabilir mi?" demesi gibi babasının artık yok olması yaşadıklarının olmamış gibi olmasına imkan vermez. Ağabeyi haricindeki aile üyelerinin söylediklerinin söylenmemiş gibi davranmalarına da dayanamaz (kim dayanabilir zaten?). Yazar bizi gözyaşlarına boğabilecekken bu kozu kullanmamış ve yine de yüreğimizi sıkıştıracak harika bir roman yazmış.

Postane Günlükleri

Roman Ellinor'un bir şeyleri hatırlamamasıyla, anlamsız bulmasıyla başlayınca aman dedim bu da demans benzeri bir durumu anlatıyor. Biraz ilerleyince kahramanın kendini eksik adresli bir mektup, içerikten yoksun bir mektup gibi hissettiğini anladım. Hayatını kazanmak için yaptığı işleri küçük şeyler olarak görüp hayatımda daha büyük şeyler olmayacak mı, bu kadarına mı mahkumum diyen Ellinor romanın ortasında ortaya çıkacak toplumun oluşumuna katılmayım, sorumluluk almalıyım diyor. Hem de bunu 2010'da Norveç'te diyor.

İnsanın kendini anlaması, kendine karşı samimi olması, kendiyle senli benli konuşması bile çok zorken başkalarını anlaması elbette çok zor bir iş. Hjorth konuyu anlatırken lafı çok dolandırıyor, araya başkalarının hikayelerini, kendi ailesiyle ve sevgilisiyle ilgili konuları alıp bağlamı bizim tamamlamamızı bekliyor. Zaten öyle olmasa, yani doğrudan anlatmak istediğini anlatabilse herhalde bir roman yazmak yerine düşündüklerini yazardı. Aslında biraz da bu yüzden yazarların eserleriyle ilgili sonradan söylediklerine herhangi birinden daha fazla önem vermiyorum. Başka türlü söyleyemediği için bu romanı yazmış olmalı yazar.

Yazarın lafı bu kadar dolandırması (romanda kahramana söylettiği ifadeyle söylersek) yazılanların düşünülmüş değil de yaşanmış gibi hissedilmesini sağlıyor.

Romanda Ellinor üzerinde çok uzun zamandır tartışılan konular hakkında da düşünüyor. Theseus'un gemisinde olduğu gibi hakiki olan, asıl olan nedir gibi sorular üzerinde kendisiyle tartışıyor ama elbette bu hacimdeki bir romandan bir özgün bir çözüm önerisi beklememek lazım. Pink Floyd'tan Syd Barrett ayrılınca grup artık Pink Floyd olma özelliğini yitirmediği, hatta Roger Waters ayrıldıktan sonra onun yerine de bir(ler)i konabildiğine göre Rick Wright'ın ölümünün ardından David Gilmour ve Nick Mason yeni bir klavyeci ile yeni bir Pink Floyd albümü çıkarırlarsa bu grup artık Pink Floyd olmaz mı sorusunu biz de zaman zaman arımızda konuşuruz (Eğer olmuyorsa Türkiye'deki son konserlerinde Camel grubunu dinlemeye gidenler kimi dinlediler?). Hatta biraz daha ileri gidip Gilmour ve Mason grubun son halinden ayrıldıklarında onlarla birlikte yıllardır çalan grup üyeleri yeni bir albüm yapsalar, konser verseler bu grup hala Pink Floyd olur mu? Bu sorulara Heraklitos gibi grup üyeleri değişmese bile her bir araya geldiklerinde zaten aynı grup olmuyorlar diyerek cevap vermek bir seçenek olsa da soruların varlığı kahramanın nasıl sıkıntılar içinde olduğunu anlamamıza yardımcı oluyor.

Dilerim üretken bir yazar olan Vigdis Hjorth'un diğer eserlerini de okuma imkanımız olur.

16 Aralık 2023 Cumartesi

Yönetmen Yazar Alain Robbe-Grillet

Kimin önerisiyle okuduğumu hatırlamadğım Alain Robbe-Grillet romanlarını sanki kameranın vizöründen bakarak yazmış bir yazar. Özellikle Kıskançlık bir yönetmen tarafından yazıldığı çok belli olan bir eser. Anlatıcının olayları yorumlamadan (minimum seviyede yorumlayarak diyelim) aktardığı bir tarzda eserler vermiş.

