16 Ekim 2025 Perşembe

neden bir kurbağayı yavaşça ısıtmıyoruz?

Aristoteles'in kadınların erkeklerden daha az dişi olduğunu söylemesi ve yüzlerce yıl kimsenin bunun doğruluğunu kontrol etmeye kalkmaması insana ilk okuduğunda çok saçma bir şey gibi geliyor. Gerçek bir dakikada öğrenilebilecek kadar uzakta olmasına rağmen insanın duyduğunu sınamaması ancak çok eski çağlarda olur, şimdi böyle bir önerme olsa her şeyi test ettiğimiz gibi onu da test ederiz diyor insan. Bu şüphecilik çağında en azından bu kadar göz önünde olan şeylere sadece duyarak inanılmaz gibi gelse de geniş kitleler için durumun hala değişmediğini düşünüyorum. Birkaç örnekten bahsedip bir yere bağlayabilecek miyim bakalım.

Kurbağa yavaş yavaş ısıtılırsa sıcaklığın arttığını fark edemeden ölür: Bununla anlatılmak istenen çok açık; değişiklikler yavaş yavaş yapılınca her şeye alışırız. Peki bunun bir sonu yok mu? Biri de çıkıp ben kurbağayı yavaşça ısıtmayı denedim, bir zaman sonra çok sıcak oldu diye kaçtı neden demiyor? Ben eminim kurbağanın ölmeden önce kaçacağına. Yıllar önce küvette sıcak suyun içindeyken uyuyakalmıştım, su yavaş yavaş soğudu elbette ve ben de üşüyerek uyandım. Bu kadar işte! Kurbağalar da bu kadar sıcaklık fazla diyerek kaçarlar o kazandan. Bu, metaforun kullanıldığı anlamı tam tersine çeviren bir tezat değil mi aslında? Toplumsal değişimler yavaş yavaş da yapılsa kabul edilemeyecek bir eşik seviyesi vardır denebilecekken nasıl tam tersine ikna olunabiliyor?

Mehter takımı gibi iki ileri bir geri gitmek: Mehter takımının nasıl yürüdüğünü görmek en az bir kadının dişlerini saymak kadar kolay olmasına rağmen ilerlemenin çok yavaş olduğunu ifade etmek için kullanılıyor bu ifade. Halbuki değil mehter bölüğü, hiçbir birlik geriye doğru adım atmaz. Mehter bölüğü iki adım attıktan sonra bir seferinde sağa, diğer iki adımdan sonra ise sola dönerek etrafı selamlar. Bunun sadece törenlerde yapılan bir şey olduğu herkesin malumu olması gerekirken ve bir tıklamayla nasıl yürüdükleri görülebilirken niye bu zırva metafor hala kullanılıyor? Daha vahimi neden böyle yürüdükleri yönünde bir inanç var? Mehter bölüğünü yürürken görenlere bile sorulsa eminim önemli bir kısmı iki ileri bir geri gittiklerini söyleyeceklerdir.

İğne yapraklılar yaprak dökmez: Herdem yeşil (evergreen) çam, ardıç, sedir gibi ağaçların özelliklerini tarif etmek için kullanılan bir şey onların yaprak dökmedikleri. Hatta sözlüğe bakınca evergreen'in karşılığı olarak yaprak dökmeyen'i görmek mümkün. Eminim öğrenci olduğum yıllarda sorulduysa ben de bunu yazmışımdır sınav kağıdına. Halbuki bahçemizde 4 tane kocaman çam vardı çocukken ve ben sararmış iğne yaprakların yerleri nasıl kapladığını hep görürdüm. Okula bile gitmeden önce gördüğüm, bildiğim bu gerçeği nasıl ezip yaprak dökmediklerine ikna olduğuma yıllardır şaşarım. Çocukluğumdaki bütün arkadaşlarım da aynı durumdaydılar; hepimiz dökülen pürleri (çamların iğne yapraklarını) görüp derste söylenenlere itiraz etmiyorduk.

