2 Ocak 2020 Perşembe

Kendinizi kötülemeyin!

Bu yaz bir arkadaşım oldukça yeni model bir arabasıyla bizi bir hafta kadar taşıdı (çok geniş başladım biliyorum ama bir yere bağlayacağım merak etmeyin). Araba benim kullandığım arabadan çok yeni ve konforluydu. Bir gece giderken arabanın kapılarının içindeki metalik renkli çıtaların yan aynalardan yansıdığını ve görüşü engellediğini, bunu tasarımcıların nasıl farketmediğine hayret ettiğimi söyledim ona. Hiç tahmin etmediğim bir şekilde bunu daha önce farketmediğini ve ben söyledikten sonra kendisinin de bundan rahatsız olmaya başladığını söyledi (nasıl iyi bir arkadaş olduğumu buradan bile anlamak mümkün ama konu bu değil). Araba her nasılsa kendindeki bu kusuru arkadaşıma göstermemişti ve aralarındaki ilişkide bu konu hiç gündeme gelmemişti. Daha önceden de üzerinde düşündüğüm gibi (hep düşünürüm böyle, hep) bir şeyde bizi rahatsız edenin onda bir kusur bulunması değil, bizim o kusuru farketmiş olmamız olduğunu düşündüm o zaman da.

Bir insanın kendinde bulunan normalin dışındaki bir özelliğiyle dalga geçebilmesi olgunluğun bir göstergesi sayılır genelde. Fazla kilolu veya kel veya çok kısa boylu birinin bu özelliğiyle ilgili şaka yapabiliyor olması bizi de onun yanında konuşurken rahatlatır. Kendisinin bu konuyla dertlenmiyor olması size karşı da hoşgörülü olacağının bir işareti olarak görülür. Her konuda olduğu gibi kendi olumsuz taraflarıyla ilgili konuşmanın da oldukça kötü ve iyi örnekleri var.

Buna harika bir örnek olarak Ken Robinson'un meşhur Okullar Yaratıcılığı Öldürüyor başlıklı TED konuşmasını [1] vermem herkesçe normal karşılanacaktır sanırım (bunu yazarken konuşmayı yeniden izledim, eğer daha önce izlemediyseniz şimdi ara verip izleyin isterim). Ken Robinson konuşmasında çokça kendisinin, profesörlerin, ailesinin dinleyicileri güldüren durumlarını anlatır. Bunu yaparken dinleyicilerin kendisinin alanında önemli bir uzman olduğunu bildiklerinin farkındadır. Mutfakta yumurta pişirirkenki beceriksizliğinden, kendisi de bir profesör olmasına rağmen meslektaşlarının, kendisini de dahil ederek dans konusundaki yetersizliklerinden bahsederken bunların anlattığı konuyla ilgili şeyler olmadığını ve onun yetkinliğini etkilemediğini hem o bilir, hem de biz dinleyicileri. Sahnedeki duruşu bile oldukça sarsaktır. Ama tezini anlatırken, ki tezi eğitim sisteminin yaratıcılığı öldürmesidir, tezinin karşısındaki şeylerden bahsedip aklımızı bulandırmaz. Örneğin üniversitelerde eğitim almış çok başarılı fizikçileri, matematikçileri de masaya getirip tezi zaten yanlışlamayacak olan bu istisnai örneklerle aklımızı karıştırmaz.

Bir de tam karşı köşede yer alan bir örnek vermek istiyorum (konuya gel artık demeyin geldik sayılır). Çok yakın zamanda William Shakespeare'in Hamlet'ini yeniden okudum. Piyasada birkaç çevirisini bulmak mümkün ama ben İş Bankası Yayınlarından çıkan Sabahattin Eyüboğlu'nun çevirisini okudum. Kendisi de bir yazar olan Sabahattin Eyüboğlu aynı zamanda ödüllü bir çevirmen, hatta filmlerde, belgesellerde yönetmenlik de yapmış alanının çok yetkin bir ismi. Ve bakın Hamlet çevirisinin önsözünde ne diyor:
Benim İngilizcem kitaptan, kendi kendime öğrendiğim yarım yamalak bir İngilizcedir. Onun için Fransızca, Türkçe bulabildiğim birçok çevirilere başvurarak çalıştım. En çok yararlandıklarım. Yves Bonnefoy, François Victor Hugo, Orhan Burian. Halide Edip Adıvar-Vahit Turhan’ın çevirileri oldu. Bunların yardımıyla asıl metni kavramaya çalışıp ondan sonra kendimce karşılık arıyordum. Böylece her çeviricinin Shakespeare’i bir başka hale soktuğunu gördüm. Kim bilir ben de ne hale sokmuşumdur, ister istemez. Şairleri kuşa çevirmek çeviriciliğin şanındandır.