Yazarların klasik roman anlatışından sıkılmaları ve yenilikler denemek istemeleri son derece anlaşılır geliyor bana. Her şeyi bilen bir anlatıcının olması kendi başına sorunlu bir durum. Anlatan kahramanların bütün düşüncelerini nasıl biliyor, bize doğrusunu mu anlatıyor (sonuçta kurmaca bir metinden bahsediyoruz ama bazen yazarın bir kahramandan yana taraf tuttuğunu düşündüğüm çok oluyor benim) gibi sorular edebiyat okuyucusunun aklını kurcalayan şeyler.

Kıskançlık

Romanda anlatıcı kişilerin düşündüklerini bilip bize aktaran biri değil. Bir anlatıcı var evet ama sadece fotoğraflara, bazen de kısa videolara bakıp bize tasvir eden biri bu. Fotoğrafta görülmeyen şeyleri o da bilmiyor. "Belki saçının bu tarafıyla işi bittiği için hareketlerine ara verdi" diyor örneğin. O da emin değil ara vermenin nedeninden. Anlatıcının her şeye hakim olmaması okuduğumuz metne biraz mesafe katsa da metni daha inandırıcı kılmak yönünde bir çaba (70 sene önce yapılmış denemeleri yeni bir şey gibi sunmuyorum elbette, ben yeni okudum).

Romanda diyaloglar çok az, konuşmaların hepsini duymuyoruz, duyduklarımızın çoğu da tekrarlardan oluşuyor. Kıskançlık sıradışı bir roman; yazarın aynı zamanda bir sinemacı olduğu romanın her satırında fark ediliyor. Roman kameranın hareketlerinden çok fotoğraf karelerinin okuyucuya anlatılması şeklinde ilerliyor. Bazı bölümlerde (hatta romanın tamamında) romanla hiç ilgisi olmayan detaylar okuyucuya "ben ne okuyorum" dedirtecek kadar ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor. Tiyatro için sahnede görülen silahın zamanı gelince patlaması gerekir dendiği şeyin bu romanda karşılığı yok. Gölgeler, şekiller, izler çok kadar detaylı anlatılıyor ama öykünün geneliyle ilgileri yok. 100 sayfalık roman sürekli tekrarlarla, işe yaramayan ayrıntılarla geçiyor ama romanın baş karakteri olan A...'nın hayatı da 12 ay boyunca tekrarlayan rutinlerle geçiyor. Hayatı böyle tekrarlar içeren birinin evdeki eşyaların gölgelerine, konumlarına böyle ayrıntılı bakmaktan başka çaresi de olmuyor (pandemi döneminde evdeki halimi düşününce çok benzerlikler buldum bu anlatım tarzıyla).

Romanda takip edilecek bir olay yok. Bir duygu durumu ona uygun bir şekille anlatılmış. Romanın adı Kıskançlık olarak yazılmasa okuduktan sonra çok az kişi bu ismi verebilirdi bence.

Silgiler

Yazarın ilk romanı olan Silgiler'i ben Fol Yayınlarından okudum ve bana son okuması iyi yapılmamış gibi geldi. Bir çok yerde rı'lar n olarak, nı'lar m olarak basılmış. Kitabın YKY'dan da bir baskısı yapılmış, her iki kitap da Alp Tümertekin'in çevirisi. YKY daha özenli bir baskı yapmıştır, tercih fırsatınız olursa ona şans verin derim.

Silgiler klasik anlamıyla bir polisiye değil. Evet bir cinayet var (olup olmadığı şüpheli olsa da), olayı soruşturan polisler var, tanıklar var (çoğunun aklı başında değil ama varlar) ama sonuçta Sherlock'taki gibi bulmaca çözen birileri yok (bir bulmaca var ama nasıl çözüleceği belli değil). Robbe-Grillet her sahneyi bir yönetmenin film çekimi öncesi hazırladığı taslaklar gibi anlatıyor. Kronoloji, kimden bahsettiği gibi gibi konular yazarın özellikle açıkça anlatmadığı şeyler. Aynı sahneyi farklı muhtemel senaryolarla tekrar tekrar okumak romanı sıkıcı hale getirmemiş, aksine romanda bazı şeyler anlaşılmadan kalıyor ama zaten hayat da öyle değil mi? Benim hayatta tamamını anladığım o kadar az şey oluyor ki romana laf etmeye genelde yüzüm olmuyor.