Yarin yanağından gayrı her şeyde her yerde hep beraber!: Bu da Nazım'ın bizi ikna ettiği kadınların diş sayısı mevzusu. Şiirde (destanda) şöyle bir bölüm var:

"Torlak Kemalle Mustafa
öptüler
şeyhlerinin elini.
Al atların kolanını sıktılar.
Ve İznik kapısından
dizlerinde çırıl çıplak bir kılıç
heybelerinde al yazma bir kitapla çıktilar...

Kitaplarının adı:
"Varidat"dı.
"

Bahsi geçen kitap Şeyh Bedreddin'in Varidat adlı eseri. Varidat öyle efsanevi bir kitap değil, her yerde satılıyor. Ben dahi kelebeğin kanadında uçuyormuş gibi mutlu olduğum bir gün almıştım bir kopyasını. O zamanın dilini okumak zor, kabul ediyorum ama bir sürü dipnotlarla basımları var. Ben büyük bir hevesle okumama rağmen devrimci bir metinle karşılaşmadığımı söylemek zorundayım. Yarım yüzyıldan fazla zamandır Bedreddin'in kendi eserine değil de Nazım'ın onunla ilgili yazdığı şiire inanmak akıl alır şey değil.

Elbette yukarıda yazdıklarımı kimse düşünmemiş, hakkında yazmamış demiyorum ama genel kanaatin gözümüzün önünde olan değil de duyduklarımız olmasında da gören gözler için nice ibretler yok mu? Her seferinde J.F. Kennedy'nin kardeşine yapıldığı gibi kafatasının içini açalım demiyorum ama herkesin dilinde olan, gün gibi aşikar görünen şeyler belki de öyle değildir diye şüpheyle yaklaşmakta fayda var gibi geliyor bana.

14 Ekim 2025 Salı

Saç Örgüsü, Uçurtma - Laetitia Colombani

Okumak sadece bireysel bir etkinlik olsa da birisiyle/birileriyle yakın zamanlarda okuyup üzerinde kısacık da olsa konuşabilmek hayatın büyük keyiflerinden biri benim için. Okunan metnin kendisinde anlaşılmayan bir şey olmasa da kitabın çağrıştırdığı şeyleri duymak, onlar üzerine konuşmak insanın başka türlü elde etmesi mümkün olmayan bir deneyim. Benzer şeyleri okumaktan hoşlanan birini / birilerini bulmak nadirattan bir durum olduğu kadar bunu sürdürebilmek belki daha da az bulunan bir şeydir.

Hakkında konuş(a)masam bile tanıdığım biriyle yakın zamanlarda aynı kitabı okumayı da severim. Belki bu da karşıdakinin arzusunun nesnesi olmayı arzulamanın bir tezahürüdür [bu laflar nereden çıkıyor bugün anlamadım ama neyse]. Velhasıl her kitabının kapağında Fransa'da şu kadar sattı diye yazan (elbette bunda yazarın bir kabahati yok ama) Laetitia Colombani'nin kitaplarının benzer bir saikle [yok artık] okudum. Yan Pasaj Yayınları her iki kitabı da büyük bir özenle hazırlamış. Çevirmen Gülşah Ercenk okurken rahatsız eden bir cümle bile kurmamış. Aslında sadece Saç Örgüsünü okumayı planlıyordum ama yazarın onun devamı niteliğinde bir romanı olduğunu görünce onu da okuyayım dedim [sanki niye okudun diye soran var].

Saç Örgüsü

Yazarın aynı zamanda yönetmen ve senaryo yazarı olması romanın kurgusuna çok olumlu katkıda bulunmuş. Hindistan, İtalya ve Kanada'dan üç kadının hikayeleri bir saç örgüsü gibi kıvrıla kıvrıla uçları bir araya gelecek şekilde anlatılıyor. Romana başladığımda bu kadar alakasız yerlerdeki kadınların hikayeleri neden her bölümde birinin olduğu şekilde yazılmış anlamadım ve birbirlerini görmelerinin kurgunun çok zorlanmasını gerektireceğinden keşke birini bitirip diğerine geçseymiş dedim ama yarıyı geçince neden böyle bir izlek takip edildiğini anladım.

