26 Eylül 2025 Cuma

platformlar sanata erişimi zorlaştırdı

Kitapları ekitap okuyuculardan çevrimiçi satın alıp okumak, müziği aylık abonelikle spotify ve youtube'dan dinlemek, filmleri netflix gibi platformlardan izlemek hayatımıza bir miktar kolaylık getirdi bunu inkar etmiyorum. Bunların en önemlisi beklemenin ortadan kalkması oldu bence. Black Sabbath'ın Seventh Star albümünün siparişini verip günü geldiğinde dükkanın açılmasını merdivenlerde beklediğimiz günler çok gerilerde kaldı artık (o günleri büyük bir mutlulukla hatırlıyorum ama bunun müzikle mi yoksa seni bulmuş (birbirimizi bulmuş) olmamızla mı ilgili olduğundan çok emin değilim). Kitapları kargo yolu gözlemeden anında alıp okuyabilmek de hayal edilemeyecek bir konfordu benim gençliğimde. Evden çıkmadan film izleyebiliyor olmak gerçek anlamda bir lüks mü emin değilim ama gösterimde olmayan filmleri izlemenin eskiden de başka yolu yoktu doğrusu.

Ekitaplar aradan geçen bunca zamanda en az yol katedebilen sanat ürünleri oldu maalesef. Amazon'un 16 yıl önce bütün Kindle kullanıcılarından Orwell'in 1984 romanını (tam da romanı çağrıştırır şekilde) silmesi gibi garabetlerin yanında çok az sayıda kitabın ekitap hali ulaşılabilir durumda ve satın aldığınız sitenin uygulamasını kullanmak gibi delice karmaşaları da beraberinde taşıyorlar. Ayrıca ciddi bir maliyet avantajları da yok ekitapların. Elbette gayri resmi tam sürümlerini internetten bulmak mümkün ama konumuz bu değil bu yazıda.

Müzik dinlemek için çok fazla platform var ama hiçbiri kasetten, cd'den, plaktan dinlemenin bütün olanaklarını henüz sunabilir durumda değiller. Ses kalitesini eskisinden çok yüksek bulmak mümkün olsa da aradığın bütün albümlerin bir platformda olması çoğunlukla mümkün olmuyor. Tabi bir de mahkeme kararıyla veya telif haklarındaki anlaşmazlıklar yüzünden sanatçıların/albümlerin engellenmesi durumu var ki beni en çok deli eden şey bu. Grup Yorum'un youtube ve spotify'da hiç olmamış gibi olmaları aslında tehlikenin ne kadar büyük olduğunu göstermeli hepimize. Eskiden de mahkeme kararıyla bir albümün satışı engellenebiliyordu ama evimize gelip plakları toplamıyorlardı. Yarın sadece izin verilen albümleri dinlemekle yetinmek zorunda kalınacak gibi geliyor bana.

Film konusu bana en kafa karıştırıcı gelen şey bu aralar. Eskiden film ya sinemada ya da vhs, cd falan kiralayıp/satın alıp evde izlenebilen bir şeydi. Şimdi gösterimde olmayan bir filmi izleyebilmek için platformlara mecburuz. Sorunum onlara para vermek değil (sanki çok param varmış gibi de olmasın) filmleri bulamamak. Bir sanat ürününün, özellikle sinemanın büyük emek ve masrafla hazırlandığını ve sanatçıların bundan her zaman yeterli geliri elde edemediklerini okuyoruz/biliyoruz. Madem bir film izleyeceğim telif hakkı ödenmiş bir yerden izleyeyim ve onlar da kazansın istiyorum ama sinemalarda gösterimde olmayan (gösterimde olanları zaten sinemada izliyorum) o kadar az film bu platformlarda bulunabiliyor ki inanamıyorum. Filmcehennemi sitelerine gitmeden izleyemediğimiz filmlerin oranı muazzam derecede büyük.

Toplumsal cinsiyet rolü hakkında konuşuruz diyerek Pedro Almodóvar hakkında kitaplar alıp okumuştum, şimdi de baştan izleyeyim bütün filmlerini dedim ama ne mümkün (film birlikte izlenebilir bir şey mi konusunda da yazdım ama çok uzun oldu, yayına almaya değer mi emin değilim). Bütün Almodóvar aramalarında mubi ilk sırada çıktığından dedim alayım buradan da bir abonelik ama bütün filmleri var görünmesine rağmen sadece ilk filmi izlenebiliyor. Diğer filmleri için hep aynı uyarı var: şimdi izleyemezsiniz.

Velhasıl parasını verseniz bile bir kitabı okuyamamak, bir albümü dinleyememek, bir filmi izleyememek üzerinde üzerinde düşünmemiz gereken konulardan biri bence (yine söylemek istediğim şey haricinde başka şeylerden bahsetmiş oldum ama olsun).

5 Eylül 2025 Cuma

Yazan, Yöneten ve Oynayan aynı kişiyse o tiyatroya gitmeyin

Elbette her genelleme gibi bunun da bazı istisnaları var ama istisna olmadan genelleme zaten yapılamaz.  