70 yıl önce Yeni Roman diye adlandırılmış bu yazım şekli ama günümüz okuyucusuna yeni gelir mi emin değilim. Yeni olsun olmasın benim beğenerek okuduğum bir roman oldu Silgiler.

Ölümsüz Kadın

Romanların sinemaya aktarılmasını sıkça görüyoruz (ve beğenmiyoruz) ama ilk defa bir sinema filminin sahne sahne anlatıldığı ve filmden görsellerle zenginleştirildiği bir roman (sineroman deniyormuş bu türe) okudum. Önsözü okumadığım için önce film çekilmeden yapılan hazırlığı okuduğumu düşündüm (görseller sonra eklendi sanmıştım) ve böyle büyük bir hazırlık (libretto gibi) yapıldıktan sonra başka bir yönetmen de çekebilirmiş gibi geldi filmi.

Robbe-Grillet Kıskançlık romanındaki gibi her şeyi ayrıntılarıyla tarif ediyor bu sineromanında da. Filmde görülmeyen bir şeyi anlatmıyor, yorumlamıyor. Film 1963'te İstanbulda geçiyor ve internetten bulup izlemek imkanı var. İnsanlık dünyanın dışına çıkmamışken, daha aya gidilmemişken elbette İstanbul bugünkünden çok başka bir halde. Kitabı okumasanız bile filmi izlemekten keyif alacağınızı tahmin ediyorum. Sunuş yazısında geçmiş İstanbul için yazdığı gibi: "Giden dönmez ama gönlünüzde yaşatabilirsiniz".

14 Aralık 2023 Perşembe

Kedi Gezegeni - Lao She

Peter Sloterdijk yazma eylemi için "Göndericilerin, gönderilerinin gerçek alıcılarının kim olacağını önceden kestirememeleri, yazılı kültürün oyun kurallarındandır" diyor. Yaşadığımız coğrafyadan ve kültürden çok uzakta, onlarca hatta daha fazla yıl önce yazılmış eserleri kendimize çok yakın bulmamız yine onun ifadesiyle "Kitap ve mektup yazanlar ile onların mektuplarını alanların varsayımsal dostluğunun" bir kanıtı olsa gerek.

Kedi Gezegeni Çin'in önemli yazarlarından Lao She tarafından 1933'te yazılmış. Roman'ın ilk sayfasında Çinli kahramanın bir uzay gemisiyle Mars'a gittiğini ve gemisinin parçalanması sonrası orada Kedi İnsanlarla karşılaştığını öğreniyoruz. Ne orada nasıl hayatta kalabildiğine şaşırıyor ne de Kedi İnsan diye bir şeyin varlığına. Mars'ta başka uygarlıkların da mevcut olduğunu öğrenmiş olmasına rağmen kahraman dünyaya nasıl döneceği hakkında bir kaygıya da sahip değil. Kafka romanlarındaki gibi çok saçma bir şey oluyor ve biz de durumun saçmalığına değil de olayların nasıl ilerlediğine odaklanıyoruz (Kafka romanlarındaki gibi dediğimde sanki yaşadığımız hayatta böyle yapmıyoruz demiş gibi oluyorum farkındayım. Aslında başımıza o kadar garip şeyler bir anda gelmiyor, yoksa biz de çoğunlukla ne olayların altındaki mantığı aramaya çalışıyoruz ne de duruma itiraz ediyoruz aslında).

Kedi Ülkesindekiler için "Eğer zaman öldürmek bir iş olsaydı Kedi İnsanlarının işlerini çok iyi yaptıkları söylenebilirdi" diyor kahraman. Kedi İnsanları bildiğimiz anlamda bir iş yapmadıkları gibi toplumsal düzenleri de bizimkinden çok farklı (belki de çok benzer). Konu insanlar arasında geçmediğinden bir distopya sayılabilir mi bilemiyorum ama romanın çıktığı dönemde ülkesinde çok tepki çektiğini tahmin etmek zor değil.