Kitabın arka kapağında yazdığı gibi üç kadının ortak taleplerinin özgürlük olduğundan da şüpheliyim. Tamam üçünün de hayatlarında kontrol edemedikleri şeyler var, bazı şeyleri değiştirmek için fedakarlıklar yapmaları gerekiyor ama istedikleri şeyleri özgürlük şemsiyesinin altında toplamak bence çok basitleştirmek olur. Kızını Hindistandaki berbat ötesi hayattan çıkarmak isteyen annenin talebine özgürlük denebilir mi? Kanadalı avukatın hastalığını öğrendiğinde ailesine daha çok vakit ayırmayı istemesi bir özgürlük talebi mi? İtalyan genç kız zaten aile şirketinin batmaması, sevmediği biriyle evlenmek zorunda kalmamak gibi hedefler peşinde. Bu özgürlük meselesini geride bırakınca romanı genel olarak beğendiğimi söylemek isterim.

Fransız yazarın hiç bilmediği kültürlerden üç kadını bir biriyle aynı yoğunlukta, aynı kültürün kavramlarıyla konuşturması ve düşündürmesi anlatılanlara inanmayı zorlaştırdı benim için. Kast sisteminin dışında kalacak kadar perişan durumdaki bir kadın hakkında şöyle deniyor ama aynı ifade İtalyan veya Kanadalı kadın için de söylenebilirdi. Ülkelerin kültürlerinin, insanların yaşadıklarının düşünceleri üzerinde hiç mi etkisi yok?

Smita kocasıyla birlikte gitmeyi çok istemişti ama savaşmayı reddettiği an Nagarajan'a olan bütün sevgisi de bitmişti. Sevgi kuş misaliydi; bazen bir kanat çırpışıyla geldiği gibi, yine bir kanat çırpışıyla gidiyordu. 

Dünyanın üç köşesindeki kadınların aynı kavramlarla anlatılmaları bende Stanley Kubrick'in Paths of Glory'de Fransız ordusunu İngilizce konuşturması gibi bir etki bıraktı. Yazar bunun için ne yapabilirdi bilemiyorum ama o yazarın sorunu değil mi zaten?

Uçurtma

Devam niteliğinde olduğunu okuyunca yazar Saç Örgüsü'ndeki üç kadını bir şekilde karşılaştıracak diye düşünmüştüm ama öyle olmadı. Smita'nın kızı ile bir Fransız kadın karşılaşıyor Uçurtma'da. Birbirinden çok uzak kültürlerden kadınların dayanışması anlatılıyor gibi görünse de tarihin gerçeklerinden bu kadar habersizmiş gibi nasıl roman yazılabiliyor doğrusu hiç anlamıyorum. Metin Altıok'un "Ben eğilmem gündüzleri ama geceleri kanatırım kendimi" dediği gibi bir kahraman olan Preeti, ilk kitapta saçları önce İtalya'ya, oradan Kanada'ya uçan Lalita ve Fransa'dan bir kurtarıcı gibi gelen Lena bu kitabı bir roman yapmaya yetmemiş maalesef.

Lena Hindistan halkının bir kısmının berbat durumunu görünce "acaba bunda Avrupa'nın hiç sorumluluğu var mı?" diye düşünmüyor. Ailelere Fransa'da öğrencilere el kaldırılmadığını anlatırken kolonize edildiği dönemde Hintlilere neler yapıldığı da hiç aklından geçmiyor. İki defa alıntıladığı "Çocuklar her şeye sahipler, ellerinden aldıklarımız dışında" cümlesinde "Çocuklar" yerine "Hintliler" yazsam ne olur diye veya Hindistan'da neden çocuklara İngilizce öğretiyorum diye düşünemiyor bile. Sanki Avrupa içinde bulunduğu refahı kendi kaynaklarıyla sağlamış ve Hindistan'ın eşit şartlarda olmamasının tek sorumlusu adetleriymiş gibi anlatılması insanın sabrını zorlayan bir masal olmaktan öteye gidemiyor.

Saç Örgüsü hadi neyse ama Uçurtma bence vakit kaybı. 