Oldukça uzun zamandır yerli ve yabancı, özel ve devlet tiyatrolarından oyunlar izliyorum. İzlediklerim arasında en kötülerini sınıflandırdığımda açık ara en kalabalık grubun tek kişilik oyunlar olduğunu söyleyebilirim. Bunların da önemli bir kısmı aynı kişinin oyunu yazdığı, yönettiği ve sahnelediği oyunlar. Çemberi biraz daha genişletince yönetmenin sahneye indiği oyunların, sahnede kaç kişi olursa olsun genel olarak kötü (hatta berbat) olduğunu söylemek mümkün (Okan Bayülgen'in Otelde oyunu tam bir hayal kırıklılığı örneğin). Meslek olarak bu işi yapmadığımdan teorik altyapısını bilemiyorum ama yönetmen (en kaba ifadesiyle) sahnedekilere "bu olmadı" diyecek tek kişi gibi görünüyor. Bu önemli görevdeki kişiyi sahneye çıkartınca onu uyaracak kimse kalmıyor dışarıda. Kendilerini kaydedip izlemiyorlar mı, izliyorlarsa bu saçmalıkları nasıl karşımıza çıkartıyorlar bilemiyorum doğrusu.

Bir diğer gözlemim de tek kişilik oyunların çoğunun tiyatro bile olmadığı yönünde (stand-uplar zaten tek kişilik olduğundan onlardan bahsetmiyorum). Özel tiyatroların oyunların hazırlık süreçlerine zaman ve para ayırmalarının zor olduğunu anlıyorum. Bilet fiyatlarını yüksek tutsalar zaten sınırlı olan seyirciyi salona çekmekte zorlanacaklar kabul. Sisteme dahil olmak istemeyen sanatçıların zaten düşük olan bilet gelirlerini bölüştüklerinde ellerinde yaşamaya yetecek para da kalmıyor olabilir. Ama ortaya çıkan şeyin çoğunlukla tiyatroyla ancak çok uzaktan bir ilgisi oluyor. Gerçekten iyi bir oyun seyretmemiş olan izleyiciler maalesef tiyatro buymuş diye düşünüyor. Örneğin Sertaç Yekeboğa'dan izlediğim Macbeth ödüller almış bir oyun olmasına rağmen hayatta izlediğim en kötü şeylerden biriydi. Yine yakınlarda izlediğim Özgür Özgülgün'ün yazıp oynadığı (tanıtımda yönetmen kelimesi bile geçmiyor öyle düşünün) Hayatı Hikâye Olan Adam Sait Faik isimli seyirlik gösteri asla bir tiyatro oyunu değildi. Son olarak Serkan Atar'ın oynadığı Tutunamayanlar oyunundan çıkınca sahneye koyanların ya romanı okumadıklarını ya da anlamadıklarını düşündüm. Oğuz Atay ve Tutunamayanlar hakkında o kadar çok değerlendirme yazılmış ki izlediğim halini sahneye koymak bence çok ayıp bir iş olmuş. Kumbaracı 50'de Yiğit Sertdemir'in performansıyla izlediğim Demiryolu Hikayecileri ne kadar güzel bir oyundu halbuki. Genco Erkal'dan Bir Delinin Hatıra Defterini, Uğur Yücel'den Hiç'i izleyip büyülendiğimi, Zerrin Tekindor'un oynadığı Toz'da ise hayal kırıklılığına uğradığımı da yazmış olayım. 

Sahneyi sise boğmak, seyircinin düşündüğünü bile duyamayacağı kadar yüksek desibelli müzikle, nereye geldim ben dedirtecek ışıklarla sahneye bakamaz hale getirmek oyunlardaki eksiklikleri elbette kapatmıyor.  Bunu söylerken elbette tiyatro 2500 sene önceki gibi oynanmalı iddiasında değilim. Bütün sanatlarda olduğu gibi tiyatroda da yenilikler denemek istiyordur sanatçılar, ya ne yapacaklardı? Oyuna eşlik eden müzikler, ışıklar, hareketli dekorlar ve hatta arka planda vidyolar gösteriyi zenginleştiren unsurlar olabiliyor. Serkan Keskin'in tek başına oynadığı Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde bu bahsettiğim her unsur vardı ve bence tiyatro olarak çok başarılıydı (ben romanı bambaşka anladığımdan oyunu çok sevmedim ama o ilgisiz bir konu). Moda Sahnesindeki Onur Ünsal'ın hem oynadığı hem de yönetmeni olduğu Babamı Kim Öldürdü? oyununda neredeyse hiçbiri yoktu ama o da harika bir oyundu. Yani demem o ki bir tiyatroyu iyi veya kötü yapan şey kullanılan materyal değil oyunculuk, yönetmenlik ve senaryo.

neden bir kurbağayı yavaşça ısıtmıyoruz?

Aristoteles'in kadınların erkeklerden daha az dişi olduğunu söylemesi ve yüzlerce yıl kimsenin bunun doğruluğunu kontrol etmeye kalkmama...