Kedi Ülkesi ülkenin eğitim seviyesini yükseltmek için her yere okullar açıyor. Sonra bütün okulları üniversite yapıyor. Hatta hepsini en iyi üniversite sayıyor. Bu kadarını yapınca bir adım daha ileri gidip ilkokula başladıkları gün öğrencilere üniversite diplomalarını veriyor. Böylece hiçbir işe yaramayan diplomalarıyla bütün ülke insanı üniversiteden birincilikle mezun oluveriyor.

Kahraman kimse ekip biçmezken, çalışmazken, üretmezken Kedi Ülkesinin imparator'un parayı nereden bulduğunu sorduğunda "Tarihi eserleri satar, toprak satar, siz yabancılar bizim ulusal hazinelerimizi ve topraklarımızı satın almaya bayılıyorsunuz o yüzden para konusunda kaygımız yok." cevabını alır. İmparator hazretlerinin maddi sıkıntısı yoktur ama halk genel olarak perişandır. Ülkenin aydınları yurtdışından yabancı kelimeler öğrenir ama anlamını bilmeden kullanırlar bu kelimeleri. Zaten kendi ülkelerinde aldıkları eğitimin kalitesini düşününce dışarıda kültürlerinin artmamasına şaşmak da mümkün olmaz. Kedi Ülkesi komşu ülkelerden çok etkilenmekte ama bir adım ileri gitmek şöyle dursun, olduğu seviyede bile kalamamaktadır. "Bizim özelliğimiz taklit etmeye çalıştıkça daha da kötüye gitmektir."

Kedi Ülkesinde vicdanım hayatımdan daha önemlidir diyen çok küçük bir grup var ama onlar da bir araya gelip mücadele edemiyorlar. Bir düşman işgalinde ilk kaçanın imparator hazretleri olduğu Kediler Ülkesinde yaşamadığımız için şükretmemek mümkün değil.

4 Aralık 2023 Pazartesi

Sakar - Alexandre Seurat

Aile içi şiddet konusunda çocuğun, öğretmenlerin, sosyal hizmet görevlilerinin çaresizliğini vurucu bir şekilde anlatan bir roman Sakar. Hiçbir şiddet sahnesi içermemesine rağmen kendi çocukluğunda benzer şeyler yaşamış biri için okuması kolay bir kitap olmayabilir çünkü çocukluğum "beş kardeş çok acıtmaz mı?" karikatüründeki gibi geçti ama benim bile bağırasım geldi incecik romanı okurken. Nesrin Demiryontan hiç aksamayan bir Türkçeyle çevirmiş romanı.

Romanları okurken aklımda hep bu metni nasıl okuyoruz sorusu oluyor. Tamam kurmaca ama yazar yazılanlara nasıl inanmamızı bekliyor? Klasik romanda her şeyi bilen, kahramanların aklını okuyan bir anlatıcı var, buna ikna olmak kolay. Bazen mektuplar, günlükler bulundu, onları okuyorsunuz diye başlangıçta bir not oluyor, buna da eyvallah. Metin zaten bir kahramanın (bazen birden çok kahramanın) ağzından konuşunca yine yazılanlara ikna olmak zor değil benim için.

Sakar'da yazar sanki Diana'nın ölümünden sonra savcı bir soruşturma yapmış ve ifadelerini zamanlayarak bir araya getirip bize sunmuş gibi başlıyor (gibi diyorum çünkü roman böyle bir şeyden (yani soruşturmadan) bahsetmiyor). Bölümlerin başında kimin konuştuğu yazıyor (Teyze, Okul Doktoru, Üçüncü Müdire gibi) ve biz onun anlattığı kadarını öğreniyoruz. Her konuşma geçmiş zamandan bahsediyor ama o geçmiş zaman bugünden (romanın şimdiki zamanından) bakılan zaman değil. Konuşmanın (neden ifade diyemediğime birazdan geleceğiz) yapıldığı zaman bugünden önce ama bahsi geçen zamandan sonra. 79. ve 81. sayfada Diana'nın birer cümle konuştuğu iki bölüm (belki alt bölüm demek daha doğru olur) olmasa bir ifadeler bütünü okuduğumuza ikna olmakta bence bir sorun olmayacaktı ama o iki bölüm var. Yazar Diana'nın konuşmalarını bir yukarıdaki bölümde Jandarmaların duyduklarını anlatıyormuş gibi bize aktarsa hiç böyle bir kafa karışıklığı olmayacakken Diana'nın sesini duymak (çaresiz yavrucağın sesini duyar gibi oluyor insan gerçekten) böyle bir kurguya imkan vermiyor.