Sizde de çok kötü bir çeviri okuyacakmışsınız hissi oluşmadı mı? (çevirinin gerçekten kötü olma ihtimali de var ama ölümünün üzerinden 50 yıl geçmişken hala saygın bir yayınevinin bu halini basıyor olması bu ihtimali oldukça azaltıyor) Eğer Sabahattin Eyüboğlu ismini bilmiyor olsaydım bu kitabı yukarıdaki satırları okuduktan sonra bırakır başka bir yayınevinden, başka bir çevirmenden okurdum Hamlet'i. Peki onu Ken Robinson'dan ayıran nedir? Sabahattin Eyüboğlu'nun büyük bir tevazu içinde olduğu ve kendini Türkçe ve Fransızca yazdığı zamanlar kadar İngilizce'de yetkin hissetmediğini ve bunu okuyuculardan gizlemeyerek aslında takdire değer bir iş yaptığını söylemek mümkün. Bunu görebilmemize rağmen neden Ken Robinson'a yakınlık duyan bizler Sabahattin Eyüboğlu'nun çevirisinden kaçarak uzaklaşmak istiyoruz? Fark hepimiz için çok açık olmalı; biri yaptığı işle ilgili olumsuz şeyler söylerken diğer konuyla hiç ilgisi olmayan konularda olumsuz konuşuyor.

Bu tavrın, yani kendi hakkında olumsuz konuşmanın, ayarını tutturamayan çok sayıda insanla karşılaştığım ve bunu yapan ancak bir öğrencim olduğunda onu uyarabildiğim için bu konu hakkında yazmak istedim (gördüğünüz gibi konuya giriş yaptık). İnsanlar kendileri hakkında olumsuzlukları farklı saiklerle dile getiriyorlar. Bu dertleşmek, akıl almak gibi zaten kendilerini tanıyan yakınlarıyla olabildiği gibi bir yakınlığı olmayan kişilere "doğruyu" söylemek için de olabiliyor.

Yirmi yılı aşkın meslek hayatımda öğrendiğim şeylerden biri; bir işi en zor beğendireceğiniz insanın onu yapan olduğudur. O iş için o kadar çaba harcamıştır ki çoğu durumda neresinin daha iyi yapılabilir olduğunu anlatacağı kişiden daha iyi bilmektedir. İnsanlar kendilerinin o işe başlamak için nasıl bir hazırlık süresinden geçtiklerini de genellikle hesaba katmazlar. Örneğin aynı kavram etrafında 5 yılını geçirmiş, çalışmış biri bir saatte hazırladığı bir işi ona bir gün verilse daha iyi yapabileceğini bilir ve sanki yaptığı iş herkesin bir saatte yapabileceği bir işmiş gibi hisseder çoğunlukla. Bunun sonucu olarak da o işi sunarken söze aslında işin daha iyi yapılabileceğini ve eksiklerini sayarak başlar. Halbuki işi size veren zaten bunların farkındadır, o bir zaman maliyet analizi yapmış ve size isterleri vermiştir (bunu yapmadıysa zaten geçmiş olsun). İsterlerin bazıları gerçekleştirilememişse bunlar elbette söylenmelidir ama daha çok zamanınız olsa daha iyi bir çözüm üretebileceğinizi ya da daha bilgili/tecrübeli biri olsa işi daha kaliteli yapabileceğini söylemenin kime faydası vardır? Herkesin üzerinde daha çok çalıştığı işi daha kaliteli yapacağı ve her işi bir başkasından daha iyi yapacak birinin bulunduğu zaten herkesin malumu değil midir?

İletişimde karşı tarafa olumsuz bir düşünceyi aktarırken aklımızda hep "her düşünceye mutlaka bir duygu eşlik ettiğini" [2] bulundurmak gerekir. Karşı tarafa olumsuz bir düşünceyi aktarmak onda olumsuz bir duygunun gelişmesine neden olacak, o olumsuz duygu da olumsuz bir davranışı tetikleyecektir. Bunu Shakespeare Hamlet'de [3] şöyle söyler:
Evet, tabiatından ya da bahtından gelen
Bir tek kusurla damgalandı mı insan
Başka değerleriyle bir melek olsa,
Bir insanın olabileceği kadar büyük olsa,
Yalnız o kusurundan ötürü
Düşer insanların gözünden.
Bir damla kötülük en soylu varlığı
Lekeler ve yıkar bile bazen.