9 Ekim 2025 Perşembe

plakaların hatırlattıkları

Geçenlerde lise arkadaşımın tavsiyesiyle (Bülent selamlar) Prime Target [1] dizisini izledim. Matematikçi genç bir adamı bir dizide görmek hep heyecanlandığım bir şey benim için. Diziyi genel olarak beğenmesem de açılışındaki sahne beni etkilediğinden onun çağrıştırdıkları hakkında kısaca yazayım istiyorum.

Cambridge'de bir öğrencinin hocasının odasına girip, geldiğim arabanın plakası 204'tü ne kadar ilginç bir sayı dediği sahnede aa ben bu sahneyi bambaşka bir şekilde biliyorum diyip durdurdum. Elbette her sayı için bir güzellik, ilginçlik bulunabilir ama benim sayılarla ilgili en etkileyici bulduğum sahne Thomas Hardy'nin Hintli genç ve büyüleciyi matematikçi Ramanujan'ın yattığı hastanede lafı nasıl açacağını bilemediği için geldiği taksinin plakasının 1729 olduğunu ve sayının hiçbir özelliği olmadığını söylediği sahnedir. Ramanujan ölüm döşeğindeyken [2] iki farklı pozitif sayının küplerinin toplamı olarak, iki farklı şekilde yazılabilen sayıların (1^3+12^3=9^3+10^3) en küçüğü diyor 1729 için. Hangimiz söze nasıl başlayacağımızı bilemediğimizden böyle deli şeyler söylemiyoruz? Bu plan filmde [3] bambaşka bir anda geçiyor ama zaten sanat gerçeğin bozulup yeniden üretilmesi değil mi? Henüz yeterince sıkılmadıysanız 204'ün de üç ardışık sayının (23, 24, 25) küplerinin toplamının karekökü olduğunu söyleyeyim. Ramanujan hakkında bir kitap daha okuyayım diyenler için bunu [4] da bırakmış olayım.

Plakalar diyince Ahmet Hamdi Tanpınar'ı da anmadan geçmek olmaz diyerek Abdullah Efendinin Rüyaları öyküsünden [5] bir alıntı yapmamı mazur görün isterim:

"Gelirken bindiği otomobilin numarasını hatırladı: 1873. Rakamları mutlak kıymetleriyle tekrar topladı. Hepsi 19 ediyordu. 1+9 = 10. Sıfırı atıyordu. Elde kalan birdi; 1 onun çok iyi bir rakamıydı, evvela tekti ve sonra vahdetin ve vahdaniyetin rakamıydı."

Tanpınar yazdıklarını okumaya doyamadığım, Türk edebiyatında neredeyse herkesi etkilemiş bir büyük yazar olduğundan onu yeterince övecek (sanki böyle bir şeye ihtiyacı varmış gibi) bir şey yazmak çok zor benim için.

Bu akşam eve geldiğim taksinin plakası 183'tü. O da benim çok sevdiğim sayılardandır. Buraya kadar okuduysanız sayı nasıl seviliyor demiyor olmalısınız ama ben yine de 183'ün içindeki güzelliklerden birini yazayım [lütfen yaz ne yazacaksan artık]. 183'ten küçük ve onunla arasında asal olan sayılar 120 tane. Şimdi 120 için bakalım ve sonuç 32. 32'den küçük ve 32 ile arasında asal sayıların sayısı da kolayca 16 olarak bulunur. Aradığımız sonuçlar 16 için 8, 8 için 4, 4 için 2 ve 2 için 1 olur. Şimdi bunları toplayalım

120+32+16+8+4+2+1 = 183

İlk bakışta bu büyülü özelliği sağlayan çok sayı olabilir gibi görünse de 10^11'den küçük sadece 57 sayı var [6] bu harika durumda olan.

Bazen aya bakar hüzünlenirsin, bazen de kıytırık bir taksinin plakasında güzellik bulursun.

 

La Divina - Maria Callas

Geçen yıl Angelina Jolie'nin başrolünü oynadığı Maria 'yı [1] izleyene kadar Maria Callas'ı özellikle merak edip okumamıştım. Bi...