Diana'ya ait bölüme gelene kadar ben romanın baş kahramanı hariç herkesin onun hakkındaki hatıralarını, düşüncelerini anlattığı ama onun hiç konuşmadığı (olmadığı) bir roman okuduğumu düşünmüştüm. Ahmet Hamdi Aydaki Kadın romanında "Bereket versin o gece Selim yoktu. O gece... O gece Selim’in yokluğu vardı" diyor ya ben de "Roman Diana hakkında ama o yok, onun yokluğu var" diye düşünmüş ve çok beğenmiştim (sonunda yine beğendim). Eğer romanlarda böyle şeyleri dert etmiyorsanız eminim çok beğenirsiniz Sakar'ı.

23 Kasım 2023 Perşembe

"Hayatımı yazsam roman olur": Annie Ernaux

Türkçedeki yedi romanında da kendi hayatından bölümleri anlatan bir yazarın diğerlerinin arasından sıyrılıp bu kadar tanınması ve ödüller kazanmasının esbab-ı mucibesi anlattığı hatıralar değil onları anlatış şekli olsa gerek. Romanlarında neredeyse hiç sonu merak edilecek bir şey yok Ernaux'un. Yaşadığı dönemi düşününce ondan çok daha kötü (en azından merak edilecek) tecrübeler yaşamış milyonlar vardır mutlaka (insanların acılarını yarıştırmak mümkün olmasa da romanlarını okuduğunuzda hak vereceksiniz diye tahmin ediyorum). Eminim benimki gibi inişsiz çıkışsız bir hayatı bile (son sekiz yılı, biraz daha yakında hayatın pazar günü gibi geçirdiğim geçen yılı saymazsak elbette) Ernaux anlatsa benzer şekilde bir edebi keyifle okunabilirdi (tabi onun anlatım şekliyle yazabilmesi için benimle aynı hayatı yaşaması, yani ben olması gerekirdi ki ben yazamadığıma göre o da yazamamış olurdu [bir kere kendini düzeltme artık]).

Ernaux oldukça üretken bir yazar ve Türkçeye çevrilmemiş çok kitabı var. Umarım Nobel aldıktan sonra diğer kitaplarını da Türkçe okuyabiliriz. Bir kadın ve Yalın Tutku romanlarını Yaşar Avunç, diğer beş romanı Siren İdemen okuduğunda çevirmenin hangisi olduğu anlaşılmayacak şekilde çevirmişler. Yazarın iki kitabının başka yayınevlerinden baskıları da yapılmış. Can Yayınları Babamın Yeri'ni Bir Adam, İletişim Yayınları Olay'ı Kürtaj adıyla basmış daha önce. İlkini bilmeden almıştım ama iyi ki Olay'ın arka kapağını okudum da Sinem taa Almanyalardan getirecekken gerek kalmadığını fark edebildim.

Aşağıda çevrilmiş kitapları hakkında yazarken mümkün olduğunca okuma keyfini kaçıracak bir şeyi söylememeye çalıştım. Zaten yukarıda da söylediğim gibi romanlarda sonunda ne olacak diye bir bekleyiş de yok. Yine de kitapların arka kapağını bile okumak istemeyenler için uygun olmayabilirler. Sadece Olay romanı hakkında bir şey yazmadım. Erkekler her konuyu bilip hakkında fikir beyan etmesin dedim.