Evrimsel olarak da olumsuz davranışları ve düşünceleri, üzerinde fazla düşünmeden hemen davranışa dönüştürmeye odaklı olduğumuz için duygularımız kolayca karşımızdakine bulaşır. "Kaygı bulaşıcı bir duygudur ve kaygılı insan çoğu kez çevresindeki kişileri de kendi sistemine sokmayı başarır." [4] "Birilerinin mutluluğunu etkilediğiniz kadar davranışlarını da etkileyebilirsiniz çünkü ruh hali, davranışı etkiler." [5]

Bir grup denek üzerinde yapılan bir çalışmadan da bahsedip yazıyı tamamlamak istiyorum (hayır devam et seslerini duyuyor gibiyim ama bitmesi lazım bir yerde).  Denekler iki gruba ayrılıyor ve bir gruba "akıllı, çalışkan, tez canlı, eleştirel, dikbaşlı ve kıskanç", ikinci gruba ise "kıskanç, dikbaşlı, eleştirel, tez canlı, çalışkan ve akıllı" sıfatlarıyla tanımlanan bir kişiyi değerlendirmeleri isteniyor. Tarif eden bu kişinin ne kadar mutlu, ne kadar sosyal olduğu gibi sorulara ilk gruptakilerin tahminleri ikinci gruptakilere göre anlamlı şekilde olumlu oluyor. Sıfatların aynı olmasına rağmen onların veriliş şekli bile insanların üzerinde zıt etkiler uyandırabiliyor [6]. İnsanlar sıfatlar duymaya başladıklarında kişi hakkında bir şema oluştururlar ve daha sonra duyduklarını bu şemaya uydurmaya çalışırlar. Bunu hep akılda tutup olumsuzlukları öne çıkartmamak gerekir. Bu yazıda olumsuzları gizleyelim veya sadece olumlu şeyleri konuşup Polyannacılık oynayalım dediğim anlaşılmıyordur umarım (zaten bu kadar uzun yazıp doğru anlaşılmayı beceremediysem buradan sonra yapılacak bir şey yok galiba).

Eğer yukarıdaki örnek duygularla ilgili diyorsanız sayısal bir örnek de vermek mümkün bu konuda (son demiştim biliyorum ama bu gerçekten son). Bir grup denekten aşağıdaki çarpımın sonucu tahin etmeleri isteniyor:
8 x 7 x 6 x 5 x 4 x 3 x 2 x 1
diğer gruptan da bunun:
1 x 2 x 3 x 4 x 5 x 6 x 7 x 8
Her iki grup da sayılar küçük olduğu için 40320 doğru sonucunun çok uzağında tahminlerde bulunuyorlar ama ilk grubun tahmin ortalaması 2250 iken ikinci grubun ortalaması 512 çıkıyor [7]. Aynen sıfatlarda olduğu gibi sayıların da sıralaması tahminleri çok büyük ölçüde etkiliyor.

Yıllardır öğrencilerime söylediklerimi bu defa derli toplu bir biçimde yazmış olduğumdan artık yeniden anlatmak yerine bu yazının bağlantısını verebilirim. Bir cümlelik bir özet isteyenler için "Merkür retrosunun gerilediği bu günlerde evrene olumlu mesajlar verelim" diyerek sonlandırayım yazıyı.


----------
[1] https://www.ted.com/talks/sir_ken_robinson_do_schools_kill_creativity?language=tr#t-895615
[2] Tahir Özakkaş, Bütüncül Psikoterapi, Litera Yayıncılık, 11. Basım, 2019, S.225
[3] William Shakespeare, Hamlet, İş Bankası yayınları, 24. Basım, 2019, 1. Perde, 4. Sahne
[4] Engin Geçtan, İnsan Olmak, Metis yayınları, 18. Basım, 2019, S. 87
[5] Tali Sharot, Başkalarının Aklı, Domingo Yayıncılık, 3. Basım, 2019, S. 51
[6] Stuart Sutherland, İrrasyonel, Domingo Yayıncılık, 9. Basım, 2019, S. 24
[7] a.g.e. S. 220

1 yorum:

  1. hocam yazınız için teşekkür ederim. özellikle bu son zamanlarda üzerine düşündüğüm bir konuydu. birçok ilişkimde bunun etkisini yaşadım. ama istemeden hala ara sıra bunu yapıyorum. bu arada yazılarınızı medium.com da hesap açarak yayınlarsanız okurlar için daha iyi olur. seviliyorsunuz :)

    YanıtlaSil

izlediklerimden öğrendiğim bir şeyler var

İzlediğim ilk büyük konser 1990'ların başında Ankara'da Zülfü Livaneli konseriydi. Henüz Sovyetler Birliğinin olduğu zamanlardan bah...