Boş Dolaplar 

Bundan sonra okuyacağımız Babamın Yeri, Bir Kadın ve Olay Boş dolapların içinden çıkacak. Babasının ölümünün ardından Babamın Yeri, annesinin ölümünün ardından Bir Kadın ve bu romanın başladığı ve bittiği konuyu anlattığı Olay'da yazarın Boş Dolaplar'da bahsettiği durumları daha ayrıntılı okuyacağız (Breaking Bad'in içinden Better Call Saul'un çıkması gibi). Ernaux yetiştiği ortamı, eğitim hayatını ve onu Olay'a kadar getiren süreçleri çarpıcı bir dille anlatıyor. Çocuk ve genç kızlık aklıyla hissettiği duyguları eğip bükmeden, gerekçelendirmeye çalışmadan dümdüz anlatması romanın etkisini çok arttırıyor.

Annem memurdu ve beni okutmak için hep fedakarca yaşadı, ben de sonuçta bir devlet memuru oldum, Ernaux'un bahsettiği gibi bir sınıf atlamadım. Onun çocukluğunda ailesinden memnun olmaması (nefret etmesi demek çoğu durumda daha doğru olur aslında) gibi bir durumu da hatırlamıyorum. Hatta annem çalışıyor diye gurur duyuyordum onunla. Romanı beğenmek için yazarla veya kahramanla (burada ikisi aynı kişi gibi görünüyor ama bu mümkün olabilir mi bilemiyorum) empati kurmak gerekmediğinden çok severek okuduğum bir roman olduğunu söylemeliyim.

Babamın Yeri

Yazarın babasının ölümünün ardından ailesinin hikayesini sanki fotoğraflara bakarak anlatıyormuş gibi yazdığı etkileyici bir roman Babamın Yeri. Anlatıcı sadece kendi gördüğü yaşadığı şeyleri değil, babasının çocukluğu gibi, görme imkanı olmayan olayları da anıların şiirselliğine, eğlenceli alaycılığa yer vermeden, dümdüz bir yazıyla anlatıyor. Anıların (fotoğrafların) kesikli yapısı anlatımda da karşılığını buluyor. Kitabı okumadan sadece sayfalarına hızlıca bakan biri bile akıp giden bir metinle karşı karşıya olmadığımızı kolaylıkla anlayabilir (burada zor okunan bir roman olduğunu söylemek istemiyorum). Metnin bu yapısına rağmen bahsi geçen insanlar çok hakiki (ben de kendisinden daha iyi olacağım umuduyla bana bakan bir anneyle büyüdüğüm için bana öyle gelmiş olabilir).

Elbette bir ölümün ardından yazıldığı için biraz hüzün içeriyor ama sonuçta hepimizin öleceğini bir sır değil. Bahsi geçen ölüm trajik bir ölüm değil (her ölüm erken ölümdür biliyorum). Yine de insanın ailesiyle bu kadar uzun yıllar hatıralarının olmasını bir şans olarak görmek gerekir gibi geliyor bana.

Bu kitaba başlamadan önce Kafka'nın Babaya Mektup'u ve Oğuz Atay'ın Babama Mektup öyküsünü yeniden okuyayım diye planlamıştım ama onlar (özellikle Kafka'nınki) okuması kolay metinler değil (Atay'ı o kadar seviyorum ki zaten ara ara Korkuyu Beklerken'i baştan sona okuyorum diye yeniden okumadım). Belki erkeklerin babalarına yazdıklarıyla (kağıda dökmese bile her erkeğin babasına yazdığı mektubu/mektupları vardır herhalde) kadınlarınki arasında böyle farklar oluyordur.

Bir Kadın

Ernaux Babamım Yeri'nden üç yıl sonra bu sefer annesinin ölümünün ardından o kadar da dümdüz yazamamış. Babasından bahsederken annesini tanımış olmamıza rağmen sadece annesinin hayatını okurken Ernaux'un babasının değil annesinin kızı olduğunu görüyoruz. Babamla eğlenirdim, annemle sohbet ederdim diye tarif ediyor bu durumu Ernaux.

Annesinin ölümünden sonraki hafta her yerde ağladım dediği hali ben de yaşadığım için roman bana o zamanlarımı hatırlattı (annemin ölümü pazar. aynı gece çanakkale uçağı. sabah dönemin son haftasının dersleri. Gökçe: hocam üzgün görünüyorsunuz. o haftadan sonra ilgili ilgisiz her yerde ağladım).

İncecik ama bana çok dokunan bir metin oldu Bir Kadın.

Yalın Tutku

Ernaux'un hayatında ölecek kimsesi kalmadığından (iki oğlu da hayatta) bu sefer yaşadığı tutkulu aşkı anlatıyor. Tutkumu açıklamak değil -bu, onu bir hata ya da gerekçelendirilmesi gereken bir kargaşa olarak kabul etmek anlamına gelir- sadece sergilemek istiyorum diyor Ernaux. Yazılanın ne kadarının otobiyografik ne kadarının kurgu (hoş kurgu olmayan bir şey yazılamaz bence ya neyse) olduğuna takılmadan okunduğunda yukarıdaki romanlarınkine çok benzer bir anlatım diliyle okunan güzel bir roman okuyucuyu bekliyor. 

İlk okuduğum zaman (Nobel alışından hemen sonra) yazarın bahsettiği tutku bana oldukça hastalıklı gelmişti. "Kimi zaman, kendi kendime, belki bütün gününü bir saniye bile beni düşünmeden geçiriyor diyordum. Kalktığını, kahvesini içtiğini, konuştuğunu, güldüğünü gözümün önüne getiriyordum, sanki ben yokmuşum gibi" diye yazan roman kahramanı (yani Ernaux) bu okuyuşumda bana yaşadığı bu yoğun duygu yüzünden az insanın sahip olabildiği bir şansı yakalamış gibi geliyor. Roman çok alıntılanan şu paragrafla bitiyor:

"Çocukken benim için lüks, kürk mantolar, uzun elbiseler ve deniz kıyısındaki villalardı. Daha sonra, bunun entelektüel bir yaşam sürmek olduğuna inandım. Şimdi bana öyle geliyor ki lüks aynı zamanda, bir erkeğe ya da bir kadına olan tutkuyu yaşayabilmektir."

Olay

Çarpıcı bir roman.

Seneler 

Her yerde en çok övülen kitabı olmasına rağmen ancak ikinci denememde bitirebildim Seneler'i. 1940-2000 yılları arasını oldukça kesikli bölümlerle anlatan kitaptan bir roman keyfi almak benim için mümkün olmadı. Çok uzun süreli bir panaroma gibi okumak mümkün ama ben Türkçeye çevrilmiş diğer kitaplarını daha çok beğendim.

Kızın Hikayesi

Yazarın 2016'da yazdığı ve yeni çevrilen romanında 1958'de yaşadıkları anlatılıyor. Bu romanda yazarın şimdiki halini konuşturduğu anlatıcı kendisinin 18 yaşına girdiği günlerde yaşadıklarını aktarıyor ve değerlendiriyor. Bunu yaparken o yıllara ait hatırlamadığı düşünceleri ve olayları da romanın bütünlüğü için hatırlıyormuş gibi yapmaması klasik anı kitaplarından farklı bir yere koyuyor elimizdeki kitabı. Anlatıcı hem kendi şimdiki zamanını ve hem de kendi gençliğindeki daha evvelki bir şimdiki zamanı bazen ayrı ayrı, bazen karşılıklı duruyorlarmış gibi iç içe anlatıyor. Bir zamanlar olduğu kızı söküp parçalarına ayırmaya çalışması içerik olarak da şekil olarak da bundan önceki romanlarıyla aynı dili konuşuyor.

Başka yazarlardan da benzer açık sözlülükte, bu kadar cesur (hatta bazen daha da cesur) hatıralar okumuş olmamıza rağmen (Olay da benzer şekilde olabildiğince açık yazılmış bir roman örneğin) Ernaux'un anlatmanın (romanlaştırmanın) şehvetine kapılmıyor burada.

Yazan, Yöneten ve Oynayan aynı kişiyse o tiyatroya gitmeyin

Elbette her genelleme gibi bunun da bazı istisnaları var ama istisna olmadan genelleme zaten yapılamaz.   Oldukça uzun zamandır yerli ve